29 Eylül 2007

Okul

Dün tüm gün okuldaydım. Özlemişim çok, sadece iki yıl aradan sonra hem de.. Elde kalın kitap, ağır çanta son dakka derse yetişmeyi, hiç bilmediğim binalarda derslik aramayı, "ay nereye otursam ki?" derdimi, çaysamayı-kahvesemeyi, ilk defa tanışılan hocalara duyulan heyecanı, ders arası bir koşu çay-kahve arası yapmayı, ders bitimi arkadaşlarla geyiği... İlk kez 2003'teki Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi'nde tanışma fırsatı bulduğum ve son bir aya kadar tekrar uğramadığım Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nin, Alice Harikalar Diyarında tadındaki girişi.. Girişte kocaman beyaz tahta üzerine "şu isimler Öğrenci İşleri'nden şunu görsün" notlarını alan Kenan İmirzalıoğlu kıvamında bir abi.. Onu geçince, x-ray cihazıyla donatılmış giriş kapısında kimlik kontrolü yapan görevliler.. Ve işte sonra, ilerideki merdivenlerden çıkıp da kapıyı geçince rengarenk bir bahçeyle yüzyüze geliş. Rengarenklik bahçe düzeni, ağaç, çiçek vs. değil. Öğrenciler rengarenk.. Başka okullar gibi değil ama burası, hakikaten rengarenk; saçlar, kıyafetler, tarzlar, bakışlar, görüşler, düşünceler rengarenk.. Belki, bu kadar küçük ama bir o kadar da kalabalık olduğu için, renkler çok belirgin geldi bana. Gökçe detay veriyor biz yenilere: Şurası cikslerin köşesi, şurada solcular takılır, şuralar sağcıların.. Belki bu rengarenklik fakültedeki binbir bölümle de alakalı olabilir.. Dil, tiyatro, edebiyat, sosyal bilimler bölümleri.. Ortada minicik bir kantin, tost kokusu.. Topluluk standları.. Merdivenlere, banklara, duvarlara, her yere öğrenciler yayılmış, çene çalmaktalar.. Yılın başı, sarılmalar, kucaklaşmalar.. Hemencecik sevdim..

25 Eylül 2007

Geçmişten bir kuple..

"Gözünü sevdiğimin teknolojisi.." diye başlamayacağım bu sefer.. Yav başlarsam bitiremiyorum cümlelerimi, artık kısa cümleler kurmak istiyorum. Böyle bir şarkı vardı, deil mi? Hem iş, hem akademik, hem blog yaşamımda hep bu nedenle işleri uzatıyor, zamanımı etkin kullanamıyorum. Ama artık doktoraya başlamış bir insanım ben, bindik bir alamete gidiyos ( ya da adios!) kıyamete.. Zaman çok kıymetli şey azizim.. Bak yine uzadı laf. Neyse, şimdi bu facebook denen alet icat edileli ve ben kendisini keşfedeli, kaç yıllardır görmediğim kimlere ulaştım, inanamazsınız.. Tabii zaten görüştüğüm arkadaşlarımla da haberleşebiliyoruz oradan. Bugün de Sevinç Hollanda'dan, güzel fotoğraflar göndermiş.. Fotoğraflar Bilge ve Alper'in Körfez'deki veda gecesine ait.. Şu fotoğrafa da bayıldım ve sanırsam blogumu takipte sınır tanımayan gençlerin hemen hepsi bu fotoğrafta;) O zaman, koyalım buraya, herkes görsün, nostalji yapılsın, maziye dalınsın...

24 Eylül 2007

Ankara'da büyülü bir fado gecesi..

Asıl hikaye, 2003 yılında Portekiz'de başladı.. Avrupa'nın dört bir yanından, 200'e yakın kendini bilmez :) psikoloji öğrencisi Porto'da toplanmış, Avrupa Psikoloji Öğrencileri Birlikleri Federasyonu (EFPSA)'nun 17., "Duygular" temalı, yarı akademik ama tümden sosyal kongresinde bir haftadır coşmaktaydık. Kongrenin bitiminden bir önceki akşam, programda "fado night" yazan, ancak ne olduğunu bilmediğimden, pek de anlamlandıramadığım ama geleneksel bişiyler diye tahmin ettiğim etkinlik için, üniversitedeki sınıflardan birine yerleşmiş, gösterinin başlamasını bekliyorduk. Herkes yerleşip ışıklar söndürüldükten sonra, aman tanrım! Birden içeriye siyah pelerinlerine sarılmış, ellerinde yine siyah renkli gitarlarıyla, 7-8 tane kara yağız delikanlı daldı. Vohahovvv! tarzı sulu bağırışmaların ardından, o gece bizlere enfes bir fado konseri verdiler.. Ve işte ben o günden sonra tam bir fado hastası insan haline geldim. Nitekim Porto'da son günümüz olan ertesi gün, sanki Lizbon'da ya da dünyanın başka herhangi bir yerinde:P bulamayacakmışız gibi, alelacele bir yerlere dalıp fado cd'si alıp, şehirden öyle ayrılmıştık. Doğuş nedeni midir, ya da benim evvelden bu bir takım latin ezgileri duyunca kendimden geçişim midir hastalığımın sebebi, bilemiyorum.. Velhasıl, fado, Portekizce "kader" demekmiş ve Portekizli kadınların, gidip de geri dönemeyen denizci kocalarının ardından, denize karşı yaktıkları ağıtlarmış.. Çok içli değil mi ama?
Günümüze gelirsek, ben fado sevdalısı biri olarak, geçtiğimiz hafta arası Umut'un Opera'daki fado konseri haberini vermesi, benim bi türlü adliyeden iki dakka mesafelik yola gidemeyişim, ve "ez yuujıl" işi son güne bırakışım, neyse ki, iki adet bilet bulabilişim.. Böylece, geçtiğimiz Cumartesi gecesi, konser için, Opera'daydık. Bu arada operaya da ilk gidişim. "Ay, şu yaşımıza geldik daha yeni gidiyoruz ayol" diye cıkcıklarken ben, "e opera yaşımız daha yeni geldi" dedi Umut ve ben nedense bu fikri hemen benimseyiverdim:) Bu operaya gidiş işi ayrı bir teraneymiş.. Bi kere şık olmak gerekiyormuş. Yani söleş gelenler de vardı ama şık olmak makbul, ben o gün bunu anladım, açık, net!
Balkonda en sondaki iki koltukta yerimizi aldık ve Portekiz Büyükelçiliği'nin desteğiyle düzenlenen bu enfes konserde, fadista Katia Guerreiro'nun muhteşem sesi, birbirinden değişik ve güzel, geleneksel ve modern fadolar, arkadaki Portekiz, klasik ve akustik gitarlarını coşturan müthiş amcalar, sahnedeki inanılmaz ışık ve renk oyunları ve dinleyici katkısı olarak da alkışlarımızla, nefis bir kaç saat yaşadık. Son fado, kraliçe Amalia Rodrigues'in anısına geldi.. Katia konseri harika bitirdi.. Hastasıyım, yine gelsin, yine gideceğim..

17 Eylül 2007

Acıların çocuğuyum..

Şu son bir kaç haftayı iç güveysinden ve Küçük Emrah'tan hallice geçirdiğime inanamıyorum yalebbim! Başıma gelenler pişmiş tavık başına gelmiş midir allaaaam? Bunu hak etmek için ne yaptım dostum Almodovar? Evet, neyse ya abartmayayım ve hayatımın ce(he)nneti (!) olan şu dönemi bir özetleyeyim öncelikle: Şimdi bi kere ben kaşındım ve doktora yapmak istedim bu yıl. Yani istiyordum hep aslında ama yüksek lisans biteli iki yıl geçmiş ve ben halen istiyorsam, gerçekten istiyorum demektir. Cümleyi anlayan beri gelsin. Neyse işte, güzel bir tatil yapmış bile olsam adli tatilde, oooh püfür püfür, yine de insanın yok özgeçmiş, yok niyet mektubu, yok "niyet ettim Allah rızası için doktoraya başvurmaya" geyikleri, yok referans mektupları, yok bilim sınavı ve mülakatlarla uğraşması, yorgunluk verici ve hatta bezdirici şeyler. Ama sonuçta ben Ankara Üniversitesi'nde doktoraya başlıyorum. Tabii, naylondernek'te kurduğum "heveslendiği her şey kıçında patlayanlar derneği"ni de burada anarak diyorum ki, süreç biraz acılı ve hatta kanlı oldu. Böyle oldu çünkü ben, ODTÜ'deki psikoloji lisans eğitimimin ardından, psikoterapistlik sevdasıyla, alana uzman yetiştirme amaçlı açılmış Hacettepe'deki "tezsiz klinik psikoloji" yüksek lisansıma, başlamadan önce herkese (yani hocalara) yan etkilerini ve özellikle doktorayı engelleyip engellemediğini sorarak ve örnekleriyle birlikte engellemeyeceği yanıtı alarak başladığımdan, bi güzel donanarak, memnuniyetle oradan çıktığımdan, ikinci yıl dersler devam ederken bir de resmi bir tez olmasa dahi aynı aşamalardan geçip ortaya ampirik bir araştırma koyduğumdan, ama resmi bir tez olmadığından, ıvır kıvır işte.. Tabii, yine de hocalar tezsiz programdan gelen öğrenciler konusunda daha temkinli davranıyorlarmış bizzat deneyimlediğim, hele de Ankara Üniversitesi'nde. Sonuç olarak da, öğrenci işleri konusunda üniversiteler arasında, insan hakları konusunda Türkiye'nin dünyadaki yeri sıralamasına yakın bir işleyişe sahip olan yeni okulcuğuma, tezsiz yüksek lisans yapma gafletinde bulunup alınmayacakken ve fakat bilim sınavındaki üstün:P performansım ve mülakatta hocaları muhteşem:p olumlu etkileyişim nedeniyle, bir nevi şartlı kabul alarak, bu dönem özel öğrenci olarak başlıyorum. Kabulün şartı ise, yine ampirik bir araştırma ortaya koyup, hocalara risörç bilgimi göstermem. Sonra sınavsız mülakatsız direkt kaydım yapılcak, tabi başarılı profil çizersem. Ayh, hakketen uzun bir süreçmiş, yazarken yoruldum ayol.. Neyse, yeni bir dönem başlıyor hayatımda, bakalım neler olacak? derrrken tam, geçen hafta arası, özel numaradan biri aradı beni. Özel numaradan çok aranıyorum işim dolayısıyla, ayrıca birlikte çalıştığım sosyal hizmet uzmanının telefonu da default olarak öyle. Neyse, zart diye çaldı ve ben de zart diye açtım telefonu. Açmaz olaydım. 30-35 yaşlarında, k'leri ghk diye çıkaran, tanımadığım bir erkek sesi, adımı söylemek, sonra adımın önüne bir takım küfürlü sıfatlar koyarak adımı söylemek, adımı bu küfürlerle bağırarak söylemek, işyerimin adını vermek, işyerimin detayını bildiğini belli etmek, ağza alınmayacak küfürlerle, tecavüz ve ölümle tehdit etmek suretiyle, tam manasıyla beni taciz etti ve çotaa! kapadı telefonu. İğrenç bir şeymiş bu. Bunu yapan it herifin teki, bunu biliyorum. Aklıma bir sürü seçenek geldi, kimseye de konduramıyorum bir yandan, muhtemelen mahkemeden (bundan bile emin olamıyorum ya) kuyruk acısıyla çıkmış ve kendisine "naptım lan ben" demeden yaşadıklarının sorumlusunu kolay yoldan buluverme gayreti içine girmiş, ancak tek gücü, gizliden küfür ve tehdit olan, kendisini ancak böyle ortaya koyabilen bir zavallı.. Tabii ki çok tedirgin ediciydi. Travma eğitimlerinde üzerinde çok durduğumuz, "dünyaya güven duyma" denen olgum tabii ki yerinden sarsılsa ve sadece bir tehdit diye geçiştirebilecek olsam bile, verdiği huzursuzluğu tarif edebilmem mümkün değil. Ama, bu herife birinin, her sıkıntısını öyle çözemeyeceğini, magandalık yapamayacağını, sorumluluklarını üstlenmesi gerektiğini ve kafasına estiği gibi davranamayacağını, hele de işini doğru düzgün yapmak için çabalayan bir kamu görevlisine (ki bu ben oluyorum) bunu hiç! yapamayacağını, hukuk diye, adalet diye bir şey olduğunu öğretmesi gerekmekte. Artık, ertesi gün savcıya bulunduğum suç duyurusu ile birlikte, 1 ay içinde kim olduğu tespit edilecek ve yasal süreç başlayacak. Derdi neymiş anlayacağız bakalım. Çok sinirliydim, neyse ki İstanbul'dan dostlarım geldiler hafta sonu ve çok eğlenceli bir hafta sonuna imza attık birlikte.. İyileştim. Yoğun geçecek bu haftanın ilk akşamında, dilimde "bu akşam bütün üniversitelerini dolaştım Ankara'nın" şarkısı, gözlerim faltaşı, ders programının detaylarını inceliyorum..
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...