30 Ağustos 2007

Assos Günlüğü

17 Ağustos, 2007-Cuma
Bu sabah Assos'a doğru yelken açmak için, erkenden (sabah 06.00!) kalkıp, Gökçeada'dan 07.00 vapuruyla ayrılabilmek adına limana koşturduk. "Yav ne iyi yaptık da erken kalktık" keyiflenmeleri eşliğinde yaylana yaylana yol alırken, durakta dolmuş bekleyen insanları, durmaksızın bizi sollayan araçları görünce, bu işte bir iş olduğunu, tek erken kalkanın biz olmadığını nihayetinde anladık ve önümüzdekilere "kaçıl!" diye bağırmak suretiyle, hızlıca, önce liman zannettiğimiz başka bir yola ve sonra hak yolu bulup doğru tarafa seyirttik. Amanın o da ne? Gökçeada'ya gelirkenki gibi, "acaba alacak mı bizi vapur, sığabilecek miyiz?" sorusunu aynen telaffuz etmekte idik. Bu arada delişmen de bir bilet kuyruğu oluşmuştu ki ben de inip, kuyruğun uzunluğuna baktıktan sonra ön tarafa gidip, "arabalar için de mi kuyruğa girmek gerekiyor?" diye gerizekalıca bir soru sorup, "evet, laynnn!" tadında aksi tonda cevaplar eşliğinde kuyruğun sonuna geçtim. Artık tam mı uyanamadım, yoksa zaten mi gerizekalıyım bilemiyiciim ama, insanlar barut fıçısı misali gişede tek memur olmasından ve yavaş ilerlemeden şikayet ederlerken, ben de diyaloglara karışıp, yüksek sesle, önce "yav 6 vapuru için 4'de mi kalkicaz hayret bişi, cık cık cık" dedim (zati 6 vapuru yok ki, dakkasında dank etti ama lafı ettiydik bi kere, önümdeki adam bi dönüp acıyarak bana baktı), sonra da "herkes biletini almadan vapur kalkmaz herhalde" cümlesinde "vapur" yerine "rapor" dedim! Hahhayt! :) Ne salak görünüyodum kimbilir.. Neyse, hemen başa çıkma mekanizmalarımı harekete geçirip, "millet daha uyuyo, annamamıştır işallah kimse" diye düşünüp kendimi avuttum. Kayık de bari, rapor denilir mi ayol vapura? Neyse, sonra şanslı biz sığdık el kadar vapura da, Çanakkale yoluna düştük. Amma velakin, Gökçeada'dan ayrılmayı hiç canımız çekmedi. Gökçeada'dan Çanakkale'ye dönüş için gerekli yolları aştıktan sonra, ver elini Assos! Yine yılan misali kıvrım kıvrım yolları arşınlayıp diğer adıyla Behramkale'ye geldik. Kadırga Koyu'ndaki Dolphin Pansiyon'a yerleştik. Yunus diye bir varlık olmasaymış dünyada isim bulma, tasarım konusunda filan çok acı çekecekmişiz. Her şeyin adı dolphin mi olur kardeşim? Hele yunuslu yüzükleri hiç sevmem. Neyse, bir öncekiyle hemen hemen aynı formattaki pansiyonun hemen önünde yer alan ve koy boyunca sıralanmış her pansiyonca bir takım atraksiyonlarla parça pincik bölünmüş (yok renkli minder, yok işaretli şemsiyeler) kumsalda ikindi vaktine dek yatışşş. Bu esnada, bir adet yer kapma kavgasına tanık oluş. Bir de Ülker Teyze formatında bir teyzenin, bir kıza, yüksek ve kart sesiyle, kız sormadığı halde Cuma günü olması münasebetiyle ibadetini yapıp da plaja indiğini anlatması, elbisesini çıkarıp, mayosunu düzeltirken, "o iş ayrı bu iş ayrı" diye vıdı vıdı konuşurkenki sevimliliği. Sonra bir adet kendine getirici duş ve iskeleye/antik limana gidiş.. Liman çok renkliydi.


Denize nazır bişiyler içtik oturup, sonra da iskele keşfine yöneldik. Arka taraftaki taş otelleri ve "camping"leri çok beğendik, fiyatları da el yakmayan cinstenmiş, soruşturduk, bir dahaki sefere burada kalalım dedik. Sonra ışıklı ortamlarda abuk subuk birbirimizi fotoğrafladık, "siz mi uydurdunuz bunu?" dediğim dondurmacıdan azar da işitmek suretiyle bir acayip dondurma yedik, ağzı burnu çikolataya buladık.


Hava kararmadan o ip gibi yollardan dönelim diye, çok geç olmadan yola düştük, antik tiyatroya, kale kırıntılarına, harika manzaralara şaştık, kaldık. Akşam yemeği saatini yakalayıp, salata tabağındaki marulları, domatesleri uçuran rüzgar eşliğinde balığımızı tırtıkladık. Bira keyfiyle loş ışıkta kitap okuduk. Uyku vakti gelince, odanın duvarında ne aradığını anlayamadığım ve hiç mi hiç hazzetmediğim elöpen denen sürüngeni öldürmeye kıyamayınca (ya da yakalayamayacağımızı anlayınca mı demeli?) pansiyonun sahibini çağırdık. Minnacık sürüngenden korkup kendisini çağırdığımıza gülen ama başarılı bir hareketle penye bir kumaş içine hayvanı hapsederek iki adım ötedeki otların arasına bırakarak "oldu mu len akıllı bıdık?" dedirten sahip, sonra bize sık sık karşılaştığı yılan ve akreplerden bahsederek ve ardından da elindeki spreyi kapı girişine sıkarak uykumuzu açınca rüzgarda epey daha muhabbet ettik. Öğlen, Assos'a ilk geldiğimiz bir kaç saat içinde, sıklıkla birbirimize bakıp "cık! ay Assos böyle bi yer miymiş" abuklamalarımızı artık dillendirmedik, anlaşılan biz burayı da sevmiş, gönülden benimsemiştik...

18 Ağustos, 2007-Cumartesi
Bu sabah kahvaltıda yine bıkbıklayıp, cıkcıkladık. "Yav Ege burası, domatesin üzerine biraz kekik serpersin, üstüne zeytinyağı gezdirirsin" dedik, bu tür işletmelerde bazı ufak detaylara özenmenin hem fiziksel, hem ruhsal ortamı nasıl değiştirebileceğinden dem vurduk, ahkam kestik, tabii birbirimize.. Sahibe teyze biraz sert hatundu, tokatlar filan:P Saat 15.00'e dek yine deniz-güneş-kum üçlüsü ardından, Kaz Dağları'nın büyüsünü ve civardaki eski Rum köylerini keşfetmek üzere yola koyulduk. Bugün çok güzeldi yav. Hayatımda hiç bu kadar oksijene boğulmuş muyumdur, hiç bu kadar yeşile gark olmuş muyumdur, alabildiğince deniz görüntüsüne hapsolmuş muyumdur, ve tüm bunların neticesinde bünyede acayipleşme yaşayıp bu kadar şımarmış mıyımdır? Zım zım sesiyle yola düşüşümüz ve arka taraftaki kamping alanları ve masmavi deniz boyunca Küçükkuyu'ya varışımızın ardından, Adatepe köyüne çıkmadan önce, ilk olarak Zeus Altarı'nda dolandık. Eski adamlar ağızlarının tadını bilmişler, en kutsal saydıklarını en güzel yerlere kondurmuşlar, törenlerini burada yapmışlar. Edremit Körfezi ayaklarımızın altında.


Tanrı Zeus'un Hera'ya burada aşık olmasında fazlaca bir normallik yok mu zaten? Çok güzeldi ta ki Reha Muhtar tadında rahatsızlık verici bir ses tonu ve heyecanla ziyaretçilerin altarı nasıl mahvettiklerini anlatan bir muhabirin susmayacağını ve bu sesi daha fazla çekemeyeceğimizi anlayana dek, yoksa biraz daha kalabilirdik. Ter dökerek tırmandığımız yoldan bu sefer rahatça geri döndük. Bir kaç dakika sonra Adatepe'ye vardığımızda bu kez bizi başka bir sürpriz bekliyordu: taş evleriyle nefis bir görüntü sergileyen sessiz, huzur dolu bir köy.. Her yer zeytin ağaçlarıyla bezeli...


Önce köy meydanında, çiçekli masa örtüleriyle bezenmiş tahta masalara yayılıp, limonata ile serinledik, ardından uzun uzun çay keyfi yaptık.


Sonra köy keşfine çıktık. Ortalıkta çıt yok. Arada bir köpek havlamaları duyuluyor. Güzel güzel evler.. Hüseyin Meral Zeytinyağı ve Sanat Evi'yle burun buruna geldik. Hüseyin Bey olduğunu tahmin ettiğim kibar bir adam, evin içine girmemizi, eşinin henüz gelmiş kişilere üretimle ilgili bilgi verdiğini söyledi. Girdik, ben tabii Anadolu bozkırlarından kopup gelmiş bir çocuk, zeytinyağından ne anlarım? Umut'a kadehte zeytinyağı ikram edildi. Tattı. Bizden hemen önce gelmiş olan, fazla yapay kokan bir entelektüellikle "oğğğ dets veriyyy nağyyysss" diyen ve istese 50 şişe zeytinyağını ABD'ye gönderip gönderemeyeceklerini soran, akademisyen olduğunu tahmin ettiğimiz ve yandan yemiş Einstein modeli saçlarını sağa sola savurup, elindeki kadehi koklayarak bir yandan da eşinin söylediklerine "salak mısın? pışşşııııkkk!" tadında ters cevaplar veren amcaya daha fazla tahammül edemeyip dışarı çıktık. Hüseyin Bey'in, hoş ve kibar eşi, adamın türkçe-ingilizce karışımı sorularına daha ne kadar maruz kaldı bilmem. Ben tabii kapı hastası. Buna bayıldım işte: Çok yaratıcı!


Köyde bir süre daha turlayıp, eski köy ilkokulunun felsefe, edebiyat, sanat seminerlerine ev sahipliğini yaptığı meşhur Taş Mektep'e kadar çıkıp, manzara seyrinin ardından, diğer oksijen/keyif/huzur/zeytin/eski Rum evleri/sıcaklık dolu köye, Yeşilyurt'a yollandık. Oraya da iki misli bayıldık.


Akşam serinliğinde kapı önlerinde oturan ya da kahvede çayını yudumlayan candan köy halkı, erişte, tarhana, reçel tezgahları kurmuş teyzeler, Adatepe'ye oranla daha bakımlı evler... Her zaman olduğu gibi köy meydanındaki çay bahçesinde oturup, "buralara yerleşmeli, vidi vidi vidi" dedik, masadan masaya sevimli ve yaşlı amcalarla sohbetler ettik. Uzun, ince, kıvrımlı yollardan geri dönerek, Athena Tapınağı'nı görmeden gitmeyelim istedik. Farkında olmadan, görülmesi en münasip saatte gelmiştik sanırım, rüzgara direne direne.. Hakikaten, dünyada güneşin en güzel battığı yer burası olabilir mi acaba?


"Ya of yarın dönüyor muyuz yani?" sızlanmalarıyla pansiyona dönüp, salatamızı haşin rüzgarla paylaşmama telaşesi içinde köftelerimizi yuttuk, biramızı yudumladık. Yarın uzun, yorucu ama güzel olacağını umduğum bir yolculuk bizi bekliyor: Assos'tan çıkıp, Edremit Körfezi boyunca ilerleyerek, Altınoluk, Akçay, Ören'i geçip Ayvalık'ta tostlara yumulup, akşam 9'da Ankara'ya doğru yola koyulacağız. Kendim yazdığım "dı oricinıl" bir cümleyle bu tatile veda etmek isterim: Hey Esteban, tatil finito!

29 Ağustos 2007

Gökçeada Günlüğü

14 Ağustos, 2007-Salı
Benim Aslı, "git git bitmiyo" derdi Çanakkale için, hakikaten öyleymiş.. Yerine yerleşememeli-rahat edememeli, 10 saat süren yolculuk sonrası otobüsten indiğimde ayaklarım tam anlamıyla pide gibi, kocamandı; alerjim de azıttı, iyi mi? Nasıl bir burun akıntısı belli değil. Neyse ki Umut 15 dakika içinde geldi ve "Gökçeada'ya nasıl gidilir?" konulu yolculuğumuza başladık. Çanakkale'den Eceabat'a geldik, ordan Kabatepe Limanı'na.. Böyle miydi ki? Niye yer-yön zerzevatım yok benim? Vapur yolculuğu güzeldi, bir sürü plan, son iki haftadır yapılanlar, edilenler, onlar tüketilince de 1 haftayı dolduracak çetinlikteki yazılarla dolu Radikal 2 üzerinden tartışmalar. Ortak noktaya varamamak, böylece hiç sıkılmamak, habire atmak-tutmak. Konuştuklarımızdan Abdullah Gül ve Yaşar Büyükanıt haberdar mıdır? Neyse, ada göründüğünde "taytanik" misali görüntüler sergiledik. Kocaman bir ada, boz.


Bakalım içi nasıl? diye düşündüm, okuduklarım gibi mi? Sonra vapurdan atladık ve zım zım zım zım yola düştük. Gökçeada merkezini geçip, Kaleköy'deki Sahil Motel'e vardığımızda acıkmış ve yorgunduk. Sevimli, basit, beyaz, bahçesi topkadife bezeli, sıcak bir pansiyon.. Kışları Eryaman'da oturup, yazları Gökçeada'da pansiyon işleten, oğul garsonluk, baba temizlik, anne aşçılık yaparken birbirleriyle tatlı tatlı didişen, çatalı unutunca elli kez özür dileyebilen, bir sevimli aile. Odaya yerleşip, iki lokma yemekten sonra, ada keşfine başladık. Kıvrım kıvrım, daracık yollar.. Habire ağzında bir şeyler geveleyen, sakallı, çirkin, ama yine de "ahaha şuna bak!" tepkisi verdirten dağ keçileri..


Camlar sonuna kadar açık, yüzümüzde Gökçeada rüzgarı... Bir de torpido gözünden rembetiko cd'si çıkmaz mı? Nasıl keyifliyiz! Önce Gizli Liman'a gittik. Tepemizde güneş, yerde kızgın kum, masmavi deniz.. Ama bagajdan çıkan şemsiye Gökçeada'nın haşin rüzgarına dayanamayıp pişmemize ramak kala, "yok" dedik, arabaya atlayıp, önce Laz Koyu'na gittik, orası da gayet muhterem ve muhteşemdi, "ama önce keşfetsek her yeri" dedik, ve devam edip "bizim gubidik bakanlığın gubidik tesislerine de göz atalım" dedik. Dediğimiz gibi gubidik cevaplarla karşılaştık, "burada kalınmasa da plajı kullanılabilir ama her şey sayılı, giremezsiniz" cevabını yedik, "peki dostum, hey man!" dedik. Sonra sanırım yaklaşık 20 dakika tek bir canlıya diyeceğim ama, keçiler vardı, tek bir araca-insana rastlamadan daracık ve kıvrımlı yollarda ilerledik, Aydıncık Plajı'na vardık. Hem Umut'un sörf okulu da buradaymış zati. 1-2 saat kaldık plajda. Nasıl sakin, dingin ortalık. Evet, tatili sabaha kadar dans-eğlence-hareket-aksiyon gibi algılamayan zihniyet için doğru yer Gökçeada. Daha gezeceğim, göreceğim.. Akşam üzeri, plajdan kalkıp, köylere doğru yol almaya başladık. Böylece de ilk günümüzde adanın çevresini (26 km. miydi?) bir turlamış olduk. İlk adresimiz Zeytinliköy oldu.. Tam şenlik vaktine denk getirip de Gökçeada'ya geldiğimiz için, yollar İstanbul'dan, Yunanistan'dan gelen araçlarla dolu..


Zeytinliköy'e girişte arabayı park edip, başka bir kültüre yelken açacakken, sonradan adının Yanni olduğunu öğrendiğimiz ihtiyar amcamızla karşılaştık. Pek tabii ki, temel sosyalleşme insanı, her gördüğüne selam veren, gülücükler saçan Umut, "iyi akşamlar amcacığım, Gökçeada'daki köylerin en büyüğü burası mı?"diye sorup, amcadan da en huysuz sesle, "ne bileyim ben canım, mezurayla mı ölçtüm?" diye yanıt alınca, Umut'un suratı, önce üçte bir oranında; bizimle paralel yürüyen amca, oğluna ait olduğunu da sonradan öğrendiğimiz kahveye oturduğumuzda bize yine aksi davranıp masaya oturtmak istemeyince (meğer orası onun köşesiymiş, ben de böyle buyrun diye başka bi yer göstermiş idim nezaketten kırılarak) üçte iki oranında; ve Umut sigara ikram edip de amca bize pis bir bakış atıp "yuh artık ayılar, hazzetmedim sizden" misali içeri kaçınca üçte üç oranında, yani tümüyle asılıverdi. Resmen sarardı soldu Umut yaa, "yavrım, hayatında ilk kez mi terslendin?" diyorum, ses yok. Ama adamımı tanıdığım kadarıyla, hayatında ilk olabilir. Neyse, Madam'ın Kahvesi'nde meşhur dibek kahvesini yudumladık. Madam 2004'te ölünce uçak mühendisi olan oğlu işletmeye başlamış kahveyi.. Madamın kocası olan bizim Yanni amcada da hafif demans belirtileri ortaya çıkınca (ki anlamıştım ben cingöz:P) işler biraz zorlaşmış sanırım. Yanni amcam, yardım edeceğim diye, temiz bulaşıkları kirlilerle filan karıştırıyormuş, bunlar dedikodu kısmı. Kahvemizi yudumlarken, evlerin balkonundan gelen Rumca konuşmalar, en çok hazzettiğim üstüne ısrarla bastırılan r'ler, "len köy teyzesi böyle mi olur?" dediğim şık hanımefendiler, Rumca konuşarak gelen çiftin, birini görüp Türkçe konuşmaya geçmesi, feci bilingual bir ortam, ama gözlemlemek nasıl keyifli. Ordan kalkıp, girişte tabelasını gördüğümüz Beşiktaşlı Hristo'ya gittik, tatlı yemeye.. Orada, ben dondurmalısından, Umut dondurmasızından sakızlı muhallebileri mideye indirdikten sonra, "yav bu işte bir yanlışlık mı var? Yemek-tatlı-kahve iken, biz ne yaptık?" derkene, hayatında ilk kez terslenmiş ve kolu kanadı kırık serçe misali etrafa ürkek bakışlar atan ve sürekli "kültür şoku yaşıyorum" diyen Umut, Hristo amca ve karısıyla muhabbeti ilerletip, ilgi görüp, yarınki şenlikle ilgili bilgiler öğrendikçe eski halini almaya başladı:) Hristo amca ve karısından "yarınki şenlikler nasıl olur?" konulu kısa bilgi alımımızdan sonra, oradan kalktık ve akşam yemeğimizi Barba Yorgo'nun köy meydanına kurulu tavernasında yemek üzere, Tepeköy'e doğru yola çıktık. Tabii ki hem ünü hem de bayram zamanı olması dolayısıyla ortalık tıklım tıklımdı ve biz garsonlardan birinin önüne dikilip "biz geldik ama rezervasyonumuz yok" diyerek en tatlı gülücüğümüzü takındık. Garson (garson gibi de değiller aslında Yorgo'nun yeğenleri tadında genç dinamik çocuklar) bize "Türksünüz değil mi?" bakışı attıktan sonra, "sizinle Taki Bey ilgilenecek" dedi. Taki de sağolsun bize hemen üst üste yığılmış plastik masalardan birini iki kişilik olacak şekilde ayarlayıverdi.


Koca ve kalabalık köy meydanında ev yapımı şarabımızı yudumlayıp, yunan salatası, lakerda ve yunan cacığımıza sonrasında da nefis ızgaralarımıza yumulup, fondaki yunan müziğine eşlik etmeye çalışıp, rüzgarla ürperirken... her şey harikaydı, zaten tatilin ilk gününe de bu yaraşırdı...


15 Ağustos, 2007-Çarşamba
Bu sabah çok güldüm. Dün gece şoktan şoka koşan Umut, sabahleyin asimile olmaya hazır biçimde gözlerini kocaman açıp, "bugün bayram!" diye bölererek uyandı, suratında koca bir gülümseme.. Kahvaltımızı yapıp, Aydıncık plajına koşturduk ve tüm gün plajda malak gibi yattık. "Pişt, sörf yapmicak misin?" diye arada dürtüklediğim Umut, bir ara "ben bir bakayım" diye gidip, sonra belinde bişiy takılı geri döndü, meğer o da sörf bişiysiymiş. Türklere ait, Rum yerleşkesi olan Gökçeada'da, Bulgarların açtığı ve İngilizce konuşulan sörf okuluna ait tahtayla açık denizde bir oraya bir buraya gidip geldi, düşe kalka:) Azıcık insan var zati plajda, herkesin muhabbetlerine kulak misafiri olduk, ister istemez. Arkada çoluk çocuk sörf yapan bir grup var, helal dedim başka da bişiy diyemedim zaten. Dün Hristo amca bize "acıkınca Tepeköy'e gidin" demişti ama kıçımızı kaldırmaya üşenip, cankfuud tüketimi yaptık. Tabii yine 5 gibi kalktık ve Tepeköy'e koyulduk, dün gece vakti gördüğümüz köyü, bugün aydınlıkta keşfedelim istedik. Önce köy meydanındaki kahvede bir şeyler içelim dedik. Burada kahve işleten amcaların müşteri memnuniyeti gibi bir dertleri hiç yok valla, hepsi hafif aksi:) Sonra bol bol fotoğraf çektik, kapı hastası ben hepsi envai çeşit olan kapıları fotoğrafladım. Çok seviyorum bu Rum işi rengarenk kapıları ya.. Yoldan geçen bir amcaya selam veren Umut'un yön sorması üzerine hafif muhabbetleştiğimiz sevimli amca Hristo, başta çekinik davransa da, açıldı muhabbette ve hatta sonra Umut'un ortadan kaybolduğu bir ara incelediğim kapılardan birinden çıkıp, kendi bahçesinin sarı mürdüm eriklerinden bile ikram etti. Bir yandan ceplerimi erikle doldururken, bir yandan da madamı rahatsızlandığından, kışları oturdukları Atina'dan geç gelebildiklerini öğrendim bu yaz buraya.


Karnımız guruldadığında, bu akşam da çok canımız çekmesine rağmen Barba Yorgo'da bugün için iki ay öncesinden rezervasyon yaptırmak gerektiğini öğrendiğimizden, köyün girişindeki ışıl ışıl Eleni Restoran'da yemeğimizi yedik.


Atraksiyon başlamış mı merakıyla meydana döndüğümüzde, tabak çatal sesleri, müzik ve kahkaha sesleri rüzgara karışmıştı çoktan. Bulduğumuz bir bankta otururken, dün karşılaştığımız motosikletli orta yaşlı çift yanımıza geldi, epey de onlarla konuştuk. Umut çekiştirmese, ben daha aile mahkemelerinin detayını filan anlatacaktım ama, götürüldüğüm yer, yemekten önce karşılaştığımız Umut'un iş arkadaşları Erhan ve Bora'nın oturdukları nadide bir meydan masası olunca, oeeehhh dedim, biri girişte ve biri yemekte olmak üzere içtiğim iki biranın üstüne iki-üç kadeh daha Barba Yorgo şarabı eklenince, alkol eşiği zaten yerlerde bir insan olarak, rüzgarın da etkisiyle kendimi tüy kadar hafif hissettim.


Uçtum hakikaten, mesela dans edenleri ne kadar süre izlediğimizi filan hatırlamıyorum. Pansiyona nasıl döndüğümüzü de...

16 Ağustos, 2007-Perşembe
Bugün sabah rotamız yine aynıydı, Gökçeada'nın merkezinden gazete almak (gazete öğlene ancak geliyor gerçi), para çekmek ya da başka ıvır kıvır amaçlı ufak bir ziyaret ve ver elini Aydıncık.. Deniz-güneş-kum.. Bugün daha rüzgarlıydı hava, ohh püfür püfür.. Son yazılarını okuduğum Radikal 2 elimden uçup denize yuvarlandı ve ıslak kağıt topağı olarak geri döndü, buna da çok güldüm niyeyse. Sonra ilginç bişiy oldu. Yunan şebekesiyle çalışan (Cosmote) fi tarihinden kalma telefonumu ayarladıktan sonra, ki çantamın yanına koymuştum, saate bakmak için kendisine eğildiğimde ortalıkta yoktu! Yaklaşık 1 saat, tüm çantaları boşaltmak, sağa sola bakmak, akıl yürütmek ve hatta şezlongları iki yana çekip, kumları eşelemek suretiyle telefonumu aradık, yok! Zaten 4 yıldır kullanıyorum, zaten herkes gülüyodu, zaten kafayı yemişti gibi konuşurken, meğer çantamın sapına kaçmış. Benim öyle bi çanta sapım var işte. Umut çantama bakıp düşünürken buldu, buna da çok güldük. Ota boka gülüyoruz zaten artık. "Bugün çok rüzgarlı, ben sörfemem" diyen ama hafiften benden uzaklaşıp sörfçülere doğru yanaşmaya başlayan Umut, yine 2 dakka sonra "ben sörfteyim" diye geldi. Daha rüzgarlı olmasına karşın, dünkünden çok daha iyi ve artistik hareketlerle bir saat açık denizde cebelleşti, düşmeden. Kulak misafiri olduğumuz grubun en iyilerinden biri açık denizde yunan sularına doğru ilerleyip geri dönemeyip motorla toplanıp getirildiğinden, ben de hem fotoğrafladım, hem de gözlüklerinin üstünden endişeli bakışlar atan anne modeli çocuğumu gözlemledim:) Buna da çok güldük, yine-yeniden. "Gökçeada: Sıradan İnsanların Öyküleri"ni okuyup iyice saplandık buraya. Akşam üzeri toparlanıp, bu kez hayalet köy denen Dereköy'e gittik. Köyün girişinde ablası ve babasıyla birlikte ada kekiği, böğürtlen, karadut reçeli satan, Trabzon Çaykara'dan buraya gelmiş olan, 9 yaşındaki Handan bize rehberlik yaptı, bir limonata karşılığında hem de.


Bilmediği yoktu, o yüzden epey şey döktürdü, sevimli! Önce köy kahvesinde çay içtik. Ardından artık kullanılmayan çamaşırhaneyi, zeytinyağı fabrikasını gezdik. Çamaşırhane tıpkı babaannemin masallarındaki gibiydi, karanlık ve cinli-perili:)


Açık cezaevi kondurulduktan sonra huzurun nasıl kaçtığını/kaçırıldığını, köylülerin birer ikişer, bir zamanlar 2500 hanesiyle Türkiye'nin en büyük köyü olan yurtlarını terk ettiklerini; sonradan "adanın Türkleştirilmesi" için (bkz. DTO-Dünya Türk Olsun) yerleştirilen Karadenizlilerin, Güneydoğu'dan gelenlerin, birbirleriyle dahi kaynaşamadıklarını, besmelesiz kesilen bayram etinin yenmediğini iç sıkıntısıyla dinledik, önceden duyduklarımızı görsel öğelerle bezedik. Kilisenin çanları hırsızlarca çalınınca takılan alarmı, kahvede muhabbet eden kederli yüzlü zangoçu gördük. Sonra mezarlığa da bir iki bakış atıp, son gaz Zeytinliköy'e geldik, capcanlı Zeytinliköy'e. Girişte biraz standlara takılıp, sonra guruldayan karnımızı susturmak için Madam Evstratia'nın Cicirya Restoranı'na girdik. Cicirya yedik, vişinada içtik. Son kez tatlı yemek ve dibek kahvesi içmek için meydana gittik. Balkonlardan gelen sesler, rüzgar ve kahkahalar eşliğinde Gökçeada'da son akşamımızı geçirdik, birbirimizi bayana kadar "ben buradan gitmek istemiyorum" dedik. Yarın sabah 6'da kalkıp, yola düşmeli, 7 vapuruna yetişmeliyiz. Ama benim kalbim çoktan Gökçeada'da takıldı, kaldı...

13 Ağustos 2007

Yazarımız elegimsagma, yıllık izninin bir bölümünü kullanmak üzere gündem dışı olduğundan, yazılarına bir süre ara vermiştir. Bilgilerinize...

12 Ağustos 2007

Ayaş'ta "moleneksel" bir nişan töreni...

Dün akşam üzeri, çocuklukta bir süre idolüm olmuş olan, babamın kuzeninin kızı, e benim de bi şekilde kuzenim olan, aile içinde adı, doğumundan kısa süre önce vefat eden Bekir büyükbabamızı anmak üzere "Bekriye" olarak konmuş ama eğitim ve sosyal yaşantısında mantıklı olarak Esra'yı kullanmış, benim için "Bekriş ablam" olan kuzenciğimizin nişanına katılmak için Ayaş'a gittik kardeşimle.. Öf, ne gereksiz detaylarım var. Aslında başta epey direnmiştik gitmemek için. Ama hem annem ve babamın "temsiliyet ısrarları", hem henüz aleme ilan bir nişan töreni görmemiş olmam, hem de içten içe, aman tanrım(!) 30'u bile çoktan doldurmuş olan, e tabe yıllardır evlenmesi beklenen, "avkat isiyin" ve "sevüm"ün ev sahipliği yaptığı, dolayısıyla da kuvvetle muhtemelen ardından epey konuşulacak olan havuz başında yapılacak olan bu nişanı merak edişimiz nedeniyle, çöl sıcaklarıyla düştük yollara. Külüstür ötesi Ayaş otobüslerinde, elbette sıfır klima ve üstelik koltuğun yukarısından hörüldeyen soğutucular (bu mu ki teknik adı?) olmadığından, su bir ara göz kırpıp sonra hemen kaçıp gittiğinden duş da alamayıp çıktığımızdan ve püürepostismenistürüyyalsendıromumuyiyim dolayısıyla zaten afacanlar basmış olduğundan, bi ara tieyyyttt diye bağırasım geldiyse de tuttum kendimi azap 1 saat boyunca. Anneannemin eve tırmandık, hoşbeşleştik, hazırlandık ve dayımlarla birlikte, Ayaşlı ahalinin "nambırvan" düğün mekanı, ilçenin hemen girişindeki belediyeye ait açık havuza gittik. Yaklaştıkça kulağımızda çınlayan dingdararung sesleri eşliğinde açık havada pasparlak, rengarenk balonlarla süslenmiş, ışıklandırılmış mekana girdik ve 55bin el öpmek suratiyle nihayetinde kendimize oturacak bir yer bulduk. Ve efenim, babamın ifadesiyle "cimcalaboz" kardeşim ve benim için seyir başladı: Ortalıkta, yakalarına iğnelenmiş, ucuca eklenmiş, iki metreyi bulan, 100 dolarlarla oynayan güzel mi güzel bir gelin ve bir damat; Seda Sayan misali, kalça-göbek kıvırmadan yürüyemediği anlaşılan ve estirdiği hava ve "len buralar na böööle benim olcek" hallerinden "görümce" olduğu tahmin edilip sağlaması yapılan ve gece boyu oturmayan/oynayan bir hatun; son derece ihtişamlı tıvaaaletler, pasparlak kumaşlardan elbiseler, tavus kuşu modeli saçlar, en moderninden fönler, iki karış yükseklikte topuklar; efenim, henüz gelin ve damat mertebesine ulaşamamış "kız" ve "oğlan" dans ederken tepelerinden saçalanan gül yaprakları, üstlerine sıkılan, sonradan "dans ederken tepeden kar yağdırma konsepti" olduğunu anladığımız spreyler, kocaman pasparlak yanan maytaplar ve gece sonunda havai fişek gösterisi.. Bunlar Ayaş'ta bir nişan için fazla "modern" (!) görünümler. Gelelim "geleneksel" kısma: kuru pasta-gazoz:), orkestra, şarkıcımsı ve takı töreni... Müziğe bakarsak, ben böyle şarkı sözleri ne duydum ne hayal edebildim, bu havuz başı işini en son 98'de ortanca dayım evlenirken görmüş, sonra da bir kaç düğüne gitmiştim ama hızla gelişen Ayaş düğün müziği piyasası ben takip etmeyeli epey coşmuş: ringo ringo şişeleeeeeerrrrr (burada ahali elleri kaldırır ve kendi etrafında döner), piçipiçipiçipiçieeeyhhh, bana gız yolla gız yolla falan filan ama asıl kopuş noktam, enternasyonal tarafından şudur:
yunanistan gızları
vay vay vay vay
ne don giyer ne fistan
vay vay vay vay
Takılar: anneden lazer bilezik (yoksa gazel bilezik mi, tam anlayamamış olabilirim), kelepçe (pardon?!?), bilmemne burmaları, bilmemkim sarmaları filan.. Takılar takılıp, elleri havada gıykk bir sesle şarkı söyleyen ve "alkieeeşşş" diye bağıran assolist amcaya sinsice yaklaşan damadın annesi, adama bir metre uzunluğunda yine ucuca eklenmiş yüzlükleri takıp da amcanın ses gıykkk gıykkk gidip geldikten sonra dedik "işlem tamam abi, bu yıl bunun muhabbeti millete yeter". Velhasıl, vih'li, gı'lı konuşmalar, eltisi gelmiş, yok şu gelmemiş, Ayaşlı-Kırıkkaleli adetleri muhabbetleri, kim ne taktı dedikoduları, halaylar, ortalıkta koşturan gelinlikli kız çocukları, karşılıklı göbek atan makyajlı-türbanlı/karpuz kollu balo elbiseli hatunlar, ritmik ayak danslı "erkekegemenimsi" gençler, höpürdetilen gazozlar, "bi gıymalı pide-ayran yaptırılımış oğğğlll" deyişleri, iyi dilekler, güzel temenniler derken bizim geleneksel ve/veya modern nişan törenimiz de günün son saatine yaklaşırken nihayete erdi.. Geriye, büyükbabacığımın davarevi girişinde kurduğu kocaman salıncakta "kim ayağını çatıya değdirebilecek" yarışı yaptığımız, kocaman leğene su koyup bebek yüzdürdüğümüz, kaş'ta oynarken kim düşer diye endişelendiğimiz, evcilikte "bekriş abla"yla olalım diye kastığımız, amcamın kamerasına "selam ben rabia, selam ben bekriye, eki eki" diye öttüğümüz, onun ergenliğe girişiyle "niye bizimle oynamıyor ki" diye üzülüp sonra biz küçükleri ekmeye başlayınca durumu anladığımız, kısacık sohbetlere sevgili muhabbetleri sıkıştırdığımız, halen az da olsa, duruşması olduğu zamanlarda adliyede karşılaşıp koridorun iki ucundan koşarak sarıldığımız günler kaldı...

09 Ağustos 2007

Kuyu başı kadınları...

Yeni eğlencemiz arka bahçedeki kuyu. Tabii kuyu deyince herkesin aklına böyle dipsiz mipsiz bir şey geliyor ama bizim kuyu biraz postmodern.. İçinde yosunlaşmış büyük taşlar, tenekeler var, dipsiz değil, karanlık hiç değil, ne gizemli ne korkunç, ama adı kuyu. Ve şu aralar bizim buraların en sevileni, su çekildikçe daha da üretiyor, doğurgan, üretken, anaç ve şefkatli. Henüz kimseye zarar vermedi, çocuklar etrafında pır dönse de hiç birini kucağına almadı, habire emziriyor bizi, yorulmuyor, doyuruyor:P Bildiğin anne yani! Biz de kardeşimle, suyumuz bittikçe, alıyoruz minik kovayı ve vileda kovasını (bu mu ki adı?) haydeee gidiyoruz arka bahçemize. Tabii biz yandaki madam lulular gibi, karpuz kollu elbiseler ve geniş şapkalarla değil, kesilmiş kottan şortlarımız, tişörtlerimiz, saç tepeye dolandırılmış, parmak arası terliklerimizle pespaye pespaye, şıpır şıpır gidiyoruz. Allahtan öyle gidiyoruz, çünkü kovayı yukarı çekene dek, gülmekten kopacağız diye sağa sola çarpa çarpa ve yarısını -yannışlıkla tabi- ayaklara döküp zemindeki toprağı çamur şeklinde bacaklara sıvayarak suyu alabiliyoruz. Eve gelince de el-yüz-diş suyumuzu ayakları temizlemek için kullanıyoruz. Tekniği ilerletmek gerek, önce hızla kovayı kuyuya fırlatmak gerek, iyice su alsın diye uzun ağaç parçasıyla kovayı dibe daldırmaya çalışırken kardeşin "ahihihi gözlüğüm düşermiş, hihi" demesini engellemek, çekerken çığlık ve kahkaha atmayı kesmek, ciddiyeti korumak ve de kapıdan çıkarken özenle hazırlanmış "tam tam ta tam ta tam tam, mahsun beni taksime götür nolur gitmem lazım sen götür beni mahsuuuuuuuun" diye avaz avaz bi şarkıyla yola düşmemek lazım...
Param yok!

08 Ağustos 2007

Asabiyim!

Off malum su meselesi.. Sular kesik.. Susuz yaz.. Su hayattır.. türevi cümlelerle başlayıp, ailecek, hatta apartmancak ve hatta mahallecek, ve dahası bence Ankaracak gümbür gümbür küfrediyoruz! Neyse ki, bizim apartman tam bir şen dullar apartmanı olduğundan, çalışma odasının yandan yemişi tadındaki odamızın baktığı apartmanın arka tarafındaki kuyu envai çeşit mahalle kavgalarının nedeni ve tanığı olmakta.. Yani, yıldız savaşlarından aşağı kalır yanı olmayan bir "su savaşları" dönemine girmiş bulunmaktayız, aman yalebbim diyerekten.. Dün biz de ilk kez kuyudan su çektik, çünkü tuvalete kullanacak suyumuz kalmadı. Şimdi ben bu yazıyı yazarken, karşı apartmandaki suratsız teyze ve kocası gizli gizli su çekme telaşındalar.. Yönetici fark etse nasıl kaçacaklar bilmem:) Ayrıca aldığımdan beri "off, vur deyince öldürüyorum ben yav" diye çok büyük olmasından yakındığım musluklu bidonu almakla ne kadar iyi yaptığımı anlamış bulunmaktayız, el-yüz yıkama-diş fırçalama suyumuz halen var. Evet efendim, kontrole devam, başka nelerimiz var? Susuz 4. günümüzde, evimizde muhtemelen bolca mikrop, çamaşır sepetinde birikmiş kirli çamaşırlar, lavaboda birikmiş epey bir bulaşık, aklımızda "bu çiş yapar, bunu yemeyelim, şunu içmeyelim" bilgisi ve ruhlarımızda çaresizlik var, ehuhe.. aman ne komik. Ha tabii en önemlisi anasını, bacısını, emmi oğlunu sağa sola yerleştiren, ihaleleri tanıdıklık aracılığıyla halleden, şelale ve kavşak koleksiyonu gibi özel zevklere sahip, "peki su kesintileri sırasında eskimiş borular basınç nedeniyle zarar görmez mi?" diyen gazeteciye "sizin kadar aklımız yok değil mi, biz düşünemiyoruz bunu" diye cevap veren laf cambazı- ve kast etmeye gerek yok, direkt söylüyoruz hep bir ağızdan haydi bir ki üç- ibne melih diye nam salmış bir belediye başkanımız var. Ha pardon yok, yani şu aralar ortalarda yok. Şu aralar, kriz/seçim yenilgisi/su borusu patlaması sonrası evinden günlerce çıkmayan/çıkamayan, sağ eli koltuğuna yapışmış, sol kulağı kendisine ilişkin söylenenlerde olan politik simalarımız var. "Yeni moda bu galiba" diyeceğim ama hep böyle değil miydi? "Yav bi git defol artık" diyeceğiz lakin, susuz yaz gecelerinde en çok ellerinde çekirdek, ortasında şarıl şurul su akan parklarda dolaşmayı seven ve gazetelere de, "yav çok zorlanıyoruz ama 30 yıl önce de burada su yoktu, su geldikçe de yıkanırız artık" diyen, nitekim nicedir haftada bir yıkanan, durumdan pek de şikayetçi gibi gözükmeyen, "melihsever" vatandaşlarımız var. Bakalım nolcek, kulağımız musluklarda perperişan, bekliyoruz efenim.

02 Ağustos 2007

Pamukkale'nin en çok neyini seversiniz?

Ankara'ya dönüşünü! Hahhayt, Yahya Kemal miyim neyim? Artizin önde gideniyim. Velhasıl, geçen Pazar gecesi, Denizli dönüşü yine böyle hissettim. Bu durum Denizli ile alakalı değil, ben hep böyle hissediyorum. Güzel bir hafta sonu ve sakin, dingin, yarı uykulu yolculuk sonrası şehir merkezine girer girmez duyduğum ambulans sesleri, kornalar, o vakitte bile sıkışık trafik, gözüme çarpan koca jandarma komutanlığı.. Ben bu sesleri, şehrin gürültüsünü, kalabalığını, koşturmacasını, binalarını, meclisin ışıklarını, hacıyolu yokuşunu seviyorum. Uçurumlarını, kurbanlarını, acısını biliyorum. İş dönüşü terliklerimi sürüyerek arşınladığım bozuk kaldırımlarına, basınca içe göçüp içine dolmuş yağmur suyuyla ayaklarımı ıslatan kaldırım taşlarına bile tahammüllüyüm. Uzaktayken de her ne olursa olsun, benim ben oluşuma tanıklık etmiş, yuva olmuş, kucak açmış bu şehri özlüyorum. Her yerde geçiciyim, burada kalıcı. Anlaşıldığı üzere, bu aralar romantik akımdan etkilenmiş vaziyette ortalarda dolanıyorum. Gönüllü psikologluk hediyesi "Ankara Şiirleri" kitabımızdan da bir şiir alalım, tam olsun:
Karanfil Sokağı
Tekmil ufuklar kışladı
Dört yön, onaltı rüzgar
Ve yedi iklim beş kıta
Kar altındadır.
Kavuşmak ilmindeyiz bütün fasıllar
Ray, asfalt, şose, makadam
Benim sarp yolum, patikam
Toros, Anti-tors ve asi Fırat
Tütün, pamuk, buğday ovaları, çeltikler
Vatanım boylu boyunca
Kar altındadır.
Döğüşenler de var bu havalarda
El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem
Ümit, öfkeli ve mahzun
Ümit, sapına kadar namuslu
Dağlara çekilmiş
Kar altındadır.
Şarkılar bilirim çığ tutmuş
Resimler, heykeller, destanlar
Usta ellerin yapısı
Kolsuz, yarı çıplak Venüs
Trans-nonain sokağı
Garcia Lorca'nın mezarı,
Ve gözbebekleri Pierre Curie'nin
Kar altındadır.
Duvarları katı sabır taşından
Kar altındadır varoşlar,
Hasretim nazlıdır Ankara.
Dumanlı havayı kurt sevsin
Asfalttan yürüsün Aralık,
Sevmem, netameli aydır.
Bir başka ama bilemem
Bir kaçıncı bahara kalmıştır vuslat
Kalbim, bu zulümlü sevda,
Kar altındadır.
Gecekondularda hava bulanık puslu
Altındağ gökleri kümülüslü
Ekmeğe, aşka ve ömre
Küfeleriyle hükmeden
Ciğerleri küçük, elleri büyük
Nefesleri yetmez avuçlarına
-İlkokul çağında hepsi-
Kenar çocukları
Kar altındadır.
Hatip Çay'ın öte yüzü ılıman
Bulvarlar çakırkeyf Yenişehir'de
Karanfil Sokağı'nda gün açmış
Hikmetinden sual olunmaz değil
"Mucip sebebin" bilirim
Ve "kafi delil" ortada...
Karanfil Sokağı'nda bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al-al bir yangın şarkısı,
Bakmayın saksıda boy verdiğine
Kökü Altındağ'da, İncesu'dadır.
Ahmed Arif
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...