27 Aralık 2008

Parlak yıldızlardık o zaman

Çok çocuk tanıdım. Kimini sevip bağrıma basmak istedim. Kimi sinir bozucu annesinin kopyası gibiydi, öfkelendirdi beni. Kimini elinden tutup "gel çocuğum, bunlardan sana hayır yok, ben seni büyütürüm" diye evime getirmek istedim. Kimiyle dakikalarca kıkırdadık, kimi koynumda ağladı. Kimi evden ayrılırken "abla bu gece bizde kalsana!" dedi, kimi sonrasında sıkıştırılacağının farkında bir an önce gitsem diye gözümün içine baktı, kimini oracıkta bırakıp eve dönmek bana zor geldi. Şaşırıyorum bazen, öyle bir pozisyondayım ki, bazen yaşamlarını değiştiriveriyorum tümüyle, bazen elim kolum bağlı kalıyor, bazen daha iyisi için attığım bir adım karşılık veriyor... Mahkemeye gelen Arda, "bak sana ne göstereceğim" deyip de koca göbüşüyle Batman kıyafetini ve maskesini bürünüp, neden öğretmenine "babam beni dövdü" diye yalan söylediğini anlatırken, Bengisu sihirli periye "buradaki çocuğun annesiyle babası ayrıkmış, onları birleştirsin istermiş" derken, Başak "annen kötü kadın, seni de istemiyor, bak terk edip gitti" lafını her gün duyarken ve Nazen'in babası 14 yıl boyunca "davar köpeği" diye hitap ettiği ve en sonunda evden ayrılmış karısına yönelik tüm hırsını "senin de bacakların annen gbi çarpık, eğri" diyerek kızından alırken; ben, ben Rabia, tüm o vahşi dayakçı kocalara, ergenlikten çıkamamış kaprisli karılara, yaşlılıklarında oturup şükredecekken duramayıp çocuklarının evliliğine hem de ne biçim karışan kayınvalide-kayınpederlere, insanları yoksullaştıran ve çaresizliğe ve bitmek bilmez problemlere iten politikalara, velhasıl o çocukları mutsuz eden her şeye, herkese, YOT* ile girişmek istiyorum.
*YOT: Yaş Odun Terapisi

24 Aralık 2008

02 Aralık 2008

Yorumsuz



"Yorumsuz"dan başka başlık düşünemedim lakin buyrun memleket insanı yorumlarına..
Cümleten iyi eğlenceler..

30 Kasım 2008

İyi ki doğdum!

İyi ki doğdum, la la la la!
Gördün mü 28 oldum!
Özgürüm kanatlandım, durmadım ayaklandım
Koşup ilerliyorum
İyi ki doğdum, ne güzel bir kadın oldum
Erkekler hep peşimde ama aklım işimde
Sınırı zorluyorum
Kalamam hayatın köşesinde
O zaman neşesi neresinde
Koysalar önüme bariyer de
Çocuk da yaparım kariyer de
diyerek, aslında 14 Kasım olan doğumgünümü, dün Memus'unkini kutlayınca buraya yazmayı akıl ettiğimi belirteyim. Bir yaş daha büyüdüm (not: 35'ten sonra yaşlanmaya başlayacağım). Yine sevdiklerim bana güzel sürprizler yaptılar. Çok güzel hediyeler, çok güzel mesajlar aldım, hatırlandım. 14 Kasım Cuma günü, öğlene doğru, mesleğe yeni başladığım zamanlarda (şimdi yılların terapistiyim ya!) çok önemli bir dosya için verdiğim görüş nedeniyle, rahat nefes alabilen çok güzel bir bir kadından gelen çok güzel bir çiçek kapımı çaldı. 28. yaşımın ilk hediyesi bir çiçek oldu derken, zor bela yetiştiğim grup terapisi dersinin ortasında, sınıf arkadaşlarım mumlar ve pastalar eşliğinde iyi ki doğdun diye bir sürpriz yapmasınlar mı? Mest oldum, zira öyle bir hengame içindeydik ki, kimsenin aklına geleceğini sanmıyordum:) Ece'ninki de iki gün sonra olduğundan, mumları birlikte üfledik.. Tabii bu süreçte, ailemden ve diyırtavıklarımdan telefonlar aldım, yine çok mutlu oldum, biraz da hüzünlendim. Biz hep doğumgünlerimizi beraber kutlardık, "80 yaşında da birlikte olalım" diye kadeh kaldırırdık:( Şimdi ikisi istanbul'da, biri Hollanda'da, biri Finlandiya'da. Bir ben kaldım Ankara'da. Neyse, napalım, gönüller bir. Umut, akşam için bir yerde yemek yiyeceğimizi ve arkadaşlarla toplanacağımızı söylüyordu, öyle de oldu:) Lakin müstakbel kocamın, benim hiiiiç sevmediğimi bile bile, Bahçeli 7. cadde'deki concon bir yerde yer ayarlamış olmasını bıt bıt dilime dolayıp, arada "ay ben de hiç sevmem buraları" dememe ve etraftakilerin dediğine göre kabalık etmeme karşın (halbüüüse çok kibarımdır, ayılıkla yakından uzaktan alakam yoktur), aldığı müthiş saat nedeniyle kendisini affettim, hehe. Görümceden bir adet kolye, enişteden bir adet fantastik çorap, elti&kocası (kayınbirader mi olur?)ndan bir adet İskambil Kağıtlarının Esrarı ve cimcoz kardeşten bir adet Kinder Süpriz çikilota hediyeleriyle iyicene coştum. İş arkadaşlarım, canlarım Yıldız hanım, Nevin hanım ve Filiz'le ise, Yıldız hanımların odasındaki geleneksel doğumgünü kutlamalarımızın Rabia ayağını, yeni gelin Filiz'in İstanbul'da olmasından mütevellit yapamamış olduğumuzdan, doğumgünümden yaklaşık 1 hafta sonra Su'dem'de kutlamaya karar verdik. Ama tabii ki benim ne manyağı olduğumu bilen dostlarım, bir adet Zara elbisesi ve bir adet Ayşe abla kolyesini önüme serivermişler ve beni derinden mest etmişlerdi bilene. Su'dem faslı ise ayrı güzel oldu. Çok seviyorum onları. Günler geçti, doğum günü kutlamalarım ve hediyelerim bitmek bilmedi: Fatma'nın tahta takvimi, birlikte çalıştığım hakim hanımın sarmısak şeklindeki magneti, henüz alamadığım, Gökçe'nin saksı çiçeği derken, benim doğum günü bu yıl, kutlu doğum haftasına dönüştü. Birine "iyi ki varsın" demenin en güzel yolu doğumgününü anımsamaktır. Doğumgünümü anımsayan herkese, birebir kutlama şansı bulduklarıma, uzaklardan arayanlara, telefonuma- feysbuk wall'uma mesaj gönderenlere, "ben sizlerle varım canlarım, ablanız kurban olsun size!" diye sulu şekilde selam ederim.
Öperim.
Edit: Büyükbabam, 5 yıl doldu bugün. Seni çok özlüyorum.

12 Kasım 2008

Görüp, duyup, bilerek..

Polonya'da trafik kazalarını önlemek için başlatılan kampanya kapsamında tüm kanallarda bu kısa film gösterilmekteymiş:



Çok acı verici tüm bu sahneler.. O kadar bizden, o kadar tanıdık hayatlar kimi zaman anlık hatalar, kimi zaman "bana bir şey olmaz"lara eşlik eden göz göre göre yapılan ihmallerle sönüveriyor. Dün gece Nuri Bilge'nin Üç Maymun'unu izlemiş de gelmiştim, eve dönüşte bunu buldum inbox'ta. Bütün bir dram, bir trafik kazasıyla başlayabilir.

11 Kasım 2008

Filizeyyyy!

biz dört kişiydik;
Filizey, Yıldız, ben ve Nevin
dört ağız, dört yürek, dört yeminli fişek
adımız bela diye yazılmıştı dağlara taşlara

el tetikte kulak kirişte
ve sırtımız toprağa emanet
acısıyla ovarak üşüyen ellerimizi
yıldız yorgan altında birbirimize sarılırdık
deniz çok uzaktaydı
ve dokunuyordu yalnızlık
gece uçurum boylarında
uzak çakal sesleri
yüzümüze, ekmeğimize
türkümüze çarpar geçerdi

göğsüne kekik sürerdi filizey
tüterdi buram buram
her bir şeyine karışırdık
kardeştik arkadaştan öte

belki bir nikah salonunda yitirdik filizey'i
ateşböcekleriyle bir oldu kırpışarak tükendi
bir narin kelebek gülüşü bırakıp tam ortamıza
kurşun gibi, mayın gibi tutuşarak uçuverdi

oy filizey vahşi bayırların maralı
filizey saçları fırtınayla taralı

sen de gider miydin böyle yıldızlar ülkesine
oy filizey oy esprisi karalı

filizey serin yayla çiçeği
filizey deli dolu heyecan
göğsümüzde bir anlayış kelebeği
filizey ah filizey

artık yenilmiş ordular kadar
eziktik, sahipsizdik
geçip gittik, topuklu ayakkabı ve kırmızı ruj paramparça

gerisi veda duygusu, gerisi sağır sessizlik
geçip gittik, filizey boşluğu aramızda

filizey'i bir yamaçta harnesinden savurdular
yarıp çıkmışken nice büyük ablukaları
omuzdan kayan askı ipleri gibi usulca
titredi ve iki yana süzüldü bacakları.
uçmak bir ısırgan otu gibi sarmıştı her yanını
devrilmiş bir kanattı ayışığında gölgesi
uzanıp bir damla öpücük ile dokunduk yanaklarına
göğsümüzü çatlatırken "tebrikler"in tükenmiş sesi

sanki bir şakaydı bu, birazdan evlenecekti
birazdan nikah memuruna evet! diyecekti
serdar çoktan sadıktı evet'ine ah
o da filizey gibi, kalbi pırpırdı

ey filizey; katran gecelerin heyulası
ey filizey; kancık pusuların belası
sen de böyle evleniverecek kadın mıydın konuşsana
ey filizey ey apartımanı kartal yuvası

filizey mor dağların kaçağı
filizey kara gözleri şahan
zulamda suskun gece bıçağı
filizey ah filizey

biz dört kişiydik
dört dedikodu çiçeği
Filizey, Yıldız, ben ve Nevin

Hamiş 1: Bloğum bir evlilik bloğu (nasıl olcekse bu?) olma yolunda hızla ilerlerken, 08.11.2008'de zaten içinde yaşadığı dünyaevine bi daha giren kuzucuğum Filiz'ime bir evlilik şiiri ithaf etmemek olmazdı. Taslak Yusuf Hayaloğlu'ndan, zihnimdeki ses Ahmet Kaya'nın, son şeklini ben verdim!
Hamiş 2: Filizim, karabiber gözlüm.. Bir ömür mutluluk!

03 Kasım 2008

Yengelik makamındayım

Kahkahası 200 m. öteden çınlayan, rüzgarı parfüme dolanmış, geleneksel organizasyonların başrol oyuncusu, çevresindekilerin hayatına müdahale etme konusunda sık sık kantarın topuzunu kaçıran, kocaman memeleri-iri kalçaları olan, zaman zaman ifrit olunsa da çok sevilen ve onsuz olunmayan demek "yenge", benim için.. Bugüne değin hep başkalarıydı yengeler, ay bir de ne göriyim? Meğer ben "yenge" oluvermişim!
Detaylara girmeyeceğim: Ezgi&İbrahim Balıkesir-Bilecik düğün seremonileri serisinde:) her şey çok güzeldi, çok özenliydi, çok eğlenceliydi. Ezgim ve ben fotoğrafta 80'lerin Blanche ve Rose'u gibi dursak da, çıktığımızda makyajımız ciğer yemiş kedi, kafamız da sosis tabağı görünümünden son derece uzaktı. Hatta ayıptır söylemesi, gayet daş gibi olmuş idik, öhöm.
Öhöm diyorum ama a dostlar, yengeyim diye başıma gelmedik iş kalmadı ayol Bilecik'te. Balıkesir'de kendi evimde ve kendi ailemle gibiydim, gibisi fazla, öyleydim: rahat ve huzurlu, sakin, dingin.. Bilecik'te ise Alice Harikalar Diyarı'ndan halliceydik. Şaka bir yana, el üstünde tutulduk, pek değerliydik ve herkes çok sıcaktı. Lakin akşam yemekler yenip de, kadınlar ki çoğunlukla da bembeyaz yemenileriyle teyzeler, yan dairede yere çömeliverip hazır hale gelince, oğlan kınasının kadınlarca kutlanması süreci de başlamış oldu. Kız tarafından bir ben bir de Didem, e bi de allaan emri Ezgi, her havaya girip döktüren damat İbrahim paşa, teyzelerin ortasında evrildik, büvrüldük! Resmiyet kazanmamış yengeliğimle, ne damadın cim parmağına kına yakmadığım kaldı, ne laptoptan mezdeke ve yenikentli serhat müziklerine tıklamadığım, ne de "aman güzel olduğu kadar becerikli de" gibi gaza getirici sözlere en şirin halimle gülümseyip "ay teyzeciğim" demediğim! Bu arada hayatım boyunca kıvırtmadığım kadar da döktürdüm, yandan yandan.. Teyzenin biri de tepsi çaldı, hüzünlü bir türkü söyledi, tam olduk. Şoray Uzun Yolda misaliydik.
Kına sonrası, Bileciklilerin bir adeti varmış. Gecenin 2'sinde darbukayı eline alıp köyün tüm kapılarını çalıyorsun, herkesten birer tavuk alıyorsun, onları canlı canlı kaynar su kazanına atıyorsun ve tam pişmeden kanlı kanlı yiyorsun, hehe! Sonra da tüfekle havaya ateş açılıyormuş, kutlama yapılıyormuş. Karşımda bunu sevimli sevimli anlatan İbrahim'in büyük dayısının bir maganda olduğunu elbette düşünmedim ama "len çocukların oynadığı top şaşmaz muhakkak kafama gelr, kesin başımdan yaralanırım len ben" diye tırsmadım desem yalan olur. Velhasılı kelam, satıcı erkekler yüzünden plan yarım kaldı, adet yerini bulamadı, fakat superwoman Maksude teyzem gecenin bir yarısı nerden çıktığını anlamadığım enfes leziz tavuklar koydu önümüze de, yine yeniden yidik, içtik.
Bol düğün, bol oyun, bol kahkaha, bol süs, bol püs derken, hatırdan çıkmayacak, tatlı bir yorgunlukla sona eren müthiş bir ezgibrahim faslını da tamamlamış bulunduk.
Rabiyengeniz siz dans ederken, bol inişli çıkışlı (nam-ı diğer "hayat dolu") bir evlilik diler, yanaklardan parfüm aromalı derin bir sevgiyle öper.

28 Ekim 2008

Adalet dediğin...

Yandaki mide bulandırıcı adam, bir kaç ay önce 14 yaşındaki bir kız çocuğunu cinsel haz amaçlı olarak istismar etti, bugünse dışarıda... Zavallı yavrucuğun annesi bu işi organize etmiş, üstelik kızına bu duruma göz yummasını çünkü bu sapığın kendilerine maddi anlamda rahat bir hayat vaad ettiğini söylemişti. Olay ortaya çıkınca, yandaki zırva ile "anne" sıfatı taşıyan kadın tutuklandı. Yavrucak SHÇEK tarafından koruma altına alındı. Sonra pek çok ses yükseldi. Kimi komplo dedi, kimi şöhretini çekemiyorlar dedi, kimi dindar adam bunu yapmaz dedi, kimi dini kötülüyorlar dedi. Ardından, yine tanıdık bir şeyler oldu. Tanıdık, uyuşturan ve tepki veremeyecek kadar duyarsızlaştırıldığımız bir şeyler. Zavallı yavrucuğun babası şikayetini geri aldı. Çocuk aksi yönde beyan verdi. Sonra ne olduysa oldu. Normalde sittin sene çıkmayan adli tıp raporu ışık hızıyla mahkemeye ulaştı. Türkiye'nin en güzide (!) kurumlarından İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü, 14 yaşındaki kız çocuğunun bu istismardan ruhsal ve bedensel olarak etkilenmediğini buyurdu. Etkilenmemiş çocuk. Çevrenizdeki 14 yaşındaki kız çocuklarına bir bakın. 14 yaşında yaa! İşte o çocuk, yukarıdaki "insan"ın telefonda kendisine "aybaşı halinde misin?, tüh!" diye sormasından, görüştüklerinde cinsel organına dokunmasından, öpmesinden, o anki iğrenç görünümünden , daha detayını bilmediğimiz kimbilir neler söylemesinden, yapmasından, belki kendi organını teşhir etmesinden, dahası annesinin kendisini bu adama pazarlamasından, babasının şikayetini geri almasından, bir anda tüm yaşamı alt üst edilerek öylesine bir kurumun çıplak duvarlı bir odasında, belki nem kokan, belki lekeli çarşaflarında uyumak zorunda bırakılmasından filan hiiiiiç mi hiç etkilenmemiş!
Diyecek söz var mı?
Vicdan, ıvır kıvır..
Meslek ahlakı, falan filan..
Adalet hak hukuk, hıngır kengir..

27 Ekim 2008

Blogger'ım amannn!

Haberi geçen Cuma akşamı Ankamall'da mall mall gezerken aldım. Umut'laydım. Umut'a bir telefon geldi ve oradaki ses söyledi sanırım, lakin telefonun kimden geldiğini hatırlamıyorum. Fatih olabilir mi? Yoksa Ezgi miydi? Emin olamıyorum. Nasıl ya, nasıl yaaaaa? dedim blogspot'un kapatıldığını duyunca. Ama işte elin kolun bağlı, mall gibi gezmeye devam ediyorsun o durumda.
Şimdi, bir sosyal bilimci olarak, bilgisayar ve internetin çok cüzi bir kısmından anladığımı varsayalım. Var saymasak da öyle gerçi ama neyse hadi, sonuçta çoğu şeyi sağdan soldan duyduğumla idare ediyorum. Şimdi, altına ingilizcesi de kondurulmuş şekliylen pek muhterem peace court blogger'a erişim yasağı koymuş. Yani sayfama kimsenin ulaşamayacağı var sayılıyor değil mi? O zaman, blog yazmaya başladığımdan beri inceden hayalini kurduğum şeyi, en ayısından ve ahlaksızından bi küfür savurma işini grçekleştirebilirim: la amuğa goduğumun tireh pirehhhireettiree...! Şimdilik bu kadar yeter. Oh! Pek rahatladım kız! Böyle kendi kendine boşalmak iyi oluyomuş. Maksat bu değil mi zaten? Benim düşündüğümü X, X'inkini Y, onunkini de Z duymasın ki, hafazanallah Z X ile bağlantı kurar, işler çığırından çıkar. Ya da kendimizi bu kadar önemsemeyelim, kendi blogumda yazdıklarım üzerinden gider isem, ulan kime ne benim adliye maceralarımdan, her yere geç kalışımdan, regl takıntımdan, masal'ımdan, nişanımdan? Gerekçeyi görmek istiyorum. Öylesine bir gerekçe olduğunu öngörmek zor değil, ama kim Atatük'e blogunda hakaret etmiş, veya evrim kuramına değinmiş, ogrenelim bakalım.
İşin ağır gelen tarafı, bir justice insanı, hakimlerle çalışan bir gönül kadını olarak, işin az çok iç yüzünü bilerek, daha umutsuz hissetmek. Mesela bu kararı veren hakim, internet ve internet erişimi hakkında ne bilmekte? Zabıt katiplerine "gel şu mesene'yi bi kur yavvvv!"dan öteye geçebilenlerin ellerini hörmetle öpmek istiyorum. Ulaştırma bakanımız da "mahkemeler bu işi bilmiyor, yasal boşluk var, mahkemeler ihtisas mahkemeleri haline geldikçe işler düzelecek" buyurmuş. Yavrum, kınalı kuzum, adama sormazlar mı sen orda ne mok yemeye oturuyon diye? Yahu bu iktidar ve güç sahiplerinin de olay sanki Madagaskar'da yaşanıyormuş gibi sözler etmeleri yok mu, iyice uyuz oluyorum. Evladım güç senin elinde zati, varsa yasal boşluk, doldur boşlukları, ha bakıyın.
Daha diyeceklerim var ama sizin bloglar açılır da benimki ömrü billah kapalı kalırsa diye korkuyom sevgili okur. Yoksam, küfrün bini bir para bende. Ne biçim ruh sağlığı kişisiyim ben ayol? Ahlaksız mıyım neyim? Neyse, yani 657li bi tıfıl memur statüsünde çalışmakta olan bir arkadaşınız olarak, bu ne cürret mealinden bişiler denirse bana, dualarınızı eksik komayın. Hapise atılırsam temiz çamaşır, çorap, cuğara getirin. İşkenceye maruz kalırsam Yıldırım abime habar verin. Ölürsem de kabrime gelmeyin, istemen.

22 Ekim 2008

Regl

Bu gazeteler, bu televizyonlar, bu dünya, bu sözler, bu kürsüler hep erkeklerin. Oysa başlangıçta böyle değildi. Bir zamanlar bir yerlerde kadın savaşçılar vardı. Kadın büyücüler, hükümdarlar ve atlarına binip giden kadınlar vardı. İyi ve kötü kalpliydiler, çirkin ve güzel. Sert bakışlı olanları vardı, şefkatle tutanları. Alçak olanları vardı yücelere ağanları.

Ama kadınlar vardılar çok ama çok önceleri ve onlar neyi nasıl yapacaklarını erkeklere sormazlardı. Neye tapacaklarını, ne giyeceklerini, kiminle sevişip nasıl yaşlanacaklarını kendileri bilirdi.
Ellerinde onları hep oldukları gibi gösteren aynaları vardı. Kadınlığın başlangıcından olgunluğuna, olmuşluktan yanmışlığına her şeyi olduğu gibi anlatan kadınlık bilgileri vardı. Bir kız çocuğu doğduğunda bu bilgiye doğar ve ölümüne kadar bu bilgi sayesinde düşe kalka ama hiç şaşkına dönmeden yaşardı.
Âşık olunca ne yapılır, memelerin çıkmaya başlayınca yeni gelen bu gövde nasıl karşılanır, bacaklarının arasında kan sızdığında bu neyin habercisidir ve erkekler hayatın neresinde durmalıdır.

Talan edilmiş kadınlar
Gövdemizle aramıza erkeklerin uydurduğu tanrılar; ruhumuzla aramıza o tanrıların uydurduğu erkekler girmemişti henüz. Tamdık. Korkularımız bizden daha küçüktü. Eksik olmadığımızı, kendi derimiz içinde kendi evrenimiz olduğunu biliyorduk.
Sonra onlar geldiler. Çok zaman önceydi, korkuyla büzüşmüş erkeklikleriyle, sevgisizlikle ekşimiş kadınlıklarıyla dünyamızı talana geldiler. Bizi ne zaman görseler korkuları geliyordu akıllarına. ‘Kapanın!’ dediler.
Kapatmak yetmedi, ‘Susun!’ dediler. Susmamız yetmedi, ‘Gözümüzün içine bakmayın’ dediler. Biz insan değil, onların korkularıydık bu yüzden yetmediler ne yapsalar. İşte o zaman son emri verdiler. Uydurdukları tanrılara tekrar ettirdiler:
‘Utanın!’ dediler.

İkiye böldüler bizi
Ve biz o gün erkek-tanrıların emriyle utandık. Oluşumuzdan utandık. Erkek olmayışımızdan utandık. Sonra o kadar utandık ki kadınlar bile birbiriyle konuşmaz oldu. Böldüler bizi ve bizim gücümüzden ancak böyle kurtulabileceklerini anladılar:
Utançla bölerek memelerimizden ikiye kalbimizi. Tam ortasına o eksiklik zannını koyarak.
Sonra zaman geçti. Kadınlar o ‘Utan!’ emrini hiç unutmadı. Kıtalar bölündü ve seller karaları değiştirdi ama Kybele’nin içini sıkan tanrılar değişmedi.
Paris sokaklarında barikatlar kuruldu ve Latin Amerika’da dağlardan insanlar aktı şehirlere ama Amazon’un kestiği memesine bakıp alay eden yılışık adamın cahilliği değişmedi.
Çiçek çocuklar dans etti ve aya adamlar gittiler ama Avalon’un büyücülerini kilitlendikleri yerden çıkarmaya kimse cesaret edemedi. Yörük kadınlarının yürüyüp giden, efelenen, erkeği çamurdan yaratan ellerini kimse çivilendikleri yerden çıkarmadı. Ve bizler bunları unuta unuta sustuk.

Regl olan kız kardeşim
Ankara’da bir aile, kızının kadınlığa geçişini, bu dertli baharın başlangıcını, kadınlığın nisan ayını kutladı. Bu kutlama, kadınlığın yası tutulmamış binlerce yıllık katlinin kurbanlarına mezarlarında bir nefes aldırdı. Ben bir nefes aldım. Siz de bir nefes alın. Aramıza bir küçük kadın daha katıldı.
Benim küçük kız kardeşim, kanaya kanaya kadın olunuyor görüyorsun. Ama sakın unutma, o kan temizdir. Çünkü ölümün değil, hayatın başlangıcının işaretidir. Sen hayatsın artık, sen hayat verebilirsin; kan bunun işaretidir.
O kanın kıymetini bil, sakın utanmaya kalkma çünkü o kan tanrılardan bile daha eskidir.
O herkesin sakladığı, utandığı, hakkında fısıldaştığı kan, sadece bizi eksik bırakan tanrıları uyduran adamları yarattığı için günahkârdır. Şimdi kendinle gurur duy.
Eğer ağrı çekiyorsan bil ki dünya senden çıkacak, insanlar senden doğacak. Eğer istersen, eğer bu dünyaya lütfedersen! Bu ağrı, biraz o yüzdendir. Kanına sahip çık, binlerce yıllık koca anaların kanı yerde kalmasın!

Ece Temelkuran

09 Ekim 2008

Yeniden başlarken..

Yeniden başlamak istedim buralara yazmaya. Yeniden başlamazsam ve yeniden başladığımı da herkese duyurmazsam eksik kalacakmış, tatsız tuzsuz olacakmış, aldırışsız görünecekmişim gibi geldi. Hep geriden tırtıklayan sesleri bir kenara koyayım istiyorum şimdi. Sonra eskisi gibi fittir füttür, saçmasapan yazılar döşenmek istiyorum. Yazdan beri evirip çevirdiğim zihinsel-postlarım vardı. Mahallemizin bıçkın delikanlısı bizim apartmanın 34lerinde olduğunu tahmin ettiğim yönetici hatun kişisine "kaşaaaaar" diye bağırmış ve olaylar gelişmiş, bizim sokakta yeni neoliberal dengeler oluşmuş, evde bitmek bilmeyen tadilat süredururken, ustalara çay demleyen ben-kupalarımı kıran ustalar dengesi kurulmuş, yenge oluşumun resmi belgesi ezgibrahim nişanlanmış, doktora kaydı sırasında enstitünün "sinir krizinin eşiğindeki kadınları"yla cebelleşmiş, tam youtubeluk bir kolbastı videosu attırmış, bir şeyi 40 kere söylemişim-istemişim-yakarmışım-olmuş ve pedagog tayin istemiş, en acayibi de umut ayaş'a gelmişti.
Yazmaz olmuşum.
Evin buza kestiği dondurucu sonbahar akşamlarında battaniyeye sarılmış, gündüz vassaf''a "vay be!" demek isterken, blogumu aklıma getirmez olmuşum! Vay bana vaylar bana!
Bu sabah gestalt terapinin ilk dersinde, lidya salonunda bir o yana bir bu yana yürüyüp, ayaklarımın sonsuzlukta yere bastığını fark ederken ve "kendim geldim" der iken, aklıma geldin be blog!
kaşlarına gurban blog
gülü solana seni ölene dek seveceğim blog
şoforsun dediler kız vermediler
ya benimsin ya kara toprağın blog.

20 Eylül 2008

Gavur İzmir

Gavur İzmir lafına çok gülüyorum yahu. O yüzden başlığa koydum. Baktıkça kıkırdayayım istedim. Umut'un Güzel İzmir başlıklı gönderisini gördüğümde "ulen ben de gavur İzmir koyyim bari" diye içimden geçirmiş idim. Ama bu içimden geçirişin, arada derinlerimde bi yerlerden kopup gelen, tüm benliğimi sararak beni esiri eden ve "sınır tanımayan arıza hatunlar" kategorisindeki konumumu sağlamlaştıran, "Umut ne yaparsa ve ne derse ve ne isterse tersini yap" dalgasıyla hiç alakası yoktu. Öhöm, neyse konuyu dağıtmayalım: Gavur İzmir deyişimin ne o ilk akla gelen siyasi dallamalıklarla (yazmayalı ağzım da bozulmuş, haydin hayırlısı), ne de İzmir'e yönelik bir düşmanlıkla alakası yok. Sadece bu tamlamayı çok feciiii komik buluyorum. Onca zamandır yazmayışımda da, bir türlü bu bir haftalık İzmir macerasını kaleme alamayışımın etkisi olduğunu düşünürsek aslında gavur diyebiliriz kendisine. Tabii pek güzel olmasının da etkisi var. Aman ya neyse ne, amma uzattım, ez yuujıl.
28'inde bir insan olarak, İzmir'i daha bu yaşımda yeni görmüş olmam size de garip gelmiyor mu? Şahsen bana pek geldi. Ya fırsat olmamış, ya başka bişiy olmuş, ben bunca zaman görmemişim bu herkesin görmüş olduğu ve durumuma "auvvv" diye şaşırdığı şehri. Ha, gördüm dediğim de, arabadan gördüm, hehe. Çünkü esas olarak İzmir' e yakın bir kaç yer gezdim o kadar. Beğendim de.
Hikaye, benim Balıkesir'e gitmem ve Umut&anne&baba ile yapılan sabah kahvaltısı sonrası İzmir yollarına düşmemizle başladı.
İlk durak Selçuk idi. Sıcaaaaaaaaaaaaaaak diye ciyak ciyak geçen bir seyahat.
Bi miktar dinlenme ve Şirince..
Şirince'ye bayıldım. Bayılmamda, Sevan'ın Müjde'ye ettiği ve aile içi şiddetle haşır neşir bir insan olarak bu konu üzerine yapılan tartışmalarımızın mistik bir etkisi var mıdır, bilemen. Köye girişteki sıcak görüntülerden daha sıcağı, köyün içine dalışımız ve teyzelerle samimi sohbetler edişimiz, köpek havlamalarından tırsışımız (malum, travmam var), tabi ki kiliseyi dolanışımız, bol foto çekişimiz ve köyün öğleden sonraki en mahmur hallerine tanık oluşumuzdu.
Şirince'den sonra akşam yemeğini Kuşadası'nda yeme fikri ilk başta kulağa hoş gelse de, yıllarca Kuşadası diye hayal ettiğim yerden çooooooooook öte bir yerle karşılaşacağımı kim bilebilirdi? Elbette gerizekalı gibi, turkuaz denizin ortasında bir ada ve üstündeki tek tropikal ağaca tünemiş öten binlerce kuş hayal etmemiştim. Ama, pesss! dedirtecek denli bir betonarme görüntüye nazır akşam yemeği de değildi hayal ettiğim.. Yimeeemizi yidik, hava karardı, ortalık daha da canlandı ve kısa gezintimiz esnasında ilginç sahnelere gark oldum. Hiç bu kadar çok, geometrik şekil olarak sıralanmış, hepisi birbirinden upuzun ve incecik rus hatun gördüğümü hatırlamıyorum. Nasıl bu kadar kusursuz olabiliyorlar, ilginç. Neyse devam edelim.
Ertesi sabah, erkenden Efes'e gittik. Efes gezimiz şahaneydi, a dostlar. Bir adet müze kartım oldu, bir takım teatral gösteriler izledik, feci bir sıcağın altında milyonlarca turist ve biz, dört nala koşarak, tarihe yolculuk yaptık. Ancak, bu unutulmayack ve çok eğlendiğimiz geziyi anarken, Sezar'ın hakkı Sezar'a diyorum ve Umut'a en derin teşekkürlerimi sunuyorum. Kendisine ne inceden bir mesaj vermiş, ne de direkt söylemiş idim. Fakat, o süreçte de (yani atletlikten önce) turist rehberliğine soyunan sevgilim, sen otur tatil öncesi Efes çalış rabia'ya anlatcam diye, bana pek güzel rehberlik etti. Kendisini burada kimbilir yine hangi esprime kıkırdarken ve fakat kitabı elinden bırakmazken görüyoruz, :P:
Artemis tapınağı, Meryem Ana Evi, müze, Selçuk, Şirince, kabak çiçeği dolması, şimdi aklıma gelmeyen pek çok detay derken... Alaçatı.. Alaçatı'ya da bayıldım.
Rüzgar, sörfçüler, kumru, damlasakızlı lokma, damlasakızlı dondurma, damlasakızlı türk kahvesi, damlasakızlı kurabiye, damlasakızlı plaj havlusu ilen geçti ömrümüz yemin ediyorum. Ancak, akşamları rüzgarla birlikte, podyum gibi yolda ve hakikaten orayı podyum zanneden kadınların arasında gayet pespaye biçimde arşınladık rengarenk atmosferi. Şiparka mıydı neydi, yoksa sıktım mı, orda nefis zeytinyağlı yemekler yedik, orta kahve miydi, yoksa hala mı sıkıyorum, değişik bişeyler içtik, balığın dibine vurduk başka bi yerlerde. Hatta aklıevvel iki sevgili olarak, ilişkimizin swot analizini bile yaptık rüzgarlı bir alaçatı akşamı, hahhayyt! :) Analiz sonrası bi miktar birbirimizi örselemiş olabiliriz, lakin ilişkiye faydalı geldiğini ve renk kattığını da bizzat kendimde deneyimlemiş bulunmaktayım, yaptığımın ne kadarı doğru bilemeyerek, hehe..
Bir akşam da Ernur'ların yazlığına gittik ve enfes bir mangal partisinin tam ortasında bulduk kendimizi. Hem yiyecekler, hem içecekler, hem rüzgar ve hem de Ernurların hiper histrionik ve ishal köpekleri Kontes unutulmazdı:)
Son akşam, Ernurlar ile birlikte Tolgalar'da toplandık (lerler, larlar, yusyuvarlar, kremalı börek).. Deniz ve Tolga balık dolması mıydı neydi öyle leziz bişiye imza attılar, Deniz'in hazırladığı diğer tüm enfessto şeyleri mideye indirdik ve tabii ki, Deniz, Sevim ve ben bol bol EFFL anısı dinledik. Bu anıları yaklaşık 2 yıldır dinliyorum ve her dinleyişimde, aynı şeyi dinlesem de, yine aynı heyecanla ve merakla devamını bekler biçimde gülebiliyorum, hevesle anlatmalarının keyfine ortak olabiliyorum. Bu durum, o akşam, yatakhanede her sabah, birinin (sanırsam Bilge'ye ait idi o parmak), play tuşuna basmasıyla birlikte bangır bangır çalmaya başlayan 1 Mayıs marşıyla güne hazırlandıklarını öğrendiğim ve tabii ki çok güldüğüm bu bir avuç ergenin o dönemin verdiği enerjiyle yaşadıkları bir dizi sıradışı olay dizisinden mi, yoksa bir süre önce yaşamıma giren bu insanların hepsini ayrı ayrı seviyor olmamdan mı kaynaklanıyor, bilemiyorum. Ya da her biri aynı olayı farklı detaylarla anlattığından, bilmem ki:) O akşam da bu durum net biçimde ortaya çıktı ve aynı olay üç farklı çerçevede "yok ya öyle değildi", "hayır ya o şu değildi, buydu" cümleleriyle uzuuuun süre açıklanmaya çalışılınca, anlaşıldı ki, olayların kahramanları 50 yaşına geldiklerinde iş iyice sarpa saracak, n tane anı n ayrı versiyonda anlatılacak, bundan ötürü bir veri tabanı fikri ortaya atıldı, yapımını da Umut üstlendi. Yoğunluk münasebetiyle halen icraat olmasa da, o akşamın geldiği nokta olan bu fikri buraya düşmekte yarar olabilir diye düşündüm, bilmem iyi mi yaptım. Son gün, Ankara'ya dönmeme saatler kala da, Swiss Kanton adlı afilli bi yerde kahvaltı yaptık cümbür cemaat. Güzel oldu, yine bol bol güldük, sonra da güzel dileklerle ayrıldık.
Velhasıl, bana pek iyi gelen, dinlenmeli, gezmeli, rüzgarlı, kıkırdamalı, muhabbetli, kavuşmalı, Özlem'li, Umut'lu, efil efil bir tatil oldu. Ağustos'un ilk haftası, kalbim neşeyle doldu.

13 Ağustos 2008

Eskişehir'deyim..

Büyüdüğüm şehirdeyim. Dün gece geldim. İki haftasını kullandığım yıllık iznimin ikinci yarısında da, bizimkilerle takılayım biraz, dedim. İlk yarıdaki İzmir maceralarıma ekstra değineceğim, buraya not düşüle.
Dün gece gelip, ilk iş aileyle hasret giderip, hemen ardından buzdolabı etrafında turlayıp, o saatte mideyi tıka basa doldurup, küpüş gibi uyumamın ardından, sabahleyin yine utanmadan aç uyandım. Babam erkenden derse gittiğinden, annem ve hif'le meymene meşmene kahvaltı, çay seansı esnasında uzun uzadıya muhabbet, kakara kikiri derken saati 11 ettik. Annemin eski bir komşusu yıllar önce vefat eden kocası için mevlit okutturacağından ve annem de oraya teşrif edeceğinden, saat 4 civarı spor salonunun karşısında, Şehitlik'te buluşmak için sözleştik. Zira möhim meseleler için alışveriş edecektik. Saat 4'e kadar bir miktar albümlere baktım, sonra Bertrand Russell-Evlilik ve Ahlak ile devam ettim, yanı sıra buzdolabından habire sütlaç, sprite, şefşef aşırdım. Annemin hayde! diye tel edip bizi zıplatmasıyla hazırlanıp çıktık. Savaş Caddesi boyunca sandaletlerimi sürüye sürüye, ağır ağır yürüdüm. Buna rağmen annem yine de bizi 9 dakka bekletmeyi başardı. "Gecikme genlerimi annemden almışım" diyeceğim ama haksızlık etmiş olacağım, hehe. Şehitliğin köşesinde beklerken ve gözüm annemi seçmişken, birlikte geldiği Seher Teyze'yi görmeyeyim mi? Tuna apartmanından can-ciğer komşumuz. Lakin kendisini 10 yıldır görmek kısmet olmamış. Sarıldık ettik. Seher teyze bir yabancıya bakıyor gibi, "sesini duymasam, tanıyamazdım" diyor. Kadın haklı. Albümlere bakarken de bizzat zihnimde değerlendirdiğim üzere, bu kaş çok acayip bişey azizim. Kaş diyorum kaş, bildiğin kaş ayol, gözün üstündeki tüy tümelek! Kaş yapında bir miktar değişim yaptıysan, yani ebru gündeş'e dönmekten bahsetmiyorum, sadece fazlalıkları almak da diyebülürüz, metamorfozdan metamorfoza koşmuş oluyorsun. Geçen de lise yıllığıma baktıydım. Herkes birbirine güzel müzel yazmış, kalbi kadar temiz sayfa ayırmış bi de. Hepimiz maymun soyundanız halbuki, o kadar belli ki, hehe. Neyse işte, ben de tam Seher Teyze'ye kaş alımı ve cımbızın icadından bahsedecektim ki, ne göreyim? Karşıdan yıllardır görmediğim canım ilkokul öğretmenim Saadet Mercan bana doğru geledurmasın mı? Hoşbeşler, sarılmalar, nerdesin-ne yapıyorsunlarla geçen bir 15 dakikadan sonra, bir anne ve iki kızı olarak, Hamamyolu'na doğru seyirttik. Möhüm meseleler için möhüm alışverişler yaptık, sıklıkla Reşat Nuri'yi andık. Bilahare yazacağım, buraya not düşüle..
Alışveriş yaptık dediysem, seçtik ve ayırttık. Ve şöyle dedik: babamız yarın gelip ödiycek! Alışverişe bayılıyoruz biz, bizim ailenin hatunları olarak.
Espark'a bizzat Zara Home için uğradık. Orada "babam gelip ödicek" raconu geçerli olmadığından, zati bişiy almadık. Dikiş-nakış eksperi annemle "hmmm bunu şöyle işlemişler", "ay bak şuna şöyle kenar geçmişler" diye, itiraf ediyoruz, model-desen çaldık, kimi şeyleri zihnimize fotokopiledik. Gerçi ben hepisini şu an unutmuş vaziyetteyim ama annem kesin hatırlıyodur.
Dönüşte, çok pek çok yürümüş olduğumuzdan enerji depolamak için almak durumunda kaldığım diet kolamı içe sallaya annemlerin peşinden uyuz uyuz ayaklarımı sürükledim. Ve tabii Hava Hastanesi'ni geçer geçmez Vişnelik'in meşhur Çarşamba pazarına daldık. Annem haftalık alışverişini kavun-karpuz demeden tamamlarken, ayyyyy kimi göreyim? Liseden çok sevgili coğrafya öğretmenim Sema Sayan da pazar arabasını sürükleyerek alışveriş modunda yürüyor olmasın mı? (olmasın, cümleye bak). 98'de mezun oldum EAL'den. 10 yıl olmuş görmeyeli onu. Direkt hatırladı beni, sarıldık, hoşbeşleştik. Pek değerli bir öğrencisiydim. Lise 2'de sınıfın kutsal ineği ve onur kurulu üyesi olarak, girdiğim ilk sbs'den öyle düşük coğrafya neti çıkarmıştım ki, herkes bu konuda dıdı bıdı ederken o net bir sesle "rabia'nin kuramsal açıdan bir eksiği yok, sadece test tekniğ eksik. Onu da tamamlar" diye bana bir ton gaz vermiş ve kalbimin en nadide köşesine yerleşmişti. Cınııımmm!
Sema Hocam, neler yaptığımı sordu. "Psikolog oldum ben!" dedim pür neşe. Mat-fen'deymiş artık. Uygun zamanlarını söyledi. Mutlaka beklediğini, görüşeceğimizi ısrarla yineledi. Görmeye gideceğim onu.
"Ay çok güzel koktu!" diyerek şefşef, maydonoz, üzüm, ekşi elma ne varsa pazar arabasına dolduran annemin peşinden sürükledim yine kendimi eve.. Hif yaz okulundan güzel notlarla geçmiş derslerini, onu öğrendik. Sonra yemek yedik. Şimdi de çay içicez.
Resim: Zü'den bir Odunpazarı çekimi. Kendisini özlediğimizi belirtiyoruz buradan. Bir hüp de onun için çekiyoruz.

30 Temmuz 2008

Saz mevsimi

Artık yaz mevsimleri benim için saz mevsimleri demek haline geldi. Zira özellikle son iki yıldır katıldığım düğün-nişan-ımbırtı-kımbırtı törenlerinin haddi hesabı yok. Bu durum, düğün-dernek işlerinin son yıllarda iyice yaz mevsimine bırakılmasından mı, yoksa az çok akranlarım sayılabilecek ve evlenme zamanı (böyle bir zaman yoktur desem de) gelmiş-geçen çevremden mi kaynaklanıyor, bilemiyorum.
Bildiğim, bu yaz:
1. yüksek lisanstan sevgili arkadaşım Çiğdem'in nikah + düğününe,
2. pek sevdiklerim Bilge ve Özge'nin nişanına,
3. e bi zahmet kendi nişanıma,
4. geçen yaz Ayaş'ta nişan törenine de katılmış bulunduğum ikinci dereceden kuzenim Bekriş'in düğününe,
5. Umut'un iş arkadaşı Murat'ın düğününe,
6. Kuzenim Aydan'ın kına gecesine + düğününe, katılmış bulunmaktayım.
Evdeki bir takım tadilat işleri nedeniyle işyerinden arkadaşım Volkan'ın davullu zurnalı düğününe katılamadığım gibi, şehir dışında bulunacağım gerekçesiyle 5. yurttan oda arkadaşım Özgeciğimin düğününe de katılamayacağım. Eskişehir'de olduğumuzdan katılamadığımız, Bilgelerin nikah kutlamasını da sayarsak etti mi sana bir yaz mevsimi içinde 9 adet kutlama! Bu 9 adet kutlama, her biri öncesinde "allaaam ne giysem?" derdi, "yok yok bi fön çektirsem iyi olur" telaşesi, bazılarında "ne takılacak?" konusu, nerde-ne zaman-saat kaçta ayarlamaları ve elbette ki her yere son dakika yetişebildiğimden mütevellit, "heyecanlı saatler" anlamına gelmekte. Bu kutlamaların hepsi, bir yandan telaşe, diğer yandan da sevdiklerimizin mutluluğuna ortak olma anlamına gelirken ve hepsi "ayyyy ne heyecanlı, ne hoş" dedirtirken, diğer taraftan da büyükbabamın, özellikle babaannemin bu durumlardaki aşırı kaygısını gördükçe söylediği inci tanesi sözleri hatırımdan çıkaramıyorum: "Düğün iki kişiye, ne var deli komşuya?"
:)

25 Temmuz 2008

Dantel

Geçtiğimiz Çarşamba gecesi, saat gece yarısını çoktan geçmiş, camlar sonuna dek açık, yaprak kıpırdamayan Ayaş'taki evin büyük odasında, en büyük halamın en küçük kızının belediyenin salonunda yapılmış kına gecesinden henüz dönmüş, babaannemin "yelikmeyin, yeter gari" uyarılarına rağmen olanca soytarılığı yapmış olmaktan dolayı bitap, makyaj temizlemeye üşendiğimizden ovuşturduğumuz gözler zombi gibi olmuş, ellerimiz kınalı, ay iki muhabbet edelim diye çayı da demlemiş üç hatun (bir anne ve iki kızı), ayakları uzatmış otururken... Ben bir yandan da sabahın 06.40'ın da Sinanlı otobüsüyle adliye yollarına düşeceğimden yine her zamanki gibi son dakka yazıp bitirmeye çalıştığım bir evlilik değerlendirmesi için fiti fiti parmak zıplatmaktaydım ki, annem henüz bitirdiği bir dantel parçasını, yastığın üzerine koyup "şaheserim" modunda izledikten hemen sonra, "ay öbürüne de hemen başlayayım diye" eline ipi dolayıp da bir kaç hamle yapmıştı ki, önce "kim gelecek şimdi bunun üstüne?" dedi, sonra da cevabı beklemeden ayağa kalkıp kapıya kadar gidip oradan danteline doğru Elvan Abeylegesse hızında koştuktan ve bir yandan gülerken bir yandan da yine eline ipi dolayıp oturup "elim kuş, kıçım taş olsun!" dedikten sonra, hızlı hızlı örmeye başladı! Ben bu esnada çoktan kopmuştum, zira annem bana çooook uzun zamandır yapmadığım ve annemin o halini görmesem, hiç bir zaman durup dururken de aklıma gelmeyecek bir fenomeni hatırlatmıştı.
Annesinin dizinin dibinde, onun diktiği fırfırlı eteklerle ortalıkta fink atan, ayaklarını onun kucağında ısıtan mini mini kız çocuklarıyken, Eskişehir'de öğrenmiştik sanırım bunu. Örgü-dantel gibi bir el işine başlanacağı zaman, yanlış anımsamıyorsam makarna kesme gibi zorlayıcı işlere başlamadan da yapılmaktaydı bu, işin üstüne kim geldiyse (çoğunlukla hangi komşu olduğu önemli), işin bitiş süresinin kaderini belirleyen, gelen kişinin uyuzluğu veya iş yapmadaki hızıydı. "Her işi şipşak yapan biri mi geldi, allah! tadından yinmez zira o iş şipşak bitecektir. Ammaaaa, yerinden kıpırdamaya mecali olmayan, tembel mi tembel, mıymıy mı mıymıy biri geldiyse aha o zaman yandınız, o iş sürünür de sürünür" anlayışından ortaya çıkmış bir batıl inanç.. Gerekli önlemi almak lazımdır. O yüzden, yeni iş başlanırken, belki daha bir kaç zincir henüz çekilmemişken, mıymıy birinin işin üzerine gelmesine fırsat vermeden, evin en zeki, ahlaklı ve çevik çocuğu (o zamanlar öyleymiştim ki, bana yaptırılırdı çoğu zaman) yaptığı işten kaldırılır, kapıdan annenin yanına kadar fırtına gibi koşturulur. İşin çok çok hızlı bitmesi gerekiyorsa aynı işlem üç kez de tekrarlanabilir. "Kolay gelsin annecim" gibi cümleler olaya ekstra hoşluk katar. Bir türlü bitmeyen işlerin ardından da mutlaka "ay kim geldiydi ki bunun üstüne" diye düşünülür, mızlanılır, sorumluluğu baştan atmanın verdiği rahatlıkla bol bol şikayet edilebilir.
Küçükken az koşmamıştım annemin, Ülker teyzenin ve özellikle de Tuna apartmanındaki komşularımızın işleri üstüne. Ben koşmayalı bu batıl inanç bir miktar evrilmiş, "elim kuş, kıçım taş olsun" sözüyle biraz daha şenlikli hale getirilmiş.
Bakalım annem danteli kaç günde bitirecek? Oradan yapacağım bir hesapla, ben de bundan sonra çevik ve hızlı iş bitiren tanıdıkları, raporlara, ödevlere, önemli işlere başlamadan önce koşturmak niyetindeyim. Hakkaten işe yararsa da, Eskişehir'den Ankara'ya gelişimin 10. yılında, "nasıl oldu da bunu unutmuşum, procrastination'dan procrastination'a koşmuşum" türküsüyle, geçen zamana yanmak derdindeyim.

19 Temmuz 2008

Aman bre deryalar, biz nişanlıyız!

Ah, her şey bir ruyya gibi başlamıştı kuzum. Öyle de devam ediyor: Biz esaslar, nihayet geçen Pazar, yani 13 Temmuz 2008, saat 15.00 sıralarında nişanlandık, fotoğraftaki gibi pek şen, pek mutluyduk. Nişanın öncesi de, esnası da, sonrası da çok güzeldi! Çok güzel hatırlayacağım zamanlar geçirdim.. E, gelelim şimdi işin detaylarına:
Anne-babaların tanışması ardından, kız tarafının telaşesi zati hemen başlamıştı. Annemle babam günlerce, uzak yoldan gelecekler, yemek mi ikram edilse, pasta-börek mi, menüde neler neler yer alsa, kim hangi saatte nereden alınsa nereye bırakılsa, Ayaş'tan gelecek misafirler şu saatte burda olsalar, kaça kadar yemek yenir içilir, oğlan tarafına hazır ve nazır hale gelinir, kaç gibi çıkılsa makul saatlerde evde olunur, oturma odasındaki kanepeyi salona alsak, divanı mutfaktan çıkarsak, evi nasıl genişletebiliriz? içerikli pek çok konuşma, görüşme ve derin düşünme süreçlerinden geçmişlerdi. Zaman içinde en pratik yollar keşfedildi. Ne de olsa ilk kızları evden uçuyordu, rabiakuşu'ndan sonrakilerde daha deneyimli olmuş olacaklardı netekim..
Ben Perşembe akşamı Eskişehir'e geldim, Cuma sabahtan annemin komşuları, arkadaşları toplaşıp sarma sararlarken, ben de salona yayılıp, hakime teslim edilmesi gerektiğini son dakka farkettiğimiz bir raporu 4 saatte zor bela tamamlayabilip, pedagoga e-mailledim. İçeriden gelen kahkahaları da hiç kıskanmadım, işim bitse, kafam kadar sarma sarabildiğimden, cıss ikazıyla, yaprakları ayırmak için tepsinin başına oturtulacağımdan, parmaklarımın buruş buruş olacağından emindim. Zati, ben raporu bitirdiğimde de onların işi bitmişti, ay ne tesadüf, hehe, annem duymaya yakar valla beni:)) Annem çok uzun zamandır denk gelip yiyemediğim, Malatyalı komşu dostlarından öğrendiği, tirit yapmış, kapış kapış yedik hep beraber. O da çok güzeldi. Akşam yatmadan önce de, ben yaparım diye atladığım un kurabiyesi işine daldım. Ve fakat millet, o margarini iyicene bi eritmeden unu koymamak gerektiğini deneye yanıla öğrendiğimden, sabah uyandığımda bileklerim ağrıyordu yeminle. Ne zormuş ayol hamarat olmak!
Cumartesi sabahı, ki o gün börekler açılacak, zeytinyağlı sarmalar sarılacak, pasta-börek işi Pazar telaşesine bırakılmayacaktı, annemle-babamın telaşeli sesleriyle uyandık: fırın bozulmuştu! Hah! dedk, tam sırası! Ancak Polyanna Sebahat ile Ömer ikilisi işi, "ay iyi ki bozuldu fırın, bak günaydın fırın'da pişirtiriz, kivir kivir olur tüm börekler, oh lime lime!" noktasına getirince, şenlik halinde kahvaltımızı yaptık. Kahvaltı sonrasında da ben, gelin kız olarak, Kleopatra misali bir takım bakım işlerine giriştim. Gelin kız olmak da ne süper şeymiş ayol! Hiç bi işe bulaşmıyosun, hep kendinle hep kendinle ilgileniyosun! O esnada mutfak ekibi yine bir araya gelmişti: Kezban teyze, Figen abla ve Zülüş sarmalarla uğraşırken, Dilek abla haşhaşlı-mercimekli böreğe hayat vermekte, annem tezgahta kıymalılarla uğraşmaktaydı. Babam da salonda oturup, tepsiler doldukça, onları fırına taşımaktaydı. İmece usulü.
Saat 3'e gelirken, Damat Umut Paşa gelip beni aldı ve biz otogara kuzucum Arzucuğumu karşılamaya doğru yola çıktık. Baktık daha otobüsün gelmesine vakit var, dereyi görmeden paçaları sıvayalım dedik ve Odunpazarı Belediyesi'nin Nikah Salonu'na bakmaya gittik. Kurşunlu Külliyesi'nin bir parçası olan ve Ortaçağ Dönemi'nden kalmışa benzeyen bu taş bina, ikimizi de büyülemişti, ordaki görevliden bilgi aldık, daha tadil edileceğini öğrendik "umarız mahv-ı perişan etmezler" diyerek ve "ay daha nerde nasıl evleneceğimiz belli değil" diye söylenerek, koşturup otogara gittik. Arzu'yu karşımızda görmek çok güzeldi. Eskişehir'e ilk kez gelme şerefine nail olmuş olan yavrımı kaptığımız gibi aç bilaç eve koştuk. Tam bir şeyler atıştırıyorduk ki, Mehmet ve Naci dayımlar, yengemler ve mini kuzenler teşrif ettiler. İşte o zaman çoktan 10 kişiyi aşmıştık ve evde hareket edecek pek bir yer kalmamıştı: biz ertesi güne beklediğimiz 50 civarı kişiyi kuş kadar evimizde nasıl ağırlayacaktık acep?
Bir miktar hoş beşten sonra, sosyalleşme insanı Umut, yengeme "yengecim", Naci dayıma "dayıcım" gibi hitap ve aşırı sıcak yaklaşımlarıyla, 10 puanları toplamaya başlamıştı, seni gidi seni. Sonra da Ankara'da bir cd'ye "oynıycaz alah oynıycaz" nidalarıyla attığı oyun havalarını benim laptop'a atmak için içeri odaya dalmıştık ki, Naci dayım, kapkara teni, bağrı açık gömleği ve ego dertsiz halleriyle aramıza dalıp, "yenikentli nadir", "peçenekli süleyman", "sincanlı serhat" gibi nadide bir takım isimleri lteratürümüze sokarak, bizi gülmekten heder etti. Hemen e-mule'den bu amcaların "piçipiçipiçieyyyhh"li müzikleri indirildi, "nişan" dısyasının içinde yerlerini aldılar :)
Umut'un yengemden aldığı "Ankara havalarında nasıl ayak hareketi yapılır?" eğitimi sonrasında bu kez Aslıtavığımı almak için otogara koşturduk. Aslıcım, havuç kafasıyla indiği otobüsten sonra, benim epey bir çulumu çırpmasının ardından, eve gitmeden direkt kendimizi Eskişehir'in gece hayatına vurduk. Abartmayayım, bi miktar Doktorlar ve Suboyu yapı, sonra Kirpi'de oturup bişiler içtik.
Gece eve döndüğümüzde, annemler ve misafirler muhabbetin gözüne vurmaktaydılar. Biz de önce bi miktar mercümekli börek, bi miktar sarma mideye indirip, biraz feysbukta ekirdeyip kikirdedikten sonra, "yarın erken kalkılacak, o yüzden şu dakka uyunacak" mottosunu benimseyip, yataklarımıza gömüldük. Ama tabii öncesinde, Zülüş'ün de tüm anlarını kameraya kaydettiği üzere, psikoloji camiasının dedikosunu yaptık: aaaaa, neeeee sesleriyle pek güldük, eğlendik, sanırım 1 gibi anca sızdık.
Ve evet nişan günü, tataaaam 13 Temmuz 2008-Pazar günü; annem tarafından "teyzenler Sivrihisar'ı geçmişler!" uyarısıyla gözleri bölertmeye çalışıyorduk ki, "Mustafa eniştenler de Gordion'u geçmişler!"le zıpladık:) Sonra cümbür cemaat bir kahvaltı, bol kahkaha, bende hafiften başlayan heyecan, oje sürme faslı, bu arada teyzem, anneannem, büyükbabam, eniştem ve kuziciğimin gelişi, ardından eniştemler, aaa karşımda Aysun ablacım, ne sürpriz, ne sürpriz:)
Önceden randevulaştığım kuaföre gitmeden önce, yüzüklere 50 metre kurdele bağlayıp zımbırtı tepsisini hazırladık. Yüzükleri bi evirdik, bi çevirdik, tamam didik: aşağıda "heeee" diyorum sanırım:
Kuaför faslı her zamanki gibi benim için çok can sıkıcıydı. Rapunzelos saçlarımı bir yabancının ellerine tesim edecek, "onlara hayat ver" dicektim, tanrım! Ebru Saç Tasarım'ın esas adamı Ebru, randevuya rağmen gecikeceğini söylediğinden, ordaki kızlar başladılar saçlarımı sarmaya. Aslında ben sürekli "uçları bukle bukle olsun, saç dibimden deli karılar gibi bukleler istemiyorum" diye haykırdığımdan, nişan saatine kadar fön, püskül saçlarımı tutmayacağı gerekçesiyle, saçları sarıp, o acayip makinenin içine girmeme karar verildi. Artık makinenin içinde durmam gereken süreden çok daha kısa süre kaldığımdan mıdır, yoksa saçlarımın düzlük direncinden midir nedir, eve döndüğümzde buklelerim iyice aşağıya inmiş, hafiften paçoza dönmeye başlamıştım bilene:)
Kuaförden geldiğimizde, epey kişi toplanmıştı, zannımca 40'a yakındık. Önce bağırış çağırış yemek yendi, düğün evi gibiydik. Sonrasında giyinip makyajlanma faslına geçmek, tabii ki çok keyifliydi. Kardeşim beni bi boyadı bi boyadı! Grinin üstüne parlak beyaz, altına siyah kalem, biraz daha parlatalım gibi detaylarla, gözlerim ışıl ışıl oldu, fotolardan belli olmasa bile:)
Ben gelin kız olarak, süslenmiş, püslenmiş, iltifatları kabul etmekte ve ortalıklarda kırıtmaktaydım ki, meğersem saat 3'e gelir olmuş, oğlan tarafı geldi! Hem de ne geliş! Kocaman bir çiçek, alengirli çikolata, ve bembeyaz dantelli bohçalarla, yani anlı şanlı!:) Misafirlerimizin gelişinden itibaren ilk 5 dakika bence çok komikti. Ortalıkta bir takım boş yerler vardı ve fakat çoğu kişi ayakta kalmıştı, hiç kimsenin de bu duruma ilişkin napılacağına dair bir fikri yoktu. Emrah'ın "Rabia biz nereye geçelim?" sorusu karşısında bön bön bakınmaktaydım ki, Damat Umut Paşa beni çekti, götürdü, salonun orta bi yerine oturduk ve hemencecik sevgili kayınpederim İhsan Amcacım, güzel ve heyecanlı olduğu her halinden belli bir konuşmayla olaya girişti! Süperdi, çünkü kimse bu kez nereye oturacak derdi olmadan, tam tamına 50 kişi (hehe) salonda ayakta, nişan anına tanıklık etti. Sonrasında, zaten herkes evin bir köşesine dağıldı ve bizim ev 52 kişi kapasiteli olabileceğini kanıltamış oldu, koçum benim:)
İhsan Amca süper bir konuşma yaptı, sonra da nazik bir geçişle, sözü Umut'un amcasına ve benim büyükbabama bıraktı. Onlar da yüzüklerimizi taktılar, berber olan kısasaçsever büyükbabacığım baktı ki 50 metrelik bir kurdele söz konusu, iki yüzüğün ucuna bağlanmış kurdeleleri dibinden kesiverdi, pek pratik oldu:)
Resmi olarak, sevdiklerimizin katılımıyla nişanlanmamızın ardından, tabii ki diğer fasıllara geçildi. El öpmeler, öpüşmeler, sarılmalar, tebrikler, güzel dilekler.. Kayınvalidem Hatice Teyzem ve manyak görümcem Ezgi :) bana bi sürü güzel şey takıp takıştırdılar ve tabii dayılar, teyzeler de.. Çok süper şeylerim oldu:)O anları görüntüleyen Hif, tabii ki tüm şirinliği ve cimcozluğuyla, ve son derece amatör fotoğrafçılığıyla, sessiz bir anda o cin sesiyle, "Umut, annemi bi daha öper misin, çekemedim tam" diyerek yine tüm dikkatleri üzerine toplamayı başardı:) Hehe, ve o kadar çok Umut Umut dedi ki, en nihayetinde ortamın en yaşlı ve erdemli hatunları anneannem ve Ülker Teyze'den "kız, Umut değil o, Umut abi denecek, kafanı kırarım" şeklinde açık uyarılarla da karizmayı yerle bir etti:) Hif için verilen özel poz sanırsam:
Öpüşme faslına evin diğer odalarında devam ettik. Arkadaşlarla geyik çevirdik, güç yüzüklerimize bakmaya doyamadık, poz vermeye de:)
Kameramanlarımız Emrah ve Zü'ye bir sürü ahkam kestik. Bidi bidi konuştuk, durduk. Mutluluğumuzu nasıl söze dökeceğimizi bilemedik:
Bu esnada, becerikli mutfak ekibi, tabakları, pasta-börekleri, çayları hazırlamış, servise başlamış, kurtlar gibi aç 52 kişiyi doyurmak üzere harekete geçmişti: bir yandan servis, diğer yandan bulaşıklar, vs. Onlar olmasa zor olurdu, kuzenler, komşularımız, teyzem, yengemler; seviyorum sizleri uleyn!
Mideye indirdiklerimizi eritmek amacından gayet uzak bir motivasyonla, bittabiii Umut'un gazıyla laptopu kaptığımız gibi içerideki ağır ekipten (babalar, anneler, dayılar, halalar) habersiz oynamaya başladık. Tam abartmaya, omuzları öne arkaya atmaya başlamış, meşhur çikçik dansıma uzanmaktaydım ki:P, Serhan halam içeri geldi ve tüm o haşmetli sesiyle, bizi çekiştire çekiştire salona götürdü: biz bir uzam halinde birimizde laptop, birimizde kablolar, birimizde hoparlör, tıpış tıpış salona yollandık, iki dönüverdik:)
Bir ara müziğin kesilivermesiyle birlikte nolduğunu anlamaya çalışırken Serhan Halam'dan çıkan "ay ceyranlar mı gitti?" efektine ekstra koptum, halacım benim yaaa:) Bilge nasıl sıkıştın oraya yahu?:) Yengemle Aysun abla da oyun işindeki tüm maharetlerini gösterdiler fallayi..
Sonra da Umut'un, siparişi verdikten 2 dakka sonra koşarak pastaneye dönüp adama "oraya Rabia yazılcak, aman diyim, Rabiya yazarsanız o pastayı tek başıma bana yedirir" diye, otoriteme boyun eğdiği (kehkeh) pastamızı kesip, ağzı-burnu büke büke yemişiz görüldüğü üzere:
Pastadan sonra, iki hoşbeş daha ve ardından yavaş yavaş oğlanevi (böyle demek ne özetleyici, tebrikler atalarımız, dedelerimiz:P) izin isteyerek evden ayrıldı. Sanırım bu sırada saat 17.30'a gelmekteydi.
Güzel dileklerle ve en kısa zamanda görüşebilme temennileriyle evden ayrılan oğlanevinin, kızevinin erkekleri tarafından dışkapıdan da yolculanması ardından, tabii ki noldu? Kızevinin tüm hatunları, hurrraaaaaaaa! salon masasının başına üşüşüp, bohçalara saldırmasınlar mı? He he, abartmayayım, herkes aceba neler gelmiş merakıyla birer birer bohçaları mıncıkladı. O bohçalardan neler çıktı neler: zaten bohçalar dantelleriyle başlı başına birer el emeği göz nuruydular, ben de çok anlarım ya dantelden. Süper olduklarını evin büyüklerinden duydum, ezber ettim. Efenim, alengirli seccadeler, oyalı yemeniler, rengarenk patikler, namaz örtüleri, havlular.. hangi birini anlatsam:) bana gelen ve en güzel olduğu her halinden beli olan (hehe) bohçacığıma ise benim ulaşmam mümkün olmadı etrafındaki halka nedeniyle:) bu bohça geleneğini boşa koymamışlar valla, insan doğumgünü çocuğu gibi mutlu oluyor, kalbi neşeyle doluyor:P Yükselen vohohohouvvvv seslerinden benimkinin içinden çok cazibeli bişiler çıktığı hemen annaşıldı ve büyükbabamın arkada oturduğu hatırlanarak eski edep ve adaba bürünüldü:) Nişanın sonunda ben aşağıdaki gibiydim: güç yüzüğü parmağında, yorgun ama mağrur ve gururlu genç kadın şöyle der: aman bre deryalar, biz nişanlıyız!
Gelelim teşekkür faslına: Her türlü desteğini arkamızda hissettiğimiz, yolculuktan hazzetmemelerine rağmen ta Ayaş'tan kalkıp gelen ve ilk torunlarının mürüvetini görme gayretiyle hareket eden, sevgili büyükbabacığım ve anneanneciğime, lambır lumbur sözleriyle bizi hem kızdıran hem güldüren Mehmet dayıma, güler yüzü ve girişkenliği, ayrıca Umut'a verdiği iki "iyi oynuyosun" gazıyla sevdiceğimi pek sevindiren Asu yengeme, "Peçenekli Süleyman"la bilgi dağarcığımıza bilgi katan ve en başından beri "yanındayım" diyen Naci dayıma, ev işleri konusunda anneme sonsuz yardımcı Sebiha yengeme, gıkları çıkmadığından bize "öf bi durun, susun!" dedirtmeyen, aman da ne büyümüş kuzilerim, Alper, Buğra ve Zuhal'e; elbiseme "gecelik gibi" yorumunda bulunmuş olsa da:) canım teyzeciğime, enişteciğime ve nebike; arıza çıkarabilecek bacağına rağmen Ayaş'tan kalkıp gelen sevgli Mustafa enişteme, çingir çingir sesiyle beni koparan Serhan halama, bu çarşamba kınasını yapacağımız kuzicim Aydan'a, hiç beklemediğimiz ve bize en büyük sürprizi yapan Aysun ablama ve peri kızı Ceren'e, İzmit'ten trene atlayıp gelen sevgili Enver amcacığıma ve Güzide yengeciğime, hayatımın en arızalı zamanlarına tanıklık etmiş Ülküş teyzeme, Eskişehir'e geldiğimizden bu yana, 4 yaşımdan beri, en yakın aile dostlarımız olan, birlikte evrildiğimiz, Salih amca, Kezban teyze ve evcilik arkadaşlarımız Esen, Suna ve İrem'e; hiperwomen komşularımız Figen abla (pek tabii eşi Naci Bey'e) ve Dilek ablaya; evimizi bir kez daha şenlendirmiş olan sevgili kayınpederciğim ve sevgili kayınvalideciğime, görümceciğim Ezgi'ye :), dayımız, teyzelerimiz ve eniştelerimize, Didem'e, amcamız ve yengemize; "ayyyy ne güzel oldu, geldiler" diyeceğim dostlarımız, kameraman Emrah ve Didem'e, fotografır Bilge ve Özge'ye, canlarım, tavıklarım Arzu ve Aslı'ya, en sevdiklerim, bu süreçte "iyi ki annem ve babamsınız" dedirten annecim ve babacığıma, kuzucuklarım Hif ve Zülüş'e, ve elbette benimle nişanlanma şerefine nail olan bitanecik sefgilim Umut'a en derin sevgilerimle ve teşekkürlerimle, ergenekon destanımı burada bitiriyorum efem:)

06 Temmuz 2008

İlk 5K koşum..

Başlığı Umut'tan hacıladım. 44.58 dk.'da, 5 km. koşmuş bir minik dopingsiz Süreyya olarak, tarihin tozlu sayfalarına bu eşsiz başarım da, breh breh, not düşülsün istiyorum, bilmem çok şey mi istiyorum?
Odtü'deyken ve bir 5. yurt sakinesi iken, belli dönemler gidip stadyumda fiti fiti koştuğum olmuştu, sonra kendimi nadasa çekmiştim (yoksa besiye mi demeli?, söyleyin ne demeli?). Geçen yıldan beri de zaman zaman Umut'la koşmaktayız okulda. Dün sabah da bir türlü kıçımızı kaldırıp çıkamadığımızdan, tabii ki güneşe kaldık (saat 10'a yaklaşıyordu sanırsam) ve ormanda koşalım dedik. "Ya köpekler?" demiştik ki iki adım öteden bir "hev" sesi geldi. Yok len bu köpek değil, kurbağa olabilir mi gibi bir abuk tahminde bulunmuştuk ki, hörhörhörhör efektini duyunca gerisin geriye nasıl koştuğumuzu hatırlamak bile istemiyorum. Zira o koşuş bir flaşbek şeklinde hayatımda yer edinmiş vaziyette (bkz. Yüzüncüyıl'da bilinmez bir karanlığa doğru koşmak ve imdaaaaat! diye bağırmak) :( Sonra güzel güzel rutin koşumuzu gerçekleştirdik ve tabiri caizse "börttük"! Normal insan evladının koşacağı bir sıcaklık ve saat değildi zira. O nedenle bugün dedik normal insan gibi koşalım. Başladığımızda saat 20.00'yi geçmekteydi. Ay şekerim nasıl söylesem, yüzümüze püfür püfür esen ılık akşam rüzgarı, rüzgarla dans eden yapraklar, yapraklarla dans etmesi muhtemel geberesice keneler ve biz iki tıfıl:P Koştukça koşasım geldi, koştukça coşasım. Engeller mi atlamadık, çağlayan derelerden mi zıplamadık, uçurum kenarlarından mı geçmedik, hangi birini anlatayım? Neyse, uydurmayayım, velhasıl 5 km. koşmuşum. "Muşum" diyorum, çünkü koşularımızın hesap-kitap işlerine bakan sefgilim, ben gık demeden (hele dün sıcaktaki mızlanmalarımdan sonra) bu kadar koşunca, benle duyduğu gururu anlata anlata bitiremedi. Ben de kendimi bişey sandım. Ortaya bu yazı çıktı.

02 Temmuz 2008

Gökten üç elma düşmüş...

Fazlasıyla alengirli, bir o kadar cengaverli masalların sonu hep öz, hep sade, hep şıppadanak olurmuş. İyiler birden ödüllendirilir, kötüler birden merhamete gelir, her şey birden yoluna girermiş. Esas kızla esas oğlanın masalında da, aslında ne kötüler varmış ne iyiler. İnsanmış hepsi ayol, yer gök doluymuş with griler (böyle olur rabia'nın masalı) :)
Masal masal diye kendilerini yiyip bitiren esas oğlanla esas kız için belki de en değer verdikleri şey, ailelerin de birbirlerini pek sevmesi, yani koskocaman bir aile olmakmış! Aileler hele bir tanışsın, aman da hemen kaynaşsın mantığıyla, 7 Haziran 2008 Cumartesi günü, bu iş için biçilmiş kaftan günü seçilmiş! Format önceden konuşulmuş: aileler esas kızın ailesinin evinde, yani Eskişeeer'de tanışacak, isteme-söz, ımbır kımbır işler için de takvim vs. konuşulacakmış. Böylelikle yine heyecan zilleri çalmaya başlamış, esas kızın ailesi esaslı ev sahibi olmak için, esas oğlanın ailesi de esaslı misafir olmak için harekete geçmiş, yine aynı saatte bir güzel çiçek eşliğinde zil çalınmış, esas kız&ailesi hoplaya zıplaya kapıyı açmış: Sonrası malum, herkes birbirine en uzak mesafedeki koltuklarda yerini almış, başta hal hatır sormayla geçen muhabbet sonradan annelerin ilçeye taşınmak istemeyişlerinden, babaların toprakla uğraşma sevdalarına kadar uzanmış. Esas kız esas oğlana arada abuk bakışlar atıp, naber len cillop sefgilim? gibi sözler sarf etmek istemiş, haliylen münasip kaçmamış. Yemekten önce birer türk kahvesi yudumlanmış, ve tam esas kız yemek masasını hazırlıyormuş kiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii, birden sohbet "biz ne zaman istemeye gelelim aceba?" noktasına gelmiş, ahanda o sırada nolduysa olmuş, esas oğlanın babasıyla esas kızın babası, anneler ve esasların da nolduğunu anlamlandıramadıkları bir süreçte işi bitirivermişler!:) Esas kızın parçalı bulutlu hatırladıkları:
-esas oğlanın babasıyla esas kızın babası arasında geçen hımmmlı hümmmlü kısa diyalog
-diyalogun hemen ardından esas oğlanın babasının, ellerini kalbinin üzerine koyup "allahın emri peygamberin kavliyle..." diye esas kızı esas oğlana istemesi
-esas annelerin devre dışı kalmış şaşkın ama gülümseyen bakışları
-bişeyleri masaya dizmeye çalışan esas kızla, efendi damat oturuşu pratiğindeki esas oğlanın "nolüyo yavv?" bakışmaları
-esas kızın babasının kızına (yani nam-ı diğer ben oluyorum efem) hiç unutulmayacak bir bakış attıktan sonra, yerim seniiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii diye üstüne atlanılcak bir ses tonuyla "ben de kızımı veriyorum" içerikli cevabı
-esas kızın kardeşinin, fazlasıyla doğaçlama gelişen bu olaya tuvalette yakalanması nedeniyle "ayyyyy çok önemli bişiy kaçırdım galiba" diye salona dalışı (hahhayyytttt!:))
-zırhlı diş birlikleri olan kardeşin, neyse ki etraftan duyulmayan, "yahu daha başlık parası istemedik", "çok ucuza gittin valla" geyikleri, he he:)
-esas kızın kafasından fırtına gibi geçen "yahu adeta bir paket gibi alındım verildim", "bugüne dek babamındım, şimdi müstakbel kocamın mı oldum?", "evet, en nihayetinde ben bir nesneyim" gibi düşünceleri: "yahu gelenek bunlar, gelenek!"
-kız isteme faslının ardından öpüşüp sarılmalar, esas kızla esas oğlan birbirlerini öptü mü hatırlamıyom!
Velhasılı kelam, böyle olmuş. Ardıından, ayakta devam etmiş öpüşme faslı sonrasında oturuş biçimleri birden birbirine yaklaşıvermiş, odanın dört bir yanına dağılmış ebeveynler, sevgi yumağı oluşturuvermiş:P
Sohbete eklenen uzun bir yemek ve sonrasında çay keyfi ardından, esas oğlan ve ailesi güzel dileklerle esas kızın ailesinin evinden ayrılmışlar. Geriye 13 Temmuz'da yapılacak olan nişan etkinliğinin detayları ile, koskocaman ve kalabalık bir ailenin yeni atılmış temelleri kalmış...
İşte masalın tam bu noktasında, gökten üç elma düşüvermiş: Biri, elbette bu masalı anlatan esas kızın başına.. Diğeri, esas kızla esas oğlanın hiç bitmeyecek aşklarının başına. Sonuncusu da, bu masalı en başından beri içtenlikle dinlediklerini hissettiren, kimi ailemizden, kimi arkadaşlarımızdan, kimi az, kimi çok tanıdıklarımızdan, kimi hiç bilmediklerimizden, ama her biri bizimle birlikte heyecan duyan ve ekrana bakıp keyifle gülümseyen dostlarımızın başına..

04 Haziran 2008

Haberler

Artık ünlü bir insanım. Ama şöhret çok zor bir şey azizim. Hem başlığa bir gel hele. Hem de isim vermek niye? Şöhretin de kendine göre zorlukları var. İnsan bu, beşer şaşar. Bundan böyle adımı hep gazetelerde görmek isterim. Yanıma da illa ki Murat Belge'yi, Gökhan Özgün'ü kondursunlar derim. Şimdilik başka şey söyleyemen, hadi eywallah, giderim.

03 Haziran 2008

Alın bunu...

Kısa ve öz anlatmayı deneyeceğim bu kez, haydin bismillah diyerekten: efenim, bugün sizlere aile mahkemesi kariyerimde beni hasta eden, hasta etmek ne kelime dellendiren, damarıma czzzt czzzt elektrik enjekte eden bir konudan bahsedeceğim, hatta bir değil iki konudan. Evlenme, boşanma, çocuk sahibi olma, ilişki sorunları açısından baktığımızda, içinde insana yuh dedirten pek çok konu var ve fakat iki meseleye ilişkin söylem beni benden almakta:
Önemli ön bilgi: Bana intikal eden dosyalarda, ki bu dosyanın alengirli (kavga-gürültü-çekişme-3. sayfa haberi niteliği) olduğu anlamına gelir, eşlerle görüşmeler yapıyorum. Nasıl tanıştıklarından başlayarak, evlilik öyküsünün ve ardından boşanma sürecinin alınması, bildik bir psikolog-danışan görüşmesi formatından elbette ki çok farklı oluyor. Klinik görüşmede olduğu gibi karşındaki kişi (yani davacı veya davalı), kendini açıkyüreklilikle ifade etmiyor. Niye? Davadan elde edeceği haklar (çocuğun velayetini almak, çocukla daha çok görüşme süresi almak, nafaka, mal paylaşımı, maddi-manevi tazminat gibi) var adamın/kadının. Bizim medeni kanunda, tüm boşanma işi de "kusur oranı" (evliliğin bu aşamaya gelmesindeki kusur kime ait?) üzerinden yapılandırıldığından, mahkemede ve görüşmede iyi izlenim bırakmak çok önemli anlayacağınız. Bu nedenle de karşımızdaki kişi sık sık yalana başvurabiliyor. Ben de dedektifçilik oynuyorum anlayacağınız, yok ayol, şaka şaka, ehe mehe..
Bahsedeceğim iki meseleyi bu minvalde değerlendirin isterim.
1) Aman bekaret, canım bekaret: Dosyayı didik didik incelemişsiniz, görüşmeye başlamışsınız, güzel güzel tüm bilgiyi almışsınız, adam birden pırt sesi çıkartarak, abartmıyorum, gerçekten öyle bir hisle, diyor ki:
-"ya aslında olay ne biliyor musunuz piskolog hanım, eşim evlendiğimizde zaten bakire değildi!"
Böyle bir cümle üzerine söylenebilecek kaç alternatif cümle vardır acep? Kardeşim, diyelim ki sen zamazingo bi adamsın, kültürel öğretileri hiç sorgulamadan almışsın, baş tacı etmişsin, hadi ettin gül yüzlü kardeşim, senin için namus, ahlak, erkeklik gururu, onuru her birinin kriteri bu kızlık zarı olsun, e hadi olsun, öyle birisin, seni kendi bağlamında değerlendirdik, ulen adama demezler mi niye gerdek gecesinin sabahında açmadın bu boşanma davasını diye? Madem bu denli önemli, demezler mi adama şimdiye dek niye bu "bozuk malla" yaşadın ettin, bi de üstelik çocuk yaptın diye sormazlar mı ha, sormazlar mı?
Geçenlerde görüştüğüm bir erkekkkk, gözümün içine bakaaaa, bakaaa diyor ki: "Evet ilk ilişkide kan gelmedi, ha ne? Evet evet ben 30 yaşındaydım ilk cinsel ilişkimi yaşadığımda, ablacım vallahi bilmiyordum kan gelmeyince bunun bakire olmadığı anlamına geldiğini! Ha sonra geldi miydi onu hatırlamıyorum ama bilseydim ah bilseydim! Tesadüfen yıllar sonra bir arkadaşımın hemşire nişanlısı söyledi de bağlantıyı kurdum, haaaa dedim, vay beni kandırdı gahbe!"
Ey köşeye sıkışınca adeta son kozlarını oynayarak, o minik beyniyle benim "vay anasını beah, kadın da az cingöz değilmiş, kendini adamda aklamış, vah kuzuuum gıyaman ben sana" gibi bir yorum yapmamı bekleyen insancık! Senin için diyorum ki, "alın bunu, Erkut abime teslim edin."
2) Bir lütuf olarak erkeğin kadına fiske vurmaması: Görüşmenin sonuna doğru şu soruyu mutlaka eşlere yöneltiyorum: "Sizce bu evlilikte sizin hatalarınız neler olmuş olabilir?" Gayet açık değil mi? Amcam karşımda atıyor, tutuyor, eşim şunu etti, anası buna yetti, şöyle eziyet, böyle dırdır. Her yer karanlık, ama adamcağız pür-i pak mübarek.. Soruyla beraber, orada bir zınk kalıyor önce, bırakın kendisine bu soruyu sormayı, başkası için dahi düşünmemiş belki. Hımılamalar, hümülemeler ve dökülen inciler: "vallahi ben karıma fiske vurmadım", "diyorum ki dövseymişim keşke, o zaman bunları yapmazdı belki", "benim hatam eşime söz hakkı vermek oldu" ıvır kıvır. Koçum civanım Türk erkeği için, eşini dövmemek bir lütuf efendim, lütuf!
Dün öğleden sonra görüşme yapıyoruz adliyede, karşımda koskoca bir emekli yarbay. Ben ömrümde bu kadar kendisiyle ve yaşamıyla temassız, bu kadar yaşamının ve tercihlerinin sorumluluğunu almaktan uzak bir adam görmemişim, soruyorum "sizin hatalarınız neler sizce bu süreçte?", adam pişkin pişkin demez mi, "dövmedim eşimi hiç, üste çıktı, söz sahibi oldu" diye! Sonra nolduysa oldu, sanırsam ben kendimi kaybetmişim. Yaklaşık 5 dakika nefes almadan konuştuğumu hatırlıyorum, elbet yüksek bir ses tonuyla. Her ne kadar pedagog arkadaş benle "Rabia bir ara adama -insan değilsin- dedin" diye dalgasını geçtiyse de herhalde o kadarını demedim. Ama nutkumun sonuna doğru, allah bilir kaç gencecik çocuğa nasıl dayaklar atmış olan anlı şanlı yarbay beyimiz, koltuğunda küçüldü, küçüldü, tam kaybolacak ben kendime geldim. Konuşmamın içinde geçen "len" gibi kelimeleri hayal meyal hatırlıyorum, tabii ki adama len demedim, "adama demezler mi len sen bunu dersen bu şu demektir" gibi cümleler sarf etmiş olabilirim, itiraf ediyorum utanarak. Bu nadide aile babası için "alın bunu, eşşek sudan gelinceye kadar aile içi şiddetin her türlüsüne maruz bırakın, sonra -dövdük de bak adam olabildin- deyin" demek istiyorum, sorunu karşı olduğum şeyle çözdüğümü sanarak.
Bakmayın yukarıdaki satırlara, aslında mülayim hatunun tekiyim. Sadece fark edin istedim, kimilerini adam etmeye çalışırken (misyona gel!), gül gibi arkadaşınız heba oluyor fallayi..
:(

29 Mayıs 2008

Kaf Dağı'nda bir gariban esas oğlan

"Hayat devam ediyor" denirmiş, baş etmek için. Biz anımsatmak için diyoruz, "masal devam ediyor" diye, kaldığı yerden..
Kaldığı yerden bakınca esas oğlan, önünde uçsuz bucaksız Kaf Dağı'nı görmüş. Kaf Dağı.. Erişilmez Kaf Dağı, tüm yeryüzü pınarlarının anası, ardındaki gizemli ülkeleri kimse bilmez, dorukları sisli, büyülü bir diyarın kapısı orası. Periler padişahının yaşadığı, prenseslerin masal kahramanlarını zalim aşk sınavlarına tabi tuttuğu, tek gözlü devlerin hazineler beklediği, Zümrüd-ü Anka kuşunun gizlendiği bahçenin ev sahibi Kaf Dağı. Evet işte, ta orası, geçtiği sınav..
Günlerden 26 Nisan 2008 imiş o gün. Esas kızın evinde tatlı ve örtük bir telaşe. Herkes pek rahat görünürde, lakin akıllar başka yerde. Esas oğlanın, esas kızın ailesiyle, daha doğrusu anne-babasıyla tanışacağı gün. Esas kız esas oğlana esas günden 1 gece önce demiş ki: "Yavrım, 16.30'da bizde ol, ne 1 dakika geç, ne 1 dakika erken!" Talimatı alan esas oğlan, o gece nöbetini tutup vatanı olası düşmanlardan korumuş, o esnada emin ellerde olduklarının bilincindeki esas kız ve ailesi de gayet fosur fosur uyumuş.
Sabahki tatlı ve örtük telaşe doğrultusunda, üst baş düzeltilmiş, eve çeki düzen verilmiş, tozlar halının altına süpürülmüş, esas kızın annesi mutfakta döktürmüş. Saat 16'ya doğru hemen her şey tastamam olmak üzereyken, tabii ki maksimum dakiklikteki esas oğlan zırt diye aramış, esas kızla aralarında şöyle bir diyalog geçmiş:
Esas kız: Efenim canım?
Esas oğlan: Yavrım ben hazırım, grand tuvalet giyindim, traşımı oldum, isteğin üzere Beatles modeli saçımı jöleledim, geliyim mi?
Esas kız: Ay gelme daha!
Esas oğlan: Geleyim yahu başka işim yok!
Esas kız: Ya aşkım manyak mısın? Gelme daha biz hazır değiliz.
Esas oğlan: Gelicem allah gelicem!
Esas kız: Ya gelme diyorum!
Esas Oğlan: Yahu niye?
Esas kız: Gelmeeeeeeeeeeeeeeeeeeeee!
Telefon kapanınca olanlar olmuş! Tüm bir haftayı ve o günü "len ben niye heyecanlanmıyorum?", "heyecanlı olmam lazım!", "niye heyecanlı değiliiiiiiim?" diye kendini yiyip bitirerek geçiren esas kız, herhalde esas oğlanın hazır ve nazır beklediği haberini alıp da iş bu kadar somutlaşmış biçimde önünde durunca heyecan hali tavan yapmış. Oturmamış, ayakta gezinip durmuş. Annesiyle babasının maskarası olmuş. Koridorda volta atıp dururken saat de 16.30 olmuş.
Tik tak, tik tak, tik tak..
Sonra saat olmuş 16.31 ve devamı gelmiş: 16.32.. 16.35.. 16.38.. 16.40..
Beklenen zil bir türlü çalmamaktaymış. Sonradan öğrenilmiş ki, park ettiği arabasından inen esas oğlan, inince bakmış kalp aşırı gümbürdemekte, geri arabaya binmiş, oturmuş, beklemiş öyle. Sonra sakinleşip almış eline çiçeğini ve çikolatasını, girmiş apartmana.
Zil çalıp da kapıyı hoplaya zıplaya açmaya giden esas kız ve ardından gelen ailesi, karşılarında 32 diş sırıtan, iki dirhem bir çekirdek, "tanrım bu ne yakışıklılık!" dedirten, genç ve manyak esas oğlanı bulmuşlar! Işıltıdan gözleri kamaştığından mıdır nedir, bir süre, bir elinde zarif bir çiçek, diğer elinde içinde çikolata olduğu tahmin edilen sevimli ama aynı zamanda alengirli bir paket, iki eli dolu durumda bağcıklı ayakkabılarını çıkarmaya çalışan ve ipteki cambaz misali bir o yana bir bu yana bükülen esas oğlanı sadece izlemekle yetinmişler. Sonra akılları başlarına gelmiş, bu sırada esas oğlan ayakkabılarını çıkarabilmiş, esas kızın annesine çiçeği takdim etmiş, tokalaşmalar, öpüşmeler, el öpmeler, hoş geldin ritüeli yaşanmış, salona geçilmiş.
Sonrası, hayal edilemeyecek kadar güzelmiş. İlk 5-10 dakika herkes pek heyecanlı olduğundan, "nöbet nasıldı?", "evi rahat bulabildin mi?", "annen-babanlar nasıllar evladım?" gibi sorular ve karşılığında kısa yanıtlar ve belirgin sessizliklerle geçmiş. Muhabbet aranırken, esas kızın, kız kardeşinin karşıdan ışıl ışıl parlayan diş telleri imdada yetişmiş, lakin münasebetsiz kız kardeş işi dalgaya vurup tüm pişkinliğiyle "ha ha, konuşacak mevzu kalmadı da benim diş tellerime mi kaldınız?" diye kıkırdamaya başlamış. Bu esnada ortam gevşemiş, esas kız annesiyle birlikte sofra hazırlama sürecindeyken, esas oğlan ve müstakbel kayınpeder arasında keyifli bir sohbet başlamış. Ayaş, Sındırgı, davarcılık, üzüm budamasından, fizik, mühendislik, simülasyon, Fortran programlama diline uzanan derin bir muhabbet... Yemeğe geçildiğinde, yayla çorbası, kızarmış tavuk, pilav, karnıyarık, zeytinyağlı sarma, kadayıf gibi esas kızın annesinin döktürdüğü menünün eşlik ettiği bol kahkahalı sohbetler edilmiş. Esas kızın iki kız kardeşi iyi ki varmış. Onların esprileri ve yorumlarıyla ortam iyice gevşemiş.
Yemek sonrasında çay muhabbetine geçmeden, esas kızın annesi ve kızkardeşleri mutfak toparlama halindeyken, esas kızın babası, bizim esaslara şahane bir konuşma yapmış: "Siz birbirinizi tanımışsınız, sevmişsiniz. Kızım bana evlenmek istediğinizi söyledi. Ben de bunu bir aradayken, ikinizden birlikte duymak isterim" demiş. Esas kız ve esas oğlan güzel cümlelerle bu isteğe karşılık vermişler. Sonra baba, esas kızın "ya işte benim babam" diye gurur duyduğu cümleler sarf etmiş: "Umut, sen geldiğinden beri şöyle bir bakıyorum kızıma da, çok mutlu, ağzı kulaklarında, bu seninle ilgili, bundan sonra da kızımı böyle mutlu etmeni isterim" demiş. Tüm konuşmayı, dedesinden masal dinleyen çocuklar gibi, hayranlıkla dinleyen esaslara, kısa ve öz olarak, özverili, özenli, sevgi ve saygının temel olduğu, vatana-millete hayırlı bir evlilik dilediği beklentisini ifade etmiş. Babasına sevgiyle bakan esas kıza, aynı hayran ve bitik bakışlarla esas oğlan eşlik etmiş.
Ailecek çay sefasına geçildiğinde muhabbet daha da derinleşmiş, derinliğe kahkahalar eşlik etmiş, her şey peri masallarındaki gibiymiş, beklenenden daha güzelmiş.
Eve girerken titrek ve çekingen hali dikkatlerden kaçmayan esas oğlan, saat 20'ye yaklaşırken, bir cengaver misali koltuğundan sıçrayarak müsaade istemiş. Kapıya kadar, güzel veda sözcükleriyle uğurlanmış.
Esas oğlanın gidişi sonrası kaçınılmaz bir aile içi değerlendirme yapılmış, "ay şu da çok komik oldu", "ay ben de şurada ne dedim" cümleleri sarf edilmiş, oradan anne-babanın evlendikleri zamanlara ve evlenme süreçlerine uzanılmış. "Esas oğlan, esas kızın ailesi üzerinde hiper olumlu bir izlenim bırakmış" demek, bilmem yeterli olur mu?
Benzer bir değerlendirme, esas oğlandan da gelmiş. Çok özenildiğinin farkında olan esas oğlan, esas kızın annesini çok samimi, tam anne, muzip ve şakacı, babasını ise kendi ve ailesiyle barışık, iletişimi güçlü, zeki ve özenli bulmuş. Kısaca, "esas oğlan müstakbel kayınpederine bitmiş" demek, bilmem ayıp olur mu?
Sırada, iki hafta sonra gerçekleşecek I. Geleneksel Esas Aileler Buluşması varmış. Şimdiden söyleyince, bilmem sürprizi kaçar mı?

25 Mayıs 2008

Aaah Evropa!

Bu gavırın avrupası en sonunda Börf'ümü de aldı elimden! Berfucum, sarı kafam, Ankara'da son kalan dostum, dünün ilk saatlerinde, yad ellere, yani acı vatan Hollanda'ya trafik psikolojisi doktoralarına uçtu (hem sevinçliyim, hem üzgünüm, bilmem yazmaya gerek var mı?)! Üç ay sonra kısa bir süreliğine geleceğini bilsem de, artık gecenin bi vakti arayıp her defasında Beyza'ya Berfu, Berfu'ya Beyza diye alo! diyemeyecek olmak, muhabbetin en keyifli kısmında basiretsizliğimizle yüzleşip kopmak, çok derinden, en derinden birbirimizi anlamak, buraya yazılmayacak çocuksulukta cümleler sarf edip, "yuh biri bunu duysa ne der?" demek, koşulsuz kabul edildiğini bilmek... azıcık birazcık uzakta kaldı. Telefon olur, msn olur, e-mail olur, konuşup özlem gidereceğiz elbette, ama hiç biri İmge'nin önünde buluşup Mülkiyeliler'e yönelmenin yerini tutmayacak.. Ama yapacak bişey yok, kendisini bol bol özleyecek, sık sık "ne zaman geliyosuuun?" soruları soracağız. Berfucum, resimde yazılı olduğu üzere, unutmayasın:)

25 Nisan 2008

Güzelleme


Koca desktop her işe naçar kalırkene
Aha çöküyom diye bas bas bağırırkene
Rabiakız şipir şipir ağlarkene
Bir yiğit oğlan imdada yetişmiş de gelmiş

Umutman pelerinini sarınmış da üstüne
Demiş, korkma bacım bakıcaz çaresine
Yan gözle süzerek ok kirpikle yay kaşlare
Hepsi burada'ya tıklamış da gelmiş

Elegimsagma der ki işin esası
MSImış tam aradığı zımbırtı
Geleli cihana böylesi kıpırtı
Bizim kız her işini bitirmiş de gelmiş

22 Nisan 2008

Ölüm

Psy-l'ye gelen maillerin çoğunu okumadan silerim. Vefat başlığını gördüğüm maili silmedim bu sefer, Aslı, Berfu bir şeyler göndermişler diyırtavık'a, önce onlara bakıp, en son okudum vefat'lı maili. Selahattin yazıyor ama soyadı türkçe karakterlerle yazılmış, okunmuyor. İçimden geçmedi değil, yahu yoksa? Yoksa Selahattin Şenol mu? Selahattin Hoca mı yahu diyorum hızlı hızlı karakter kodlamasını değiştirirken? Yok dedim, o daha çok genç, niye ölsün ki diyorum, niye? Hemen Gazi'nin sayfasına girdim, "acı kaybımız" linki var iki adet. Birine tıkladım, yok o değil, seviniverdim arsızca. Diğerine tıkladığımda ise, acı kayıp tüm yakıcılığıyla durmaktaydı karşımda. Bunu görmek, bunu böyle görmek çok acı bişiy.


1959-2008

Prof.Dr. Selahattin ŞENOL

Sevgili Hocamız

Prof.Dr. Selahattin ŞENOL’u kaybettik, acımız büyüktür.

22.04.2008 Salı günü 10.30’da

75. Yıl Konferans Salonunda yapılacak töreni müteakip Kocatepe Camisi’nde öğle namazından sonra Gölbaşı Mezarlığında ebedi istirahatgâhına uğurlayacağız.

Kederli ailesine, yakınlarına ve tüm Gazi’lilere başsağlığı dileriz.

GAZİ ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ

DEKANLIĞI

Not: Kocatepe Camisi’ne ve Gölbaşı Mezarlığına gitmek için Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim üyeleri otopark girişinden 22.04.2008 Salı günü saat:12.00’de araçlarımız kalkacaktır.


Sevgili Selahattin Hoca'nın öğrencisi olmadım ben hiç, ondan bir ders dinleme şansı da yakalayamadım. Adını çok duymuştum elbette önceden, ama onunla ilk tanıştığımda, aile mahkemesinde yeni başlamıştım işe. Sonra arkası geldi. Ne kadar zor dosya varsa, işin içinden ne kadar çıkamıyor durumdaysam, dosya içinde çocuğun Prof. Dr. Selahattin Şenol tarafından bir kez bile görüldüğü yazıyorsa karşımda, oh! diyordum. Oh! Hemen ya hastaneden ya muayenehanesinden ulaşıyordum kendisine. Sekreter engelini atladıktan sonra başlıyordum anlatmaya: eee hocam, şöyle hocam, böyle hocam derken, kendisiyle pek çok telefon görüşmemiz oldu, ilk seferde hastanede de ziyaret ettim. O hiç, angarya iş olarak görmedi bana bilgi vermeyi. Üç dakikada kesilen adliye telefonlarını bildiğinden kendisi aradı çoğunda, kimi zaman iki hasta arasına sıkıştırdık koca görüşmeyi. Anlattı, paylaştı, fikir yürüttü, nasıl olabilir, şöyle olsa ne olur, böyle olsa ne olur diye birlikte kafa yorduk, bazen ne zor iş bu beah! diye dert yandık karşılıklı. Çok değerli bir profesördü, çok değerli bir çocuk ve ergen psikiyatrıydı. Ölüm nedeni ne ki diye yanarken, ekşisözlükte buldum cevabı: 20 Nisan'da sabaha karşı kalp krizi geçirerek vefat etmiş. 49 yaşında. Çok acı. Çok acılı. Çok üzgünüm.

Edit-22.04.2010: İki yıl geçmiş üzerinden.. Geçenlerde bir dosya geldi elime, içinde Selahattin Hoca'min 2006'da verdiği bir rapor var çocuk konusunda. "Gidip Selahattin Hoca ile görüşmeli" diyecektim, diyemedim. Bu sefer öylece kalakaldım. Çok ama çok erken oldu be hocam. Umarim mutlusundur uyudugun yerde..

08 Nisan 2008

Hacıyolu Taksi

Bazı günler, ilk insani iletişimimi adliyeye gitmek (zor bela yetişmek desek daha uygun olur) amacıyla çağırdığım bir Hacıyolu Taksi şöferiyle yaşıyorum. Yaşıyorum ve öff pöff diyerek çıktığım evden, sağlık, mutluluk ve başarı duygularıyla adliyeye ulaşıyorum, üstelik bir de hep tam vaktinde yetiştiriliyorum. İşte bu nedenle millet, Hacıyolu Taksi'yi pek seviyorum, onlara, blogumda yer vermek suretiyle minnetimi ifade etmek istiyorum, ehe:) Hacıyolu Taksi'nin tüm şoförlerini tanıyorum. Niye? Çünkü, adliyeye erken gideceğim vakitlerde hep geç kalıyorum, el mecbur taksi çağırıyorum. Küçük bir taksi durağı olduklarından, üç beş arabaları da benim çağırdığım saatte başka yerlerdeyse, muhakkak yoldan bir taksi çevirerek gönderirler, güvenlik açısından plakasını da alırlar, şöfere de akıllı olmasını söylerler:) Ne iş diyecek olunursa, ben onlardan kimi için bir torun, kimi için bir abla, kimi içinse bir kız çocuğuyum, yıllardır. Ne iş yaptığımı, nerelerde okuduğumu, neyle uğraştığımı bilirler. 76 yaşındaki İsmail amcam denk gelirse, Mithatpaşa'dan inerken yol boyu hükümete söveriz birlikte, sıklıkla İ.Melih'in kulakları çınlatırız, trafik keşmekeşinden dem vururuz. O beni Karadenizli hanımefendilere benzettiğini söyledi geçenlerde, güleryüzlüymüşüm onun köyündekiler gibi. Hem dedikodu da yaparız, yarım kalan konuyu bir dahaki seferde tamamlarız. İsmail amcam az bıçkın bir dede değildir, kendisi haşin Ankara trafiğinde ilerlerken, özellikle de Akay tarafında, burnunu çıkarıyorsa önüne bir araç, hiç bozmaz istifini, aracı yavaşlatır, gözünü diker karşıdan gelen aracın şoförüne, adam el mecbur yol verir. Sonra eskilerden bahseder, pek şeker. Sanırım büyükbabama benzetiyorum onu çok. Elektrik şirketi emeklisi olan bir diğer şoför, torunu ve kızlarından bahseder, boşanma oranlarının artmış olması ona muazzam gelir, şaşırır, cıkcıklar, birlikte kredi kartlarının tü kakalığından girer, fiziksel şiddetten çıkarız. Tombul yanaklı, güleryüzlü olan bir diğeri, her gelişinde muhakkak, bir kaç apartman yukarıdaki Bilkentli kızın kendilerini her sabah mutlaka aşağıda en az 20 dakika beklettiğinden gülerek şikayet eder, içten içe dakikliğimi (sadece taksi çağırmak konusunda elbet) takdir eder. Kız kardeşi boşanmakta olduğundan, akıllarına takılmış resmi sürece ilişkin tüm soruları bir avukat arkadaşıma danışarak yanıtladığımdan mütevellit, hem beni çok boğmamak konusunda özen gösteren, hem de merak ettiklerini bir bir sıralayan sanırım durağın en genci olan şoförle muhabbetimiz taksiden inmekteyken ben, daha sonuç kısmına gelememiş olur. Ha bir de hiç muhabbet etmediğim, uzun kıvırcık saçları, iri-yapılı hali, afilli deri yelek ve ceketleriyle gayet ciddi ve karizmatik duran bir "abi" var ki, o da asla taksimetreyi açmaz, muhabbet etmez, ama güleryüzlü ve muhakkak iyi dileklidir. Yaklaşık 8 dakika süren yolculuğumuz, her birinden pek bir güler yüzle duyduğum "hayırlı işler kızım", "bol güneşler hanımefendi", "iyi çalışmalar ablacım" gibi tümcelerle bittikten sonra, ben huyu geçmiş, uykusu açılmış, sabah vakti gerekli sosyalleşme dozunu almış, gülmüş, güldürmüş biçimde taksiden iner, adliyeye yönelirim. "Hacıyolu Taksi ile güne başlamak, ayrıcalıktır" derim.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...