anılar şimdi gözümde canlandılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
anılar şimdi gözümde canlandılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Kasım 2009

Laparoskopik kistektomi

Bugün, başlıkta adını zikrettiğim ameliyatımın üstünden 3 ay geçmiş olacak ki, kontrol için hastaneye şey ettim, yani Hacettepe kadın-doğum, veyahut obstetrics ve jinekoloji da denebülür, oraya..
Hikaye geçen Temmuz'da başladı. Biz daha balayından döneli 1 hafta olmamış, gayet mıçmıç bir şekilde yaşar iken, bir gece ansızın geliverdi bir sancı. Saat 3 filan, nolüyo len diye diye tuvalete gittim. Klozette kıvranıyorum ama ses de çıkarmamaya çalışıyorum. Sanki bişiler yapabilsem geçicek ağrı ama tık yok! Bir yandan kıvranırken bir yandan da yüzümü aynaya dönmemle böyle bembeyaz bir tiple karşılaşmam ve oha demem bir oldu! O panikle koşar (hatta koşamazsın iki büklüm sürüklenirsin) Umut'u uyandırırsın, ölüyorum galiba diye ağlarsın, aarrhh/urrgghh/oahufkfufkf türü sesler çıkarırsın, o ovalar karnını ama geçmez, sıcak su torbası filan derken ağrı biraz hafifledi ve ben uyumuşum. Sabah yine hafiften başladı ama daha tolere edilebilir vaziyetteydi. Umut bir koşu eczaneden metsils diye tadı .oka benzeyen bi ilaç getirdi. Efenim bunu içen takır takır sökülüyomuş bööle gaz maz ağrı mağrı kalmıyomuş, fakat 2 mi 3 mü ne çiğnedim, hiç bi işe yaramadığı gibi akşama kadar da o iğrenç tadı ağzımdan gitmedi. Neyse işte, Umut işe gitti. Benim de öğleden sonra Ulucanlar'a gitmem lazım, ev ziyaretine. Biz tabi iki bilmiş, bunun gaz ağrısı olduğundan çok emin olduğumuzdan hastaneye gitmek filan aklımıza gelmiyor.
Öğleden sonra, yataktan kalktım, iki büklüm giyindim, tam dik duramıyorum, o halde gittim adliyeye. Sevgili iş arkadaşım M. de bu halim nedeniyle bana eşlik etti ve ev ziyareti yaptık, adliyeye döndük, ben hala iki büklüm. Akşam 5 gibi benim surat yine beyazlamaya tipim kaymaya başlamıştı ki, Umut geldi ve gittik Y. Yıl hastanesine. Tetkik metkik derken, ordaki pratisyen hekim "karnınızda yoğun gaz var, endişelenecek bi durum yok gibi ama bence siz en iyisi genel cerrahisi olan bir hastaneye gidin, apandisit filan olabilir" dedi. Yolda Melih'i arayarak
Hacettepe'ye doğru yola düştük. Aslında acıktığında midesinden başka bişiy düşünemeyen kocam "eve bi gidelim, bi yemek yiyelim, bi bakalım, bi arayalım Melih'i filan diyodu" ama zaten artık nevri dönmüş ben "hoytarebeah, sen beni düşünmüyosun da vik vik vik" diye diye.. Öyle işte..
Hastane kısmı feci oldu. Beklenmedik. Sanıyoruz ki iki piş piş bi mişmiş diyip gönderecekler bizi eve. Ama zaten hemen yanımıza inen Melih'in tavırlarından anlamalıydık. Melih, tıpkı bir çocuğa anlatır gibi tane tane güzel güzel "epey solgun görünüyorsun, şimdi sana mayi vericekler, bu gece burada kalabilirsin, jinekolojik bi durum olabilir" filan diye konuşmaya başladı. Daha ben "ne jinekolojik durumu, nası yaaa?" diye kendi içimde düşüncelere gark olamadan, kendimi Hacettepe'nin acilinde bir sedyenin üstünde, Melih bana damar yolu açar iken buldum! Sonrası evlere şenlik: Pek çok doktor tarafından muayene, ultrasonlar, 3 şişe mayiye rağmen çişimin bir türlü gelmemesi, uykumdan yeni muyaneler için uyandırılmam, kan alımları, acil servisin bilindik ama yine de uzak gelen trajik gürültüleri, ağlama sesleri, hırıtılı nefesler, endişeli bekleyişler, ailelerden, hakimlerden telefonlar.. Umut'un kah ayak ucumda kah baş ucumda bekleyişi. Ve benim yine bi sürü şeye uyuz oluşum.
Uyuz olunmaz da ne olunur abicim? Sözde ülkenin en kallavi hastanelerinden biriyiz. En iyi tıp fakültelerinden biri. Şimdi dr. geliyor (bunlar çoğunlukla kadın doğum'un asistanları, gecenin o vakti asistanlar var imiş). İlk soru: evli misin bekar mısın? Abicim, yani bakire olup olmadığımı mı soruyosun? Anlaşılan onu soruyor, çünkü evliysen muayeneyi ona göre yapacak, allah ne verdiyse dalıyor abim. Yahu, belki ben bekarım fakat bakire değilim, gayet de aktif bir cinsel yaşamım var. Veyahut evliyim fekat kocamnan bi türlü sevişemedik, vajinismusum ben belki. Adam gibi sorsana, bakire misin değil misin diye? Ya da dr. geliyor, ki bu dr.lar gelir gelmez hemen bi karın muayenesi yapıyorlar ilk, bastırıp çekiveriyorlar ellerini, ben acıdan zıplıyorum. Sonra başucumdaki dosyayı alıyor, bakıyor, "hmm evliymişsin, ne kadar oldu?" bende böyle kuzu gibi bi ses: Valla daha 3 hafta bilene olmadı, diyorum. Sonra bana böyle elini kolunu aça aça anlatmaya başlıyor: Rabik Hanım, şimdi daha çok yeni evlisiniz tabi, o bölge (viç van?) nizin florası yeni bir döneme uyum sağlayacak, falan filan". O bölge en mahrem bölge. Böyle hiç ucuna bucağına dokunmadan çevresinden konuşuyoruz. Yahu abicim, ben o kadarlık evliysem sen ne biliyosun benim o kadar zamandan beri seviştiğimi? Bu nasıl otomatik bir kabuldür tövbe tövbeeee? Belki ben 12 yaşından beri hoyda breh sevişiyorum, flora mlora hak getire gari? Flora kuramın çöküyor o vakit. Yani doktora kendi kendine, ama öyle değil, şöyle böyle diye açıklama yapmazsan, kendi bildiklerine giderler, benden söylemesi. Halbüüüse, gayet net iki-üç soru soracaksın: Aha jinekoloji tıp ilmine benden de bir katkı olsun:
1. Bakire misin, değil misin?
2. Ne zamandan beri cinsel ilişki yaşıyorsun? Daha da çeşitlendirilebilir. Kapiş?
Velhasıl, acil gecesi bizim için zor bir geceydi. Bir posta beyi (posta beyleri diye bir grup var, eskinin hastabakıcısı olsa gerek) tarafından tekerlekli sandalyeye bindirilmiş halde ultrason odasına götürülen, arkasında kocasının yetişmeye çalışan ayak seslerini duyan (posta beyi usain bolt'dan halliceydi valla), çişini altına kaçırmak üzere olan ben (3 şişeden sonra nihayet sıkıştıydım), gecenin 2'sinde, hastanenin boş ve loş koridorlarında ilerlerken, kendimi Tezer Özlü kitaplarında gibi hissettim. Öyle yalnız, çaresiz, depresif hissettiğimi, kendime acıdığımı hatırlıyorum. Ulen Rabik, daha dün Umut'la uyduruk bişiye anıra anıra gülüyoduk, şimdi şu acınası hallerine bak!
Sabah oldu, 9 temmuz sabahıydı anımsıyorum, acil tıp asistanları filan vizit ettiler beni.. Bu sırada yine jinekolojiden asistanlar neyim geldiler. her gelen bir de şu bey muayene edecek sizi diyor, ben havalelerde ay nolur artık istemiyorum diye, tabii içimden. Ancak artık yavaş yavaş anlaşılmaktaydı ki, cillop gibi bir kistim vardı sağ overde. 3.5 çarpı 4 cm boyutlarında. Karnımı ağrıtan oymuş. Tıfıl şey.
Saat 11 gibi, benden daha bitmiş haldeki sevgilim, işlemleri halletti ve biz çıktık hastaneden. Sevkim olmadığından bakanlık kartım rehin kaldı. Ama nasıl mutluyuz, oh kurtuluyoruz ya şu hastaneden, evimize gideceğiz ya, sevgilim bana yayla çorbası yapacak, ben koltukta uzanıp dinleneceğim ya mır mırr. Sanki kaçar gibi uzaklaşırken Anıl aradı. Melih bize ulaşamamış onu aramış: Anıl'ın da doğumunu yaptıran bu işlerin piri Tekin hocayla konuşmuş, hoca uygunmuş şimdi bir de onla görüşebilirmişiz. Melih sayesinde kraliçeler gibi bakılıp değerlendiriliyorum fakat artık nasıl sinirlerim bozulduysa ben bu telefonla birlikte başladım ağlamaya: nasıl ağlıyorum ama, gitmek istemiyorum, yeterrrrr, kist varmış işte anlaşıldı nolcaksa olsun gitmiycemmmmm. Umut beni iknaya çalşıyor: aşkım bak bi de o görsün merak etme uzun sürmez bile". Paşa paşa geri döndük mecbur. Tekin hoca görmeden orda bir asistan sanırım en baş olanı, beni yine muayene etti. Şimdi efenim, bu cani doktorların muayene dediği ve benim yeter len diye kaçtığım prosesin adı transvajinal ultrasonografi. Normal karından yapılan ultrasondan (ki onu da yaptılar ve o gayet sıkıntısız bişiy, acayip sıkışık halde gıdıklanıyorsun bir aletle) daha sağlıklı veriler sunduğu için kist mist hikayesinde onu tercih ediyorlarmış. Adından da anlaşılacağı üzere vajinayı trans geçen bişiy bu. Bildiğin, uzun ince bi aletle sevişiyosun abi. Onu bir güzel bir jelle coitus'a hazır hale getiriyolar, sonra da allah ne verdiyse, kanırta kanırta aha şurada şurada gördüm diye diye kisti izliyorlar. Yani böğürmem boşuna değil. Öyle canı çok tatlı değilimdir, acı eşiğim de gayet yüksektir, fekat bu bildiğin çin işkencesi. Iyyak!
Asistanlar muayene edince sonuçları Tekin Hoca'ya götürdük, akça pakça pek şeker bir adam, tam bir tonton dede. Söyledikleri çok rahatlattı beni. Vay be, öylecene durabilirmiş içimde, no problemo. Hastaneden ayrılmadan önce ca-125 diye bir kan ölçümü için kan verdim. Bu da her over kisti olan hatuna yapılan bir ölçümmüş, tümör belirteciymiş, pazartesi sonucunu al getir bize dediler. Çıktık, eve geldik. Ev gözüme bin kat daha güzel gözüktü o gün. Saray gibi. Bi nevi.
O haftasonu biraz bunalım takıldım: İnternetten oku oku, depresyona gir. Ne kanser olma ihtimalim kaldı, ne infertilite olasılığı. Bildiğin kısırlık! Hayır, çok seviyorum veletleri, zaman zaman bi tane de benden çıksa nasıl bişiye benzer aceba diye düşünmüşlüğüm vardır fekat çocuk yapmanın ille de şart olmadığı kanaatindeydim. (Gerçi bana göre insanlar çocuk yapmayacaklarsa evlenmemeliler. Ne gerek? Ama len o zaman biz niye evlendik? de denebilir ki bu ayrı bir yazı konusu olsun) Ya da olmayabilir, mis gibi evlat edinirsin. Koruyucu aile olursun filan. Ama birinin/birilerinin/internetin insana "ya zaten istesen de çocuk doğuramaycan zaten, hah!" demesi insana fena koyuyormuş. Doğurmayacaksam ben doğurmayayım. Kendi insiyatifimle, diğ mi ama? Velhasıl, o hafta sonu buhranlarda koşan bi rabik oldum ben.
Sonracığıma, pazartesi günü ca-125 sonucum için hastaneye gittim. Tahlil neticesini, Tekin Hoca'dan önce beni muayene eden Özgür isimli asistana ve sonra da Tekin Hoca'ya göstereceğm. Hedef belli. Haftasonu okumalarımdan ca-125 ölçümünün normal değerinin 0-35 arasında olduğunu öğrenmiş idim. Forumlarda kadınlar yazışmış: ay benimki 296 çıktı, nolcak filan? diğer kadınlar hemen vah vah koş koş doktora sor allah kurtarsın babında şeyler yazmışlar. Dedim, hah, yüksek çıktıysa zçtık!
Neyse işte, sonucu aldım kadın-doğumun sekreterliğinden, baktım hemen, orda dört haneli bişiy yazıyor: 1215. İşte Rabik, işte. hayatın sonu. Bildiğin kansersin oğlum sen! Yumurtalık kanseri. Zaten sinsi bişiymiş, bak sen daha hayata ilişkin ne hayaller kurarken hiç çaktırmadan sinsi sinsi yemiş seni. Daha çok gencim ben yauv! Bir yandan hüzün, bir yandan isyan derken, asistan Özgür'ü aramaya koyuldum muayene odalarında. Bu arada Umut arıyor zırt pırt, kendisi İstanbul'da kongrede. Ama o kadar hassaslaştım ki telefonda konuşcak halim yok, Umut'un da sesini duyunca benim ses iyice çatallaştı, yüzüne kapattım yoksa ağlıycam. Doktoru görmeden ağlamamam gerek. Nerde len bu Özgür derken odalardan birine girdim, oradaki uzun boylu çok yakışıklı kibar bir doktor buyrun dedi. Dedim ben Özgür Bey'i arıyorum. Hangi Özgür diye sordu bu kez. Valla soyadını bilmiyorum, çok uzun boylu bir Özgür Bey, kendisi baş asistanmış dedim. Bunun üzerine bu iyi kalpli genç adam kocaman bir kahkaha patlatarak, "gelin ben bakayım size, benim adım da Özgür, zaten onlar size baksalar da sonra gelip bana soracaklar" dedi. Anladım ki, kıdemli biri. Dedim "ben geçen perşembe acilde yattım, kistim varmış" sözümü bitirmeden bu Özgür Bey, " aa tamam, siz acildeki hastamızsınız, sonuçlarınıza ben bakmıştım zaten" dedi. Dedim, ca-125 sonucu istenmişti, galiba biraz yüksek çıkmış. Sonuca bakınca gayriihtiyari bir "ouvvv" sesi çıkardı. "Hakikaten yüksek çıkmış, gelin bir de ben muayene edeyim" dedi. Bildiğin işkence yeniden başladı, fekat bir farkla, bu Özgür Bey hiç öyle acayip kanırtmalar yapmadığından ben daha az rahatsızlık hissettim. Sonra birlikte Tekin hocaya gittik falan filan derken, neticede, koç gibi bir kistimin olduğu, ca-125 değerimin bu kadar yüksek olmasının tek başına bir kanser göstergesi olamayacağı, kaldı ki ultrason görüntülerinde kistin anormal bir görünümünün olmadığı, ayrıca regl dönemi başlangıç ve bitimlerinde bu değerin hep yüksek çıktığı, benimkinin de bu dönemde ölçüldüğü her iki doktor tarafından bana söylendi. Ben bol bol soru sordum, Tekin Hoca da bana "sen zor hastasın "deyip gülerek Özgür Bey'e "sana kolay gelsin" dedi. Sonra bana "sen bu Özgür Bey'e iyi yapış, çok iyi doktordur" falan diip Özgür Bey'i gazladı. Bu arada da sürekli, "bu kist alınabilir deeee, alınmayabilir de; ameliyat olabilirsin deeeee, olmayabilirsin de, bunla bir ömür yaşayabilirsin deeeee, yaşamayabilirsin de" deyip, beni sinir etti. Daha net söylemler bekleyen bir hasta tipiyim ben. Tamam anladım, ameliyatla kistin alınmasına karar verecek kişi benim ama, sen de bir bilen doktor olarak, riskleri konusunda azcık yönlendirici olmalısın, diğ mi ama? O gün beni, yine ve yeniden "takip edicez seni, çok hoplayıp zıplama bu arada patlamasın kist" diyerek ve 1 ay sonra regl bitiminde gelmemi istediklerini söyleyerek şutladılar. Yoksa ben daha çoook soru sorardım.
O bir ay boyunca normal yaşamıma geri dönmeye çabaladım. İnsanın kaygıdan arınmış ebeveynleri olması süper bişey. Annem beni gazlayıp durdu. Bi de sürekli nazar değdi sana vahvah tühtüh diye odağı çok başka noktalara çekti ve ben de çok süper ötesi bir insan olduğumdan nazar değimiş olduğuna kendimi ikna ederek, gerçekliklerden uzaklaştım. Oh mis. Tabii bu süreçte kist ara ara ağrı yapıyordu. Varlığını sürekli gözüme sokmaktaydı. Koşmaya çıkıyoruz, daha iki dakka olmamış, sağ pelvisin ordan tık tık bişiy arıza yapıyor, tabii benim moral hemen yerlerde. Umut'a bol bol naz yaptım. İstediğim bişiy olmayınca kist hemen ağrıyıveriyordu niyeyse, hehe. Yok o kadar da insanlıktan çıkmadım. Henüz.
Bir ay geçti ve ben bu süreçte bu dangalak kistten kurtulmaya çoktan karar vermiştim bile. Rahat hareket edemiyorum. Kendini belli etse bir dert, etmese bir dert. Ortada ağrı yokken len yoksa patladı mı bu salak, şu an o pis kist sıvılarıyla yavaş yavaş zehirleniyor olabilir miyim, yoksa yaşamımın son 3 dakikası mı? filan gibi hezeyanlara kapılmaktaydım. Gittim Özgür Bey'e. Bu arada kendisi süpper bir doktor. İnsan bu kadar mı rahatlatıcı olur yav? Bana çok iyi gelen bir tarzı var. Belki duymak istediğim şeyleri söylediğinden.. Bu nedenle ilk zamanlardaki kadar korka korka gitmedim kendisine. Muayene sonucunda süpersonik kistimin 1 santim daha büyümüş olduğu görüldü. Bak hele terbiyesize dedim. Özgür Bey "bunu artık alalım "dedi, ben zaten dünden hazırım. Ca-125 tekrar ölçüldü. 65'e gerilemiş değer. Komple bir oh çektik. Ameliyat öncesi son görüşmeye Umut da geldi. Özgür Bey'le tanıştı. Odasından çıkar çıkmaz, "bi kadın doğumcu için fazla yakışıklı, ama yapıcak bişiy yok" deyip beni çok güldürdü. O da doktoru çok başarılı buldu, velhasıl 26 Ağustos 2009 Çarşamba günü ameliyat randevusu olarak verildi.
Ameliyat öncesi gerekli tetkikler yapıldı. Akciğer grafileri, kan ölçümleri, diğer sağlık sorunlarının bilgilendirilmesi. Tabii bu süreçte süpermen Melih yanımızda. O olmasa her şey bu kadar tıkır tıkır gitmezdi. Ailecek çok seviyoruz kendisini. Hiçbişiy yapmasa da severdik gerçi, orası ayrı.
Ameliyattan bir gece önce anneler geldi. Ben bu arada gayet rahatım. Salak gibi, başıma geleceklerden habersiz yerli yersiz konuşup duruyorum. Kapalı ameliyat olcam nasıl olsa. Çok ciddi bir kanama olursa açığa dönüşebilir. Genel anestezi aldıktan sonra, biri göbek deliği altı, biri pelvis kemiği altı, biri de pikini bölgesinde bir yerden üç kesi açıp ordan birinden kamera birinden çatal bıçak sokup kisti alıyorlar, sonra patoloji sonucunu bekliyoruz. Niyeyse hiç acı çekmeyeceğimden çok emindim ama gördüm sonra acı neymiş. Tek korkum, aspirin, metamizol, prepifenazol alerjm olduğundan, sap bir anestezistin gelip bana bu maddeleri dayaması ve benim kist aldırırken hayatımdan olmam. Amma korkuyomuşum ben de ölümden haa!
Gece 12'den sonra bişiy yemedim içmedim. Sabah annem, ben ve Umut hastaneye yola çıktık. Umut'un annesi evde kaldı. Sabah yeniden bir son muayene. Bu arada ben tabii transvajinal ultrasonografi ile iyice can ciğer arkadaş oldum. Bi tane de eve mi alsam len aceba diye düşünmedim değil:P Muayene sırasında bi tane daha bişiy görmesin mi Özgür Bey? haydaaaa, ne biçim bi bölgesin sen abicim? Ne fışır fışır habire bişiyler kaynatıyosun, üretiyosun, yok ediyosun? Ben küfrederken Özgür Bey başka bir doktor çağırıp ona da gösterdi. Soyun giyin, tekrar soyun, çarşaf sarın filan ben zaten aç susuzum, iyice bittim tabi. Ha bu arada, kadın doğum camiasına bir önerim daha var. Abicim niye kadınlar sarınsın diye çift kişilik beyaz çarşaf koyuyosunuz oraya? Onu da 10a katlamışlar, ne sarabiliyosun ne bişiy. Sarınmak için gayet yeterli bence, tek kişilik çarşafı ikiye böl yeter. Yani o ölçülerde bir çarşaf gayet uygun. Hem daha ekonomik olmaz mı?
Neyse, gelen doktor da iyice kurcaladı beni ve görünen yeni kistin adet öncesi dönemde oluşan sağlıklı bişiy olduğu fark edildi. Sonra günlük operasyonların yapıldığı ameliyathane denilen yere indik üçümüz. Sonra birden beni hop diye çağırmasınlar mı? Adım anons edilince ben hoplaya zıplaya koştum, birden arkamı dönüp annemlere el salladım. Ameliyathaneye girdim. Bir doktor, benden detaylı öykü aldı, ilaç allerjilerimi sorguladı falan filan ve ben çıktım geri bekleme salonuna. Benim ameliyata girdiğimi düşünmüşler. Çıktığımda Umut ortalıkta yoktu, annemin de ağzı kıpır kıpır dua ederek etrafı izlemekteydi. Bitti ameliyat dedim, annem yemedi tabi. Anlattım bilgi aldıklarını. Umutyos 5 dakka sonra çıkageldi, bildiğin yarım paket sigara içmiş inek. Diyor ki, çok kötü hissetmiş ben içeri girince. Bana göre ise, fırsattan istifade fosur fosur abanmış sigaraya. Her zamanki gibi uzlaşamadık:) Sonra süpermenimiz Melih geldi, bizi bilgilendirdi ve ben saat 12.30 gibi içeri alındım. Komple soyunup yeşillere büründüm. Bildiğin cerrah olmuş Özgür Bey geldi sonra, bana dedi ki "ciddi bir durum olursa yumurtalıklardan birini almak zorunda kalabiliriz, ama bir sıkıntı olacağını sanmıyorum". Ben de. Bu adama o kadar güveniyorum ki, sıkıntı olacağını ben de sanmıyorum.
Beni ameliyat odasına aldılar. Bol ışıklı, çok tertemiz, teknik alet edevat dolu bir salon. Red hot chili peppers çalıyordu. Bir de siyah bir doktor var, ameliyata katılan. Urfalı versiyonu var bu grubun, isot diye biliyor musun diye onla dalga geçip gülüştüler. Bu çikin esprilere ben de güldüm. Sonra Özgür Bey'e çişimin geldiğini söyledim. Biz hepsini halledicez deyip gülümsedi. Sonra anestezi uzmanı gelip bana sorular sordu. Sonra kapıdan biri Rabia diye bağırdı. Baktım Melih. Gülümseyerek el sallıyor. Arkasında Umut varmış, Melih ona da cerrah kıyafetleri giydirip içeri sokmuş, ama onu görmedim. Melih'e gülümseyerek el salladım. Tanıdık birini görmek çok iyi geldi o sırada. Sonra "yav ben uyuyorum galiba" dediğimi anımsıyorum yüksek sesle. Kopmuşum.
Uyandığımda, 5-6 yaşlarında bir çocuğun ağlama sesleri ortalığı yıkıyordu. Yoğun bakımdaydım galiba. Başucumda Umut'u gördüm. Çok güzel gülümsüyor bana. Ayılmadan önce bol bol "yımırtalıklarım nerdeeeeeeee? söyle aldılar mıııııııı? söyleeeeeee!" diye Umut'a bağırmışım. (sonradan buna çok güldük, kafayı nası bozduysam yumurtalıklarla artık) Anestezinin etkisi geçerken de insan çok feci üşürmüş, bana da öyle oldu. Dişlerim takır takır birbiine vuruyor, çok üşüyorum diyorum, Umut hemen hemşirelere söylüyor, sıcacık bir çarşafı bedenime sarıyorlar, bir an rahatlıyorum, rahatlık 10 saniye sürmüyor, dişlerim takırdamaya başlıyor yeniden. Üşümenin verdiği o tuhaf acıyı ilk kez deneyimliyorum.
Sonra bir posta beyi, gelip alıyor beni, sedyeyle kadın doğum servisine götürülüyorum. O sırada bir şeyler yerinden oynuyor, omzuma elimden şarıl şarıl kan akıyor. Allaaam noluyo nerdeyim ben? Korkuyorum, çok acım var. Karnımın içine filler girmiş, tepişmiş kör olmayasıcalar. Sanki.
Odaya geldiğimde, canım annem yanımda. Otuz yaşına gelsen de, anneden başka kimse paklayamaz seni. Orda dursun, bişey yapmasın, yeter. Varlığı yeter. Kokusu yeter. "Tamam annecim" deyişi yeter.
Öylece yatıyorum odada. Sersem gibiyim. Sadece parol içebilirim ağrı kesici olarak, alerjim nedeniyle. Neyse ki süpperto parol ağrıları kesiyor. Özgür bey çok endişelenmişti sadece parol alabileceğimi öğrenince. Onun baş ağrısını bile kesmiyomuş. Ama neyse ki ben çok ağrı çekmedim parol sayesinde. Hemşire, ilk 3-4 saat boyunca 15 dakkada bir geliyor, sonra gitgide seyreliyor gelişleri. Yaşam bulgularıma bakılıyor sürekli. Ateş, tansiyon, nabız vs. ben arada bir uyuyorum, arada bir gözlerim açık. Umut da var. Kuzum sürekli koşturuyor yazık. Arada bana bir şeyler anlatıyor. Yarım saatte biter denen ameliyat 1 saat 45 dakika sürüyor. Dangalak kist epey büyükmüş, zor olmuş çıkartılması. Neyse ki çok başarılı geçmiş ameliyat. Bunları Özgür Bey söylemiş ona. Aslında laparoskopi hastalarını aynı gün taburcu ediyorlarmış fekat benimki uzun sürdüğünden bugün hastanede kalsam iyi olacakmış. Umut bunları anlatırken arada kıllanmıyor değildim. Len bi terslik var da alıştıra alıştıra mı söyleyecekler aceba?
Neyse işte, gayet yatarken ben, hesapta olmayan bir iş geldi başıma: çiş! Amanın nasıl sıkıştım nasıl sıkıştım. Annem hemen hemşireyi çağırdı. Dedik çişim var. Hep kürek diyesim geliyor alete, sürgü denen bi alet getirdiler. Altına koyuyolar böyle minik bir lazımlık adeta. Koydular ve dediler "yap!" Allahım, bu sürecin en zor kısmı imiş! Sanırım en son 5 yaşından önce fütursuzca altına işemiş olan ben, tabii ki kendimi koyverip yapamadım! Bilmem, bu satırları okuyanlar arasında fütursuzca yatağa işeyen var mıdır? Yattığın yerden şarıldatman bekleniyor senden. Ama bir türlü bırakamıyorum ki kendimi! Annem bu duruma çok güldü. Hemşireye kalkıp tuvalete gitmek istediğimi söyledim, 6 saatten önce kalkamazsın dedi. Aha zçanski derken, artık dayanamayacağım son noktada kendimi koyverdim şarıl şarıl. "Ay anne yaa, uzun zamandır kendimi bu kadar mutlu hissetmemiştim" derken içeriye Özgür Bey girmesin mi? Sözlerimi duyunca "ay kusura bakmayın yav çişimi yapıyorum da" dedim, o da o her zamanki profesyonel ve rahat tavrıyla "oh oh çok güzel, yap yap, rahatsız olma" dedi. Bir yandan çişimi yapıp, bir yandan doktorumu dinledim. Ameliyat çok güzel geçmiş, kist ve tüm çeperleri komple temizlenmiş, cillop olmuş her bi yer, başka laparoskopi uzmanı doktorlara da ameliyat sırasında tablo gösterilmiş, çıkarılan kist patolojiye gönderilmiş ama Özgür Bey bişiy çıkmayacağını tahmin ediyormuş, normal görünümlü bir kistmiş. Doğum kontrol hapı kullanmaya başlayacak ve böylece yeniden oluşumunu önleyecekmişiz. Yine takip edecekmiş beni. Çok teşekkür ediyoruz kendisine valla. Onun da ailecek hastasıyız.
O gün hastanede bol bol uyudum, saat 9'dan sonra bişiyler içmeye filan başladım, tuvalete gidebildim, annelerin Umut'la "ay biz burda ayak uçlu baş uçlu yatarız, sen git" diye cebelleşmelerine güldüm, kistten kurtulmuş olmanın dayanılmaz hafifliği ile karnımda sarılıp sarmalanmış dört adet deliğin dayanılmaz ağırlığı arasında gittim geldim.
Ertesi sabah erkenden Umut geldi. Yazık anneciğim doğru düzgün bir gece geçiremediğinden ve ben de artık evimi çok özlediğimden hemen taburcu olmak istemekteydim. Melih ara ara uğrayarak bizi pek memnun etti. Sonra, aynı gün odaya gelecek ve rahmini aldıracak teyzenin annem yaşlarındaki kızı odaya geldi ve hem annemi hem beni çok güldürdü. Bana sürekli ıdısının dıdısınında da çikolata kisti varmış, kadın doktormuş, kist patlamış, ameliyat olmuş, şimdi iki tane çocuğu varmış diye anlattı. Sürekli sırıtan bana "sen daha çok gençsin, senin de çocuğun olur doğurursun üçer beşer, üzülme" diyerek la havle çektirdi. Sonra televizyon ceza olarak eline pimi çekilmiş bomba verilerek öldürülen askerlerden, bunun nasıl sümen altı edildiğinden bahsetti. İçim cız etti. Ulan ne biçim bi ülkede yaşıyoruz diye diye söylene söylene hastaneden çıkarıldım kocamla annem tarafından. Yaşasındı özgürlük!
Sonraki bir hafta yatakta, iki anneye bol bol naz yaparak, İnce Memed 2 ve 3'ü tamamlayarak, Virginia Woolf okuyup iyice daralarak, geçmiş olsun'a gelen can dostları ağırlayarak, telefonda bol bol geçmiş olsun dilekleri kabul ederek, güzel yemekler yiyerek, öksürmemek için uğraşarak (dikişler böğürtüyor adamı), sakın beni güldürmeyin çok acı çekiyorum diye önceden uyarılarda bulunarak geçti. Pamık prensesler gibiydim bi nevi. 20 gün de rapor, cillop.
O çirkin dikişler, 1-1.5 ay sonra yavaştan kendiliğinden düştü. Yerlerinde 1 cmlik çikin izler kaldı. Geçecekmiş öyle diyolar.
O zirzop kist gidince, hayatımda regl ağrısı diye bişiy kalmadı. 13 yıldır her ay çektiğim ve son 1 yıldır beni kıvrandırarak bazen önemli işlerimi iptal ettirecek kadar sıkıntı yaratan ve aslında kistin ipucunu veren ve fakat benim sallamadığım durum sona erdi.
Kolay bir süreç değildi. "Şeytan diyor aldır şu takım taklavatı komple, oh mis, bak bakalım bir daha sıkıntı oluyo mu" diye az geçirmedim içimden. Fakat, insanın sen kadar senle birlikte endişelenip rahatlayan/rahatlatan dostları, muhteşem bir ailesi, Melih gibi bir süpermen doktor arkadaşı, Özgür Bey gibi harikulade bir doktoru, hep yanında bir annesi ve kayınvalidesi, ve tabii Umut gibi gorcıs bir kocası olunca, her şey çok güzel oluyor.
Bugün kontrol vardı ve sonuç gayet temiz, her şey tıkırında şimdilik.
Bu da böyle bir yaşantı işte. Hiç aklıma gelir miydi?
Hamiş 1: Kafamda elli bin tilki olunca bloga da yazamadım malumunuz. Yaz yaz diye başımın etini yiyen blogumun takipçileri sevdiğim insanlar, ahanda size yazı! Dolapta pekmez, oku oku bitmez, ayşecik cik cik cik, fatmacık cık cık cık, sen-bu-o-yun-dan-çık!
Hamiş 2: Sizin başınıza böyle bi iş gelse, bu ayrıntılarla yazar mıydınız aceba? Yani şimdi bunca mahrem malzemeyi bunca açıklıkla yazmam beni terbiyesiz münasebetsiz bi insan mı yapıyor? Bilemedim. Lakin, pişman değilim.

03 Kasım 2008

Yengelik makamındayım

Kahkahası 200 m. öteden çınlayan, rüzgarı parfüme dolanmış, geleneksel organizasyonların başrol oyuncusu, çevresindekilerin hayatına müdahale etme konusunda sık sık kantarın topuzunu kaçıran, kocaman memeleri-iri kalçaları olan, zaman zaman ifrit olunsa da çok sevilen ve onsuz olunmayan demek "yenge", benim için.. Bugüne değin hep başkalarıydı yengeler, ay bir de ne göriyim? Meğer ben "yenge" oluvermişim!
Detaylara girmeyeceğim: Ezgi&İbrahim Balıkesir-Bilecik düğün seremonileri serisinde:) her şey çok güzeldi, çok özenliydi, çok eğlenceliydi. Ezgim ve ben fotoğrafta 80'lerin Blanche ve Rose'u gibi dursak da, çıktığımızda makyajımız ciğer yemiş kedi, kafamız da sosis tabağı görünümünden son derece uzaktı. Hatta ayıptır söylemesi, gayet daş gibi olmuş idik, öhöm.
Öhöm diyorum ama a dostlar, yengeyim diye başıma gelmedik iş kalmadı ayol Bilecik'te. Balıkesir'de kendi evimde ve kendi ailemle gibiydim, gibisi fazla, öyleydim: rahat ve huzurlu, sakin, dingin.. Bilecik'te ise Alice Harikalar Diyarı'ndan halliceydik. Şaka bir yana, el üstünde tutulduk, pek değerliydik ve herkes çok sıcaktı. Lakin akşam yemekler yenip de, kadınlar ki çoğunlukla da bembeyaz yemenileriyle teyzeler, yan dairede yere çömeliverip hazır hale gelince, oğlan kınasının kadınlarca kutlanması süreci de başlamış oldu. Kız tarafından bir ben bir de Didem, e bi de allaan emri Ezgi, her havaya girip döktüren damat İbrahim paşa, teyzelerin ortasında evrildik, büvrüldük! Resmiyet kazanmamış yengeliğimle, ne damadın cim parmağına kına yakmadığım kaldı, ne laptoptan mezdeke ve yenikentli serhat müziklerine tıklamadığım, ne de "aman güzel olduğu kadar becerikli de" gibi gaza getirici sözlere en şirin halimle gülümseyip "ay teyzeciğim" demediğim! Bu arada hayatım boyunca kıvırtmadığım kadar da döktürdüm, yandan yandan.. Teyzenin biri de tepsi çaldı, hüzünlü bir türkü söyledi, tam olduk. Şoray Uzun Yolda misaliydik.
Kına sonrası, Bileciklilerin bir adeti varmış. Gecenin 2'sinde darbukayı eline alıp köyün tüm kapılarını çalıyorsun, herkesten birer tavuk alıyorsun, onları canlı canlı kaynar su kazanına atıyorsun ve tam pişmeden kanlı kanlı yiyorsun, hehe! Sonra da tüfekle havaya ateş açılıyormuş, kutlama yapılıyormuş. Karşımda bunu sevimli sevimli anlatan İbrahim'in büyük dayısının bir maganda olduğunu elbette düşünmedim ama "len çocukların oynadığı top şaşmaz muhakkak kafama gelr, kesin başımdan yaralanırım len ben" diye tırsmadım desem yalan olur. Velhasılı kelam, satıcı erkekler yüzünden plan yarım kaldı, adet yerini bulamadı, fakat superwoman Maksude teyzem gecenin bir yarısı nerden çıktığını anlamadığım enfes leziz tavuklar koydu önümüze de, yine yeniden yidik, içtik.
Bol düğün, bol oyun, bol kahkaha, bol süs, bol püs derken, hatırdan çıkmayacak, tatlı bir yorgunlukla sona eren müthiş bir ezgibrahim faslını da tamamlamış bulunduk.
Rabiyengeniz siz dans ederken, bol inişli çıkışlı (nam-ı diğer "hayat dolu") bir evlilik diler, yanaklardan parfüm aromalı derin bir sevgiyle öper.

08 Nisan 2008

Hacıyolu Taksi

Bazı günler, ilk insani iletişimimi adliyeye gitmek (zor bela yetişmek desek daha uygun olur) amacıyla çağırdığım bir Hacıyolu Taksi şöferiyle yaşıyorum. Yaşıyorum ve öff pöff diyerek çıktığım evden, sağlık, mutluluk ve başarı duygularıyla adliyeye ulaşıyorum, üstelik bir de hep tam vaktinde yetiştiriliyorum. İşte bu nedenle millet, Hacıyolu Taksi'yi pek seviyorum, onlara, blogumda yer vermek suretiyle minnetimi ifade etmek istiyorum, ehe:) Hacıyolu Taksi'nin tüm şoförlerini tanıyorum. Niye? Çünkü, adliyeye erken gideceğim vakitlerde hep geç kalıyorum, el mecbur taksi çağırıyorum. Küçük bir taksi durağı olduklarından, üç beş arabaları da benim çağırdığım saatte başka yerlerdeyse, muhakkak yoldan bir taksi çevirerek gönderirler, güvenlik açısından plakasını da alırlar, şöfere de akıllı olmasını söylerler:) Ne iş diyecek olunursa, ben onlardan kimi için bir torun, kimi için bir abla, kimi içinse bir kız çocuğuyum, yıllardır. Ne iş yaptığımı, nerelerde okuduğumu, neyle uğraştığımı bilirler. 76 yaşındaki İsmail amcam denk gelirse, Mithatpaşa'dan inerken yol boyu hükümete söveriz birlikte, sıklıkla İ.Melih'in kulakları çınlatırız, trafik keşmekeşinden dem vururuz. O beni Karadenizli hanımefendilere benzettiğini söyledi geçenlerde, güleryüzlüymüşüm onun köyündekiler gibi. Hem dedikodu da yaparız, yarım kalan konuyu bir dahaki seferde tamamlarız. İsmail amcam az bıçkın bir dede değildir, kendisi haşin Ankara trafiğinde ilerlerken, özellikle de Akay tarafında, burnunu çıkarıyorsa önüne bir araç, hiç bozmaz istifini, aracı yavaşlatır, gözünü diker karşıdan gelen aracın şoförüne, adam el mecbur yol verir. Sonra eskilerden bahseder, pek şeker. Sanırım büyükbabama benzetiyorum onu çok. Elektrik şirketi emeklisi olan bir diğer şoför, torunu ve kızlarından bahseder, boşanma oranlarının artmış olması ona muazzam gelir, şaşırır, cıkcıklar, birlikte kredi kartlarının tü kakalığından girer, fiziksel şiddetten çıkarız. Tombul yanaklı, güleryüzlü olan bir diğeri, her gelişinde muhakkak, bir kaç apartman yukarıdaki Bilkentli kızın kendilerini her sabah mutlaka aşağıda en az 20 dakika beklettiğinden gülerek şikayet eder, içten içe dakikliğimi (sadece taksi çağırmak konusunda elbet) takdir eder. Kız kardeşi boşanmakta olduğundan, akıllarına takılmış resmi sürece ilişkin tüm soruları bir avukat arkadaşıma danışarak yanıtladığımdan mütevellit, hem beni çok boğmamak konusunda özen gösteren, hem de merak ettiklerini bir bir sıralayan sanırım durağın en genci olan şoförle muhabbetimiz taksiden inmekteyken ben, daha sonuç kısmına gelememiş olur. Ha bir de hiç muhabbet etmediğim, uzun kıvırcık saçları, iri-yapılı hali, afilli deri yelek ve ceketleriyle gayet ciddi ve karizmatik duran bir "abi" var ki, o da asla taksimetreyi açmaz, muhabbet etmez, ama güleryüzlü ve muhakkak iyi dileklidir. Yaklaşık 8 dakika süren yolculuğumuz, her birinden pek bir güler yüzle duyduğum "hayırlı işler kızım", "bol güneşler hanımefendi", "iyi çalışmalar ablacım" gibi tümcelerle bittikten sonra, ben huyu geçmiş, uykusu açılmış, sabah vakti gerekli sosyalleşme dozunu almış, gülmüş, güldürmüş biçimde taksiden iner, adliyeye yönelirim. "Hacıyolu Taksi ile güne başlamak, ayrıcalıktır" derim.

05 Şubat 2008

Blog yaşantım 1 yaşında!

"1 Ocak 1993'te, Ayça'nın bana yeni yıl armağanı" diye kenarına not düşmüşüm.. Fırtınalı ergenliğim süresince, özellikle de ilk kısmında, belki 150 defa okumuş olduğum İpek Ongun'un "Bir Genç Kızın Gizli Defteri" adlı kitabının girişine şöyle bir not düşülmüş:
"Bu anı defteri bana aittir.
Benim iznim olmadan defterimi
karıştıran veya okuyan, dünyanın
en terbiyesiz insanıdır.
Serra Noyan"
Bunu ilk okuduğumda, nasıl keyif almıştım.. Çok hoşuma gitmişti.. Herhalde ergenlikteki o ilk uyum ve baş etme problemlerimin bir uzantısı olan ayrışma çabalarıma karşılık gelen bu sözler, o süreçte günlük işine adım atan kardeşimin de etkisiyle beni enikonu bir günlükçü yapmıştı. Sonra gelsin ajandalar, gitsin süslü defterler.. Başucu kitabımın bu ilk uyarı cümlesi benim temel hedefim olmuştu: anne-babadan günlüğü kaçıracaksın! Ama nerdeeeeeeeee? Annem ve babam ne zaman odaya girdikerinde ben "o defter"e yazıyor olsam, yanıma yaklaşmazlar ve böylece çocuklarına ne de çok saygı duyduklarını ifade ederler, hatta babam işi oyuna çevirip bakmamak için geri geri yürür, kafasını gizler filan, tüm o "babayla çatışan genç kız" imgelemimi bozar, güldürür ve böylece de evde ben ve günlüğümün köşe kapmaca oynaması hayalim suya düşerdi. Evet suya düşerdi, çünkü günlükler hep başkalarının okuması için değil midir zati? Ben blog işini de böyle görüyorum galiba biraz. "İnternette yayınladığın bir şey için ne gizliliği ne günlüğünden bahsetmektesin bacım?" derseniz de, öyle ya da böyle tüm arızamızı, sıkıntımızı-coşkumuzu, o günkü duygu durumumuzu, olaylar üzerinden olsa bile ve ara sıra yapsak bile, her şeyimizi yansıtıp ortaya döküp, diğerlerinin okumasını umup, yorum isteyip, paylaşmıyor muyuz? Küçükken tuttuğumuz günlüklere dahi her şeyi açık açık yazamayıp kodlar, takma isimler, hayali dünyalar yaratıp, abuk subuk yazıyorduk da şimdi aynı şeyi devam ettirmiyor muyuz? Blog=günlük işte.. Belki şimdi konular değişik, e o kadar olsun azıcık, büyüdük. Bana uyuzluk yapanı değil, uyuz olduğumuz her şeyi yazıyoruz şimdi, ekonomik, politik, kültüreller dahil.. Hoşlandığımız çocukları kodlamıyoruz, aşktan-meşkten bahsediyoruz.
Velhasıl, "Bir Genç Kızın Gizli Defteri"nden üniversite yaşantıma uzanan ve üniversitenin son iki yılında iyice yavaşlayıp, sonra arada bir konu başlığı not düşülen ihanet edilmiş defterlere dönüşen günlüklerimden sonra, umut'un yaşamıma girmesiyle blog, yaşamıma girdi; umut ve blogla birlikte, yeni&güzel insanlar tanımamla birlikte, devreye didem'in, anıl'ın, ezgi'nin günlükleri girdi.. Sonra benim kardeşim-notengolugar pörtledi, ardından aslı mutlu olduğu zamanları kelimelere dökemediğini ifade edip, mutsuz zamanlarını döktürdü, neyse ki arada bir. Berfu öykülerini blog üzerinden paylaştı.. Bu sırada umut'un listeden şamil'i, fatih'i, ümit'i takip eder oldum. Sonra bilge hollanda'ya gitti, orda döktürmeye başladı, ardından alper, o yazmayı durdurmuş olsa da, neyse ki sevinç ordaki yaşamını en çıtır haliyle rengarenk aktarmaya başladı.. uzun zamandır yazıp da yayınlamadığını sonradan öğrendiğimiz özge'nin blogu çıktı sonra meydana.. En sevimlisi, deniz hanımefendi daha yaşına basmadı, hepimizden güzel blogu var.. Bilge bir gönderisinde, "aynı anda 10-15 arkadaşla mektuplaşmak gibi bu blog işi" demiş.. Öyle valla!
İşe geç gideceğim günlerde kahvemi alıp, bilgisayar başına oturup, elektronik posta kutumu (türkçeme dikkat çekiyim istedim) henüz açmadan bloglara bakıyorum. Yeni bir şeyler gördüğümde keyifle okumaya dalıyorum. Modern dünyada, arkadaşlarla en ekonomik ve hızlı haberleşme şekillerinden biri bu blog, zaman kazandırıyor hem de. Yaşasın blog! demeden önce, baktım ben de şubat-2008 ile birlikte bir yılı tamamlamışım. Kimi zaman, 1 ay içinde epey döktürmüşüm, kiminde kısa özet geçmişim. Kiminde içimi dökmüşüm, kiminde mutluluğumu paylaşmışım. Kiminde haber salmışım, kiminde mesaj vermişim.. Kiminde kiminde derken, yazının sonuna gelmişim:P

25 Aralık 2007

Terbiyesizliğin böylesi!

"Kurban bayramı tatili ne kısaydı beah, ne çabuk geçti pöaehh" diye mızılanırken Pazartesi, akşamına Gonca geldi bana. Gonca, mini mini üniversite öğrencisi olduğumuz zamanlarda, Ege'de psikoloji öğrencisi olan, psikoloji öğrencileri birliği'nde birlikte çalıştığım, öğrenci kongrelerinde karşılaştığım ve de Portekiz'deki efpsa kongresine birlikte gittiğim arkadaşım. Bayram öncesinde aramış, haber vermişti geleceğini. Ankara'daki iş mülakatı için. Neyse, ben ki gelip kız bende kalacak biiyorum, tüm gün evde bi miktar hastalık çekip, bir de mızıldanıp, bir miktar da rapor yazdığımdan, markete gidip de bommmboşşşş olan buzdolabına bişiyler almak, evi bir üstünkörü de olsa silip süpürmek, düzenlemek konusunda gayet uyuz, akşamı ettikten sonra, Gonca Antalya'da havaalanından aradı beni. Bir saat sonra geleceği bilgisini verdi ve onca ısrarıma rağmen "allahışkına (Nurhan halamın vurgusuyla) ben yemek yapicam, bende yiyelim" dememe rağmen, sezmiş midir nedir, "dışarıda yiyelim" diye ısrar etti, anlaştık. Ki zaten ben ne ne yemek yapacağımı, ne de nasıl markete gideceğimi, hem de ne malzeme alacağımı hesap eylememiş, mayışmaktaydım. Saat 7'de arayıp havaalanında olduğunu haber verdi ve biz Kızılay'da buluşup da yemek yiyene, görüşmediğimiz süreçte yaşadıklarımızı birbirimize ballandıra ballandıra anlatana, "yaaaa!", "yööööö!", "yuhhhh!" efektleriyle şaşırana kadar, saat oldu gecenin 10'u. Eve yürüyerek döndük ve tabii benim "ammaaeeaaen dönüşte alırım ben de kahvaltılık, meyve, çikolata, ıvır kıvır" planım, o saatte Beğendik, Şekerciler gibi eve yakın marketlerin çoktan kapanmış olmasıyla suya düştü! Kıytırık bir bakkaldan tek bir düzgün inek peyniri bulabildim, zar zor, Gonca da hemen uyumak ve sabaha dinç ve kahvaltıya hazır kalkmak istediğini belirttiğinden (!) süt aldık, geldik. Kızcağız internette sörf eylerken gerekli bir durum için, ben de dedim "yav gerizekalı gibi gündüzden halletmedim, ikram edebileceğim hiçbişiy yok, bari centılmınlık yapıp sütünü ısıtayım". Gonca hafif ılık süt istediğini belirtti ve fakat ben ayarsız insan gittim böööle sütü kaynatıp (bıçak sırtı'na şaşalayarak bakarken oldu), üzerine 1 cm'lik kaymak bölertip öyle getirdim, sütüne şeker istedi, koştum gittim mutfağa, allahım evde tek tane şeker yok! Diş macununu zorlukla sıkarak makul miktarda bişiy çıkarttık, sonra ben ona tek marifetim olan tertemiz sabun kokulu çarşaflardan bir yatak yaptım, o uyudu, ben rapora yöneldim. "Sabah 7'de duş alacaksan, ohooooo ben seni kaldırırım o saatte, merak etme" didim. Dimez olaydım. Gonca sarsarak zor uyandırdı beni pirelerimle 08.15'te! Yazık, sevgili misafirim duş için kendine bir türlü havlu bulamayıp, beni de geç yattığım için uyandırmaya kıyamayıp, pamuklu pijamasına kurulanmak zorunda kalmış. Saç kurutma makinasını zar zor bulabilmiş! Öte yandan geç kalıyoruz! Kahvaltının k'sı yok, ben süslenirken kendi kendine yaptığı sallama çay ve dünden kalan bir parça kuru kek yedi sevgili misafirim, sana da çay yapayım mı dedi "ay hayır" dedim bi de bir kaprisli! Dışarı çıktık, bir yandan gülüyoruz tüm bunlara, bir yandan ben feci mahcup, Gonca sanırım özellikle yaptığımı mı düşünüyor acep "insan evladı böyle yapmaz, yuh!" mu diyor? Neyse, Meşrutiyet'teki duraklardan onu GATA'ya gönderip, işe yollandım. Duruşmalar bitince, yanına gidip bir yandan utanarak bir yandan kıkırdayarak ev sahipliği maceramı anlattığım kadim dostum Yıldız hanım, "Rabiacım allah kimseyi ne senin eline ne de evine düşürsün, hahhayt!" diyerek olaya son noktayı koymak suretiyle, aslında kalıcı olmayan, efenim sadece geçici bi durum olan sarsaklık, savsaklık ve pişkinlik özelliklerim konusunda münasip yorumlarda bulundu. Şu noktada, kendime hayatta başarılar dilemekten başka bir şey diyemiyorum efem.

08 Aralık 2007

Saç kesimi phobia

Ara sıra yaşadığım depresyon/değişim/özenti rüzgarları çerçevesinde, kısacık kestirmek, kat attırmak, kırmızıya-mora-yeşile boyamak, kıvırcık yapmak, besleme kahkülü kestirmek gibi hezeyanlara salındığım ve elbette cesaret edemediğim zamanlar olduysa da, liseden bu yana hep upuzun saçlarım. Bir nevi modern Rapunzel de diyebilirim kendime, breh breh. Misafirleri içeriye kapıdan almak gibün mesela. Hem evimin pencereleri demirli, nasıl salajeaeamm saçlarımı aşşaya? Pöff, kendimden sıkıldım.
Evet, bir klinik psikolog olarak şu soruyu sormak gerek: efenim şimdi ne oldu da geçmişimde, ben saçlarımı bir türlü kestiremiyorum? Niye tüm kestirmeleri erteliyorum? 2 mm. bile kesilse saçlarım, niye ahüzar ediyorum? Kuaförden niye "bi daha gelmiycem" diye çıkıyorum? Bir kaç yıl önce, "saçımı al biraz kes artık, içinden klozet kapağı bile çıkabilir yakında" diye eline makas verdiğim kardeşim, saçımdan bir tutamı acımasızca zart diye kesince, niye kavgaya girişip, çemkirerek "aaaaa saçımı mı kıskanıyosun löyyyn?" diye mahalle karısından hallice bağırıyorum?
Sıcak bir yaz günü, iki tıfıl kız kardeş, Ayaş'ta erkek berberi olan Cafer büsbabalarının dükkanına uğrarlar. Orada küçük kız kardeş, birden "büyükbabaaaaa saçımı kessene" diyip hastası oldukları dönen koltuğa zıplar ve büyükbaba bir kaç kırt kırt hamlesiyle küt ve mantar model bir saç kesimi yapar. Küçük kızın düzgün kafasına ve küçük yüzüne çok yakışır model. Kendi kafasının arkasını da güzel ve yüzünü de küçük sanan büyük kız kardeş, ebleh bir "ben de istiyoruuuum!" namesi tutturur ve koltuğa oturur. Büyükbaba yine usta hareketlerle onu da şipşak mantara döndürür. Ama o da ne? Büyük kızın tombul yanakları, geniş yüzü ve düz kafası itibariyle şekil, bi acaip şekil olmuştur ve beslemelere dönen büyük kız çocuğu karizmayı bozmamak istercesine yine de teşekkür ederek, göz yaşlarını içine akıtarak, kardeşini alıp eve yönelir. Evde annesi kapı açılıp da önden küçük kızı girince "aaa ne güzel olmuş" tepkisi verir, ve arkadan giren büyüğe önce bir tepki veremeyip, sonra da hazırlıksız bir "ay çocuuum hani senin saçı örecektik okul başlayınca?" der. Bir anda, Anadolu Liselerini kazandığını ve o dönemler epey sert saç-baş-kılık kurallarının geçerli olduğu okullardan birinde okuyacağını ve, ya kısacık ya da örülebilir uzunlukta saçlara sahip olması gerektiğini hatırlayan tıfıl kız evin kilerine kapanır ve iki gün göz yaşı döker, böğüre böğüre.
Tahmin edileceği üzere, büyük salak benim. Annem çok teselli vermeye çalışsa da, başka bi tarafıma benzemiş saçlarımı sonradan adam etmek mümkün olmadı ve ben Eskişehir Anadolu Lisesi'ndeki ilk iki yılımı öğrenci tipi denilen ama basbayağı tıfıl oğlan tipi olan kısacık saçlarla geçirdim. Ha bir de, okulun en kısa boylu çocuğu sıfatına (hazırlık sınıfında "short" kelimesinin direkt örneği rabia) ve yüzümün yarısını kaplayan gözlüklere sahiptim ki, o konulara hiç girmiyorum.
İşte benim hikayem dostlar. Sevgi böcüklerim benim. Konuya gelirsek, liseden bu yana zaman zaman belimde, zaman zaman kıçımın altında, zaman zaman pırasa, zaman zaman afet-i devran saçlarımı kimselere yar etmemek için, kuaföre iki yılda bir giden bir yaratık haline geldim. Hesap yaptım da, en son Şubat-2006'da kestirmişim uçlardan.. Son iki aydır da adeta aslan yelesi kıvamına gelip, içinden cevat kelle hesabı klozet kapağı çıkmasından korktuğumdan, en son Didem de "Rabiacım sen kaptan mağara adamını biliyo musuuuuun?" diye muzipçe gerekli müdahaleyi yaptıktan sonra da vakit bulamayıp :p gidemiyordum ki, geçen hafta sonu Denizli'den gelen Deniz ve Esin'le kahvaltı sofrasında iken; elinden her ince iş gelmesi gibi bir özelliğe sahip süper insan Esin, laf arasında, "ben keserim" deyince, hep birlikte bir gaz, Tunalı'dan kesim makası filan alındı ve Umut'un sınavda can çekiştiği saatlerde, Esin kırt kırt tam da istediğim boyutta, "ayyy çok mu gidiyo" endişesi yaşadığım noktalarda gıpraşmamdan hissetmiş olacak ki, "şimdi şurayı alıyorum, düzgün olsun diye şunu yapıyorum" gibi desteklemelerle saçımı bir güzel kısalttı. Normale döndüm.
"Bak saçlarıma!" dediğim bir sürü insan kısalmayı fark etmese de; tam istediğim gibi, kıvamında ve rahat bir saç kesimi macerasını atlatmamda emeği geçmiş herkeslere; becerikli kuaför Esin'e, işin sponsorluğunu üstlenen ve makası alan, duygusal desteğini esirgemeyen Umut'a, karar verme aşamamda son noktayı acı da olsa:) koyan Didem'e ve tam mızıklama noktasında "o ne süpürge saçlar!" diye öğretmen misali azarlayarak beni kendime getiren Deniz'e teşekkürü borç bilirim efem!

27 Kasım 2007

Çantamania

Anneme de sordum ve hatırladığımız kadarıyla, ilkokula başlarken alınan okul çantam hariç, ilk şahsi çantam bana ilkokul 3 civarında alınmış. Kahverengi uyduruk deriden, çapraz takılan, kapak mahiyetindeki derisi ince ince kesilerek püskül yapılmaya çalışılmış, uçlarına da mavi boncuk iliştirilmiş bir minik kız çocuğu çantası. İçinde muhtemelen tarak, ayna, oyuncak kırıntıları, asla takılmayacak türden kolye ve bozuk para bulundurduğum ve sadece bayramlarda eş-dost-amca-teyze ziyaretleri esnasında yanıma aldığım, burasını net hatırlıyorum, sıkılınca da annemin çantası içine tıkıştırıp, "ay taşimicaksan niye yanına aliyosun çocuum?" azarı işittiğim, ergenliğe girişle "böğyk! bu ne" diye bir kenara fırlattığım ilk çantam. Sonrasında üniversiteye kadar, defterler, test kitapları, soru bankalarının tıkıştırıldığı sırt çantaları. Üniversitede hint işi, aynalı, alaca bulaca rengarenk çantalar ya da asker yeşili, orasından burasından bir şeyler sallanan çantalar.
Esasında normal bir seyir göstermiş olduğunu şekil ğ'de gördüğümüz çanta ilgisi/sevgisi durumumun nasıl bir manyaklık haline dönüştüğünü ise geçenlerde iyicene bir fark etmiş bulunuyorum. "Her renginden olsun!", "Her tipinden olsun!", "Her boyutundan olsun!" derken; uyduruk Vanilla Sky filminde kocaman bir kırmızı çantayla tam olmak istediğim ben gibi görünen Penelope Cruz'dan sonra her kırmızı çantaya sahip olmak isterken; Portekiz'de son kuruşumla "başıma bişiy gelmez herhalde dönene kadar" ümidiyle çingenevari çantalara atlarken; İspanya'da pek bir otantik çanta dükkanına kızlarla doluşup "hepsine sahip olmak istiyoruuum" türküsü çığırırken; bir kaç çocuk teslimi parasını üst üste koyup "alacağım siziiii, nihohahaho" diye Zara çantalarına yalanırken; süpervizyon derslerinden birinde Gonca Hoca Sedar'a gülerek "sen bir kadın için çanta ve ayakkabı ne demek bilemezsin Sedar" deyip, hepimizi kopartır ve "ayyy evet şekerim" dedirtirken; hastalığımı bilen ve hediye olarak çanta seçen arkadaşlarımın boynuna atlayıp bir sonraki hediyenin de çanta olması durumunu pekiştirirken; umut'a amerika'dan yeşil çanta siparişi verip, doğumgünümde gelen yeşil çanta üzerine, bir koşu mail atıp "sakın yeşil almaaaa, başka renk olsuuuun" diye adamın tek derdi oymuş düşüncesiyle uyarı gönderirken, gelen kırmızı çanta için saatlerce mutlu olurken; fark ettim ki, daha doğrusu oturup saydım ki, kongrelerden edindiğim ve şekil verip günlük de kullandıklarım hariç, çanta sayım 28'e ulaşmış. İçinde bulunduğum gelir grubu, fikir grubu, arkadaş grubu, anlayış grubu gibi kriterlere baktığımda pek normıl görünmüyor sanki.
Buradan yetkili mercilere kendi yazdığım bir şiirle seslenmek istiyorum:
"Değişimin ilk adımı hazır olmak mıydı, ne?
Henüz hazır değilim Prochaska, üstüme gelme!"

13 Kasım 2007

Bahtsız Bedevi'nin Günlüğü

Aslında şanslı biriyim, çevremdekiler de hep bunu söylediler, ben de hep inandım. Amma velakin, şu son bir kaç gün içinde yaşadığım iki olay, hele de bir kaç saat önce olanı, beni benden almış vaziyette, karizmayı iyice çizdirmiş vaziyette; kaç kişinin başına gelir bilemiyorum valla şekerim.
İlkiyle başlayalım. Geçen perşembe, Yüzüncüyıl'a gitmeye niyetlendim, orda takılıp, hem de ertesi güne yapacağım sunumun slaytlarını filan hazırlayacağım. Ez yujıl, yok bi duş alayım, yok annemleri arayayım, yok şunu atıştırayım derken, benim Kızılay'dan dolmuşa binme saatim çoktan olmuş 21.30! Neyse, tıngır mıngır yolculuğun ardından, pazarın orda indim ve her zamanki yoldan yukarı doğru çıkmaya başladım. Birden, hızının etkisiyle olsa gerek sallantıdan iç organlarının sesini ve hırıltısını duyduğum bir köpeğin bana doğru koştuğu hissiyle kafayı sola çevirdim ki, anneeeeee, yaklaşık 8-10 tane vahşiiii, tüptüylü, eşşek kadar (ya da öyle değillerdi, ben tehlike durumunda öyle algıladım) köpek, sürü halinde, depar atmış ve havlar vaziyette bana doğru koşuyorlar! O an dehşet içinde nasıl topukladım belli değil, yukarıya doğru ve yine tanrım! bilinmez bir karanlığa doğru, avazımın çıktığı kadar "imdaaaaaaaaaaat!" diyerek ve muhtemelen hayatımın en hızlı koşuşuyla deli gibi uçuyorum, içimde her an vücudumun bir noktasından ısırılma ve yere düşüp kan kaybından ölme hissi! Hayatımda hiç bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum, ölümle ilk ciddi yüzyüze geliş diyebilir miyim acep abartmadan? Bu hisler/motor hareketler/düşüncelerle, sanırım yaklaşık 5-6 kez "imdaaaaaat!" diye çığırarak yukarı doğru koşarken, arkadan insaflı bir insan evladının haşin "kaçma, kaçmaaa!" diye bağırışıyla reel dünyaya dönüş ve ben daha yukarılara koşarken, havlayarak uzaklaşan hayvan oğulları! Nasıl nefes nefese kalmışım, sanki iş yaptık! Durakta herkes bana bakiyor, koşarak bana seslenen genç/ergen çocuğun yamacına gittim ve "ay çok teşekkür ederim, çok korktum, ilk defa hayatımda böyle bişey yaşıyorum" dedim nefes nefese, sanki çocuk kaçıncı olduğunu merak ediyormuş gibi. O da sinir bozucu bir soğukkanlılıkla "kaçmazsanız kovalamazlar" dedi, nokta! İyi de evladım, onlar beni kovaladıkları için ben kaçtım, "len dolmuştan ineyim de bi kaçiyim, hazır hava güzel" demiş değildim ki? Neyse, yine de desteği için teşekkür ediyorum. Velhasıl, karizmayı çiziktirdiğim durak ahalisine doğru, yani geri dönerek yürüdüm ve beni gelip alması için Umut'u aradım. Sağ olsun o da, durakta tek bir insan evladı kalmayana dek ve ben yine uzaktan havlama sesleriyle titirerkene, çubuklu pijamasının üzerine montunu geçirmiş halde gelip :) beni "kopartarak" kurtardı!
Aradan henüz 5 gün geçmişti ki, daha "boktan" bişiy olamaz diyorum hala, bugün bişiy yaşadım. Yaşadım diyemicem, o an yaşamadım çünkü. Neyse, gelelim detaylara: saat 12'de görüşmem var, raporumu tamamlamış olmanın dayanılmaz hafifliğiyle, saat 11.30'a doğru bi güzel süslendim, püslendim, tıkır tıkır ses çıkaran çizmelerimi de ayağıma geçirip, bir elimde kol çantam, diğerinde 5 kiloluk tazminat dosyası, adliyeye gitmek için, dolmuşa bindim. Kolej'deki otoparkın ilerisinde, pazarın hemen yanında indim, Abdi İpekçi Parkı'ndan yürüyüp metronun altından da karşıya geçerek, Sıhhiye Köprüsü altından adliyeye doğru yürüyeceğim. Kısa bir mesafe de, böyle anlatınca amma afilli durdu. Neyse, metronun altından geçerken, arkadan sallanarak lap lap sesleri gelen bir miktar kıro ergen, gülüşüyorlar; merdivenleri çıktım, tam otobüs duraklarının orada, arkamdan kibar bir genç kız sesi, "pardon bakar mısınız?" dedi. Bana değildir diye tahmin edip, ki ortam kalabalık sayılır, yürümeye devam ettim, omzuma bir el dokundu, döndüm gülümseyen bir genç kız: pantolonunuzun arkasında bir leke var da, dedi. Amanın! hıı? ne ola ki? Ve kafamı döndürüp arkaya bakmamla, kalçamdan dizime dek uzanan, ühühüh, yemyeşilli, bembeyazlı, öğğğk, sarkan kocaman bir sümük! Yazarken kuscam şimdi, böhüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüü! "Ayyy, bu ne, ıyyyy" diye bir çığlık, çantadan çıkarılan selpakla, silme ve öğürme çabaları arasında temizleyemeyiş, oradaki kuruyemişçilerden birine dalış, kolonyalı mendil alarak ve öfkeden ağlamaklı çatlak bir ses, küfrediyorum. Sağ olsunlar, adamlar arka tarafa geçmeme izin verdiler, aynadan bakarak bir miktar temizledim, lavaboda ellerimi yıkadım, pantolonumun arkası ıpıslak ve lekeli! "Ne pis milletiz" dedi ordan birisi, bana acıyarak bakıp. Bu sırada habire pedagog arıyor, nerdesin diye. Adliyenin ön tarafına doğru gittim, ağlayacağım makul bir yerde olsam. Velayet davası için gelen adamla tokalaştık "merhaba, ben psikolog, ama sinirleri bozuk bir psikolog!". Sibel Hanım da bir miktar temizledi beni ama, baktık olacak gibi değil, ev ziyaretine gideceğiz, insanların koltuğuna oturacağım. "Rabia, sen bir eve gidip banyo yap, şunları yıka en iyisi" dedi, anne şefkatiyle. Dosya da çok alengirli, ama napiyim, onlar görüşsün diye düşünüp, taksiye atlayıp eve geldim. Obsesif kadınların kocaları gibi, antrede soyundum, direkt banyoya. Bahtsız pantolonum yıkanıyor hala. Hangi insan görünümlü hayvanat bilmiyorum, bunlardan aslında çok görüyorum, ama hep uzaktan görüyordum. Nasıl bir hönkürme kardeşim, insan evladının bir yılda çıkaracağı miktar değil yani! öğk yine, yeniden.
p.s.: bu aralar bindiğiniz bir taksi, sümüklü pantolonumla oturduğum taksi olabilir, dikkat!

31 Ekim 2007

Uzun zaman

oldu yazmayalı. Bazı zamanlar kendimi kaybediyorum. Aşktan, meşkten, eğlenceden, zevk-ü sefadan değil; daimi bir "procrastination" hali. Yeni bir süreçteyim, iki yıl ara verdikten sonra ders çalışmak zorunda olmak zor bir şeymiş, uyum sağlamaya çalışıyorum, diğer tüm normal insanlar gibi.
Sağlayamadığım oluyor şu aralar: son dakika kotarılan işler, devamlı ertelenen yapılacaklar listesi, yalapşap haller, samimiyetsiz rahatlamalar var. El mecbur, alışacağım. Belki de başladım alışmaya. Hafta sonu alıştığımı zannediyordum, şimdi makale okurken, henüz alışamadığımı fark ediyorum, bipolar bozukluğu da oldum olası sevmedim zati.
Sanırsam, en çok ihmal ettiklerimden biri, el emeğim, g(s)öz nurum, kanaviçem, blogum oldu. Halbuki, ben bu teşhir ederek çiziktirme/yazıktırma işini pek bir benimsemiş, her seferinde zevkle, kısa aralıklarla yazıp döktürür, alakasız ahkam keser bir yaratık olmuştum.
Bir aydır neler neler yazmayı planlamıştım, hey gidinin blogu!
Vaktim olsa, uzuuuuun uzun, Carpe Diem'de nihayet yapılabilmiş ikinci film gösteriminde, François Ozon'un Veda Vakti'nin çarpıcılığını ve derinliklerini;
M.Ö. son Ramazan Bayramı'nın ilk gününü, hayatımda ilk kez nasıl yapayalnız, çaresiz, aç bilaç, hasta, annemden uzak ve şefkate muhtaç (hıck!) geçirdiğimi, Ramazan Bayramı'nın benim için anlam ve önemini;
Bayramın ikinci günü gittiğim çocuk tesliminde, la havle çekerek elimin tersiyle iki tane yapıştırmak istediğim ergenden bozma veletleri;
Ertesi güne baba gibi, yok Antik Dönem pitikolojisi, yok nasıl mutluluğu bulcaz felsefeleri sunumum varken, entellektüel ötesi ve hep yersiz/zamansız vuku bulmuş kültürel (peh!) kişiliğimden ödün vermeyerek başım dik, göğsüm şişik gittiğim hayatımın ilk balesi olan "Kuğu Gölü"nün 3. perdesinin ilk 10 dakikası, haminneler gibi nasıl uyukladığımı;
Sunumu atlatır atlatmaz, aktiviteci sevgili Umut'un organizasyonu Işık Dağı Yürüyüşü sabahında, bir önceki gece sıfır uyku nedeniyle, tamamlayamadan sızdığım üç gün sonraki atraksiyonel isimli kongrede sunulacak posterin çevirisini bitirmeden evden çıkamayacağımdan, herkesi 30 dakika bekletmek ve benim yüzümden geciktirmek suretiyle üstüme yapışmış olan (halbukim hiç hak etmiyorum cicim) "her yere geç kalan insan" imajımı nasıl da perçinlediğimi, neyse ki, pek keyifli ve affedici grubun beni bir çırpıda bağışlayışını;
Tüm gün ormanın içinde, sarının, yeşilin, kahverenginin binbir tonu, kuru yaprak çıtırtıları, ceplere doldurulmuş alıçlar, yorgun ayak sesleriyle hatırlayacağım enfes doğa yürüyüşümüzü;
Ve asla unutmayacağım saatleri: Deniz'in gelişini, minicik ve ıslak bedeniyle annesinin uyanmasını beklerken şekerleme yapışını, Melih kameradan doğum anını gösterirken, 30'una merdiven dayamış eşşek kadar olmuş bizlerin, ehihi, ayy çığlıklarımızı, Anıl'ın kendine gelmesini beklediğimiz kafeteryada Özge, Didem ve ben mantıklı, sakin, dingin, hanfendü duruşlar sergilerken, Umut ve Emrah'ın gözleri dolu dolu annelerini aramalarını:) ;
Şimdiye dek tanık olduğum en etkileyici kesitlerden biri olarak, Anıl Deniz'i ilk kez emzireceği zaman kız çocukları (!) diye bizi içeriye aldıklarında, bebeğin annesini emmesine yardımcı olmaya çalışan hemşireler bişiyler söylerken, şaşkın bakışlarla bir yandan bebeğini okşamaya çalışan mor saçlı anne Anıl'ı;
O gazla hızımızı alamayıp, İstanbul'a kaçışımızı, haftasonu bulutlu-yağmurlu-kısmi güneşli İstanbul'da fink atışımızı, Seda ve Erkin'in sınırsız misafirperverliklerini, benim yavrı kuzularla Pano keyfimizi, sanatsal etkinliklere koşuşumuzu, Bienal'ın "bu ne len?" dedirten artistik ürünleri arasında yaylanışımızı, İkea Müzesi'nde yarım günümüzü pişman olmadan harcayışımızı;
Ha bir de, tam bir yıldır adamın birine feciii aşık oluşumu yazacaktım.

25 Eylül 2007

Geçmişten bir kuple..

"Gözünü sevdiğimin teknolojisi.." diye başlamayacağım bu sefer.. Yav başlarsam bitiremiyorum cümlelerimi, artık kısa cümleler kurmak istiyorum. Böyle bir şarkı vardı, deil mi? Hem iş, hem akademik, hem blog yaşamımda hep bu nedenle işleri uzatıyor, zamanımı etkin kullanamıyorum. Ama artık doktoraya başlamış bir insanım ben, bindik bir alamete gidiyos ( ya da adios!) kıyamete.. Zaman çok kıymetli şey azizim.. Bak yine uzadı laf. Neyse, şimdi bu facebook denen alet icat edileli ve ben kendisini keşfedeli, kaç yıllardır görmediğim kimlere ulaştım, inanamazsınız.. Tabii zaten görüştüğüm arkadaşlarımla da haberleşebiliyoruz oradan. Bugün de Sevinç Hollanda'dan, güzel fotoğraflar göndermiş.. Fotoğraflar Bilge ve Alper'in Körfez'deki veda gecesine ait.. Şu fotoğrafa da bayıldım ve sanırsam blogumu takipte sınır tanımayan gençlerin hemen hepsi bu fotoğrafta;) O zaman, koyalım buraya, herkes görsün, nostalji yapılsın, maziye dalınsın...

08 Mayıs 2007

TRT'de "layv pööfoomıns"

Bir kaç saat önce TRT Arı Stüdyoları'nda, kaç gündür yanık sesle "datlu dileeeaaahhh, gülerrrr yüzeahhh, doyulur mueahh" diye çığırdığım ancak doğrusu ve usturuplusunun "tatlı dile güler yüze" olduğu türkü programındaydım, ki hayatımda bir ilk olur. Council of International Fellowship adlı, Avrupa'nın pek çeşitli ülkeleri ile Amerika'da değişik sosyal hizmet alanlarında çalışan, sosyal hizmet uzmanları, psikologlar, pedagoglar, zaman zaman da öğretmenler, polisler, sosyal antropologlar gibi meslek insanlarının örgütlendiği ve her yıl Mayıs ayında, bir ülkede 1 ay boyunca konuk edilerek, çeşitli kurumları gezip bilgi aldığı, bu arada bir ailede konaklayarak geldiği ülkenin kültürüne dair izlenim edinip, ayrıca çeşitli kültürel-sosyal aktivitelere katıldığı bir program çerçevesinde, bu yıl da Türkiye'de 4 kişiyi konuk etmekteyiz. Ben de sürece özellikle çevirmen olarak müdahil olmuş vaziyetteyim üç yıldır. "Kalçırıl ektiviti" diye kendimizi yerken, ticaret mahkemesi hakimi Sedat Bey'in zaman zaman "trt'den davetiyem var" dediği, bizim ise burun kıvırdığımız olay imdadımıza yetişti. Yıldız Hanım, ben ve davetiyede "ceket-kravat zorunludur" yazması doğrultusunda işe kot-tişörtle gidip, akşam eğlenmeye ceket-kravatla gelmek acayipliğini yaşayan Umut, konuklarımız Maureen, Frida ve Heidi'yi bu akşam programa götürdük. Akşamüstü Batıkent'te kaldığı ailenin yanına dönmeye çalışan Peter o civarda kaybolup, evi çok zor bulup, çok yorulduğundan aramıza katılamadı ne yazık ki... Velhasıl 21.30'da başlayan, ilginç sunucuya rağmen pek çoşkulu/tadında olan programda hem onlar hem de biz çok eğlendik. Çok değişik, çok hoş oldu. Program öncesi ve sonrası, az da olsa esnasında da bilgilendirme yapıp, kalçırıl ektiviti'nin dibine vurduk, "ham çökelek" mi tam adı bilmiyorum ama o oynak türkünün hikayesini/daha doğrusu sözlerini bile çevirmeye çabaladık:)
Türkü dinlemeyi seven bir şahsiyet olmama rağmen, annemin kaçırmadığı trt müzik programlarından çok sıkılırdım. Meğer içimdeki oynak ve şirret(!) ruh şu yaşımda ortaya çıkacakmış.. Çok sıkılacağımı ummaktayken, artık son noktada Umut'un bana dönüp, "şurada kalkıp oynasak mı" deyişiyle de iyice kendimi dağıttım.
Pazartesileri sıkılırsak TRT'ye gideceğiz biz, sizleri de aramızda görmek isteriz.

25 Nisan 2007

İşteki huzur, mutluluk budur...


İkindi güneşi tepemizde, güneşin bunaltıcı etkisini azaltan hafif bir rüzgar, karşılıklı oturduğumuz masada kahvelerimiz ve dondurmalı, çikolatalı ıslak keklerimiz, telefonumun altında doktor yazısına şükrettiren kargacık bırgacık notlarımın döşendiği teksir kağıtları, uyduruk bir tükenmez kalem.. Babasının birlikte daha çok vakit geçirmek istediği 8 yaşındaki bir kız çocuğunun sınıf öğretmeniyle görüşme halindeyim.
Beysukent otobüsünde okula doğru yol alırken, zihnim, öğretmenle, şimdiye dek başka öğretmenlerle olduğu gibi, öğrenciler sınıfı boşalttıktan sonra orada kısa bir görüşme yapma düşüncesiyle dolu; erkenden okula vardığım için, çıkış zilinin çalmasını beklerken, tuvalet izniyle dışarı çıkan öğrencilerin fırtına gibi tuvalete koşup yine aynı hızla geri dönüşlerine gülmekte, duvarlarda asılı, Hollanda kraliçesi, prensi ve prensesinin okulu ziyaret ettikleri geçtiğimiz Şubat ayına ait fotoğraflara, çocukların resimlerinin serpiştirildiği panolara bakmakta, içeriden "çocuklar sessiiizzzzz!" diye sıklıkla tekrarlanan gür ve oturaklı öğretmen sesini duydukça başımı eğip, mor eteğime, şarlak mavi ayakkabılarıma, baklava desenli, beyaz, liseli kız çorabıma ve hepsi ayrı diyarda uçuşan saçlarıma bakıp "yav keşke daha usturuplu giyinseymişim" diye hayıflanmaktaydım.
Zilin çalması ve çocukların birbirini ezerek dışarı fırlamalarından sonra, öğretmen hanım, gayet sıcak, "gel çocuğum (bana çocuğum demesine sevinsem mi üzülsem mi bilemeyerek), dışarıda hem kahve içelim, hem konuşalım" diyerek yola koyulup, Ümitköy'de bir kafeye kendimizi yerleştirdikten sonra, başladık sohbete, tam 2 saat, birbirimizin ağzından lafı çeke çeke, çocuğun durumunu, anneyi, babayı, davanın esasını konuştuk..
İşte ben böyle anlarda, kahvemden bir yudum, kekimden bir dilim alıp, karşımdakini dinleyip, minik notlar alıp, sorular sorup, cevaplar verirken; mutluluğuna dair kafa yorduğum bilmem kaçıncı çocuğun öğretmeni ya da doktoru ya da psikologu ya da komşusu ya da akrabası ya da bir ebeveyniyle görüşürken, karşımdakinin çabasını, içtenliğini, derdime ortak oluşunu görürken; dışarıda çalışmayı, her gün yeni birileriyle tanışıp, bazen çok iyi dileklerle, yeniden görüşme temennileriyle, bazen "bitlendim mi len aceba" endişesi, baş ağrısıyla ayrılmayı, "home office" olayını, kafama göre çalışma saatlerini, Mamak senin Dikmen benim gezmeyi, kimine ayakkabılarla girip, kiminde kapı önünde çıkararak farklı evlere misafir olmayı, kiminin çayından, kiminin zeytinyağlı dolmasından tatmayı, kimine uyuz olup, kimine hayran kalmayı, bütün evi "evinizi görmem gerekiyor" açıklamasıyla bazen üstünkörü, bazen buzdolabı içine kadar keşfedip ayrılmayı, otobüslerde elde cadılar ajandam, cep telefonum titreşimde randevu almayı, koşturarak ve tabii ki son dakikada rapor vermeyi, velhasıl özgür ve kafama göre takılmayı çok sevdiğimi fark ediyorum.
Bugün yine kendimle temasın doruklarında, Fritz Perls'e saygılarımı sunuyorum...

15 Nisan 2007

Pazar akşamları ne anlama gelir?

Pazar akşamları, ben kendimi bildim bileli, acılı zamanlar demek.. Bitmemiş ödevlerdi eskiden, şimdi bitmemiş raporlar.. Eskiden, ki ben o zamanlar dörtgöz ve tıfıl bir çocuktum, pazar günü bir işkence günü, akşamı da bir işkence akşamıydı: özlemle beklenen hafta sonunun güzel Cuma akşamında yatma saati sınırlaması olmadan televizyon keyfi yapmak, o zaman sobalı olan ve benim hem en güzel hem de ergenlik girişinde en asi zamanlarıma tanık olan evimizde, perşembe pazarından alınmış kestane-kebap keyfi, ve elbette benim için en anlamlı olan dizi: Süper Baba, ardından Cumartesi günü, pembe pikeli ranzamızda geç vakitlere dek uyku, uzun uzun kahvaltı keyifleri, öğleden sonra mutlaka ya balık ya da annemin profesyonel olduğu açma börek seansları, yine geç vakitte yatış ve benim ancak Pazar akşamı aklıma gelen ödevlerim.. Zaten tipik bir Türkiye ailesinde yaşanan Pazar günü sanırım, muhakkak sırayla banyo yapılması, annenin merdaneli makinede çamaşır yıkaması, "ne zaman otomatik çamaşır makinesi alıyosun ömeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeer?" diye dellenmesi:), komşumuz Ülker Teyze'nin, tek başına yaşayan orta yaşlı bir kadın olarak her işini bizim evde görebileceğini düşünmesinin annemde yarattığı gerginlik, "anneniz çok yoruldu bugün, yemeği ben hazırlayayım" diye, evinden patlıcanlı-paçalı bir garip yemekler getirmesi, bizim "ıyy, ben burasını yemem" dememize, "gaganıza.." diye başlayan küfürler üzerine babamın "yav Ülker abla çocukların yanında...?" diyerek biz kıkırdarken Ülker Teyze'yi uyarması, havanın erkenden kararmasıyla beraber, aslında Pazartesi'ye ne çok ödev olduğunun hatırlanması.. Ödevlerin başına bir türlü oturulamaması ve arada yeni türeyen kanallarda tekrar yayınlanan bölümlerinde müziğini duydukça içimin bir hoş olduğu, beni "frustration"dan "frustration"a koşturan, o dönem muhakkak ailecek izlenen "Bizimkiler" dizisi.. Gözlerden uyku akarak ödevlerin tamamlanması, yanında işitilen azarlar cabası.
Her Pazar gecesi yatmadan evvel "ya ama aslında çok daha iyi yapabilirdim ödevi, ben en iyisi bir daha son güne bırakmayayım" dediğimi, kendi kendime söz verdiğimi hatırlıyorum.
Şimdi de her Pazar gecesi, "ya aslında daha erken başlamış olsaydım, çok daha kallavi bir rapor olabilirdi bu" diyor, bir dahakine erken başlama sözü veriyorum kendime..
Pazar akşamları benim için, "kendine verilmiş sözleri tutmamanın yol açtığı acılı zamanlar" demek galiba..

01 Nisan 2007

Sevgili Günlük...

Sanırım 6. sınıfta başladım günlük tutmaya.. Orjinal fikirler yerine akıllı kardeşimce hali hazırda düşünülmüş fikirleri benimsemeyi alışkanlık haline getirmiş ben, günlük tutma fikrini de ondan almış, hatta gözü gibi sakladığı, o sıralarda bir ilaç firmasında çalışan dayımın hediye etmiş olduğu ajandalarına/süslü defterlerine bile göz dikmiştim.. İlkin bir ajanda, sonrasında özellikle bu iş için temin edilmiş kıytırık bir kilide sahip bir hatıra defteri, son ve üçüncü olarak yine bir ajanda.. Üçüncü günlüğümün sayfaları bitmek üzereyken de bu blog işi çıktı ortaya.. Tabii ki blog işi günlük tutmaktan epey farklı olarak, içimdeki teşhirci ruhu nasıl temsil ediyor, ona da psikanalitik açıdan (!) bi ara değinmek gerek.. Dün gece evde leyla halde dolanırken, ne zamandır elime almadığım günlüğüme yazmak geldi içimden.. Ama yazmaya başlamadan önce epey bir kurcaladım da, ergenlik ve ardından gelen üniversiteye yeni başladığım zamanlarda ne kadar ebleh/hayalperest/immatür/civelek olduğuma bir kez daha kanaat getirip, bukalemun kişiliğime bir kez daha hayran kaldım:) (öhöm, hem teşhirci, hem narsist!).. Envai çeşit, abuk Dale Carnegie sözleri, kurumuş çiçekler, en yakın arkadaşlara edilmiş kırmızı noktalı küfürler, kimseyle paylaşılamayacak sırlar, edebiyat parçalayarak oluşturulmuş isyankar sözler içeren şiir denemeleri, altlarına düşülmüş "şu gün, şu saat, annemler uyuyor, geç vakit, yağmur yağmakta" notları, yurt odalarında yazılmış abuk mektuplar, önemli günlere ait saklanmış metro kartlarından sakız fallarına kadar, tam anlamıyla bir "tatar takkesi"ni andıran canım günlüğüm.. Son bir kaç yıldır yüzüne sık bakmasam da, benim için pek özel, pek anlamlı.. Gülerek ya da iç geçirerek "of bu ne yaa?" dediğim bir sürü yazıyla, uzak ve yakın geçmişe bir uzanıp geldim dün gece:
"6 Mayıs, 2000
Sinemadan yeni geldik, Julia Roberts ile Tatlı Bela, böğğğk! Yarın babamın KPDS sınavı var, Engürü'ye geliyor. Anneme hediye aldım. Yahoo'dan mail adresim: r_ozbas@yahoo.com. Birileri kendini bir bok sanıyor! Kartaloz karı! Çok söyleme mi dersin bebeğim, hı?"

:)

24 Mart 2007

Antonio Tabucchi'den "Düşler Düşü"...

"Sevdiğim sanatçıların ne gibi düşler gördüklerini hep bilmek isterdim. Yazık ki, bu kitapta sözünü ettiklerim, ruhlarının geceleri izlediği yolları anlatan birer yapıt bırakmamışlar bize" diyen bir notla kitabına başlayan Tabucchi, anlatılarının birer varsayım olduğunun farkında olduğunu belirterek ve "öte yanda" düş görmekte olan kitabın kahramanlarının bunu hoş göreceğini umduğunu dile getirerek devam etmiş.. Çok keyifli bir anlatımla, mimar ve havacı Daidalos'tan başlayıp, başkalarının düşlerini yorumlayan Sigmund Freud'la bitirerek, kitabın sonunda "bu kitapta düş görenler" başlığıyla kısaca yaşamlarından söz ettiği, tarihte iz bırakmış yaklaşık 20 ozan, yazar, ressam ve müzisyenin olası düşlerini sembolik bir biçimde anlatmış..
Düşlerinde kocaman saraylarda kaybolduğu, yarı hayvan varlıklarla karşılaştığı, inanılmaz sirk gösterileri izlediği, 5 aileyi 5 günde doyurabilecek kadar yiyeceği tek öğünde tükettiği, kağıttan gemilerle okyanusta yolculuk ettiği, köpek balığı midesinde başka insanlarla karşılaştığı şeklinde rüyaları betimlenmiş kahramanları okurken, kendime "benim en fantastik rüyam ne idi aceba?" diye sordum elbette..
Sanırım geçen yazdı.. Dedektiflik yapmak amacıyla babamın arabasını kaçırıyorum (broadway, 96 model, nasıl?;)), sonrasında da ehliyeti olmayıp direksiyon başına da hiç geçmemiş biri olarak, arabayı nasıl oraya getirdiğimi anımsamadığım için kendime küfrederek, devamlı yanlış hareketler yapıp kalabalık yolların ortasında kalıp, sonrasında da bir tünelde sıkışıp, "frustrated" haldeyken, birden arabanın zeminindeki deliklerden Fred Çakmaktaş misali ayaklarımı indirerek fiti fiti hareketlerle yola koyuluyorum ve eve dönebiliyordum..


"Tarihe adımı yazdıracaksam daha deli/dolu rüyalar görmeliyim galiba":) diyerek, kitabı naçizane tavsiye ediyorum..

23 Mart 2007

Yolculuk Halleri..

Yola çıkıyorum.. Epey kısa bir mesafeye gerçi, Eskişehir'e.. Hazırlanmak için eve geldim de, birden tüm üniversite yaşamım boyunca, özellikle de ilk yıl nasıl heyecanla bu yolculukları beklediğimi, nasıl özenle hazırlandığımı, aileye anlatmak için itinayla seçilmiş, hafızamda depolanmış yaşantılarımı anımsadım. Başta bitmek bilmeyen, sonra şehiriçi bir mesafeymiş gibi hissedilen Ankara-Eskişehir yolu.. 15 dk. öncesinde hazır olunan terminal.. Leman ya da Penguen.. Walkman.. Yolda mahcup etmesin diye çantaya depolanmış piller.. Tanışılan ilginç insanlar.. "Öğrenci misin yavrucuğum?" la başlayıp sonlandırılamayan muhabbetler.. Zamanla öğrenilen psikoloji okuduğunu söylememe muhteşemliği.. Aksi takdirde "ben normal miyim?" sorusuna ebleh bir yüz ifadesiyle karşılık verme.. "Tüh niye yanına oturmuşum, sen şimdi beni analiz edersin, keh keh" esprilerine karşılık zoraki gülümsemeler.. Terminalden babanın karşılamasıyla yol boyu evde hangi yemeklerin beni beklediğine ilişkin eğlenceli sohbetler.. Kucaklaşmalar.. Aile saadeti.. Elbet sonra asabi biçimde yurda dönüş ve tabii ki sonrasında seyrelen ev ziyaretleri:)
Zamanla çocuklukta edinilmiş güzel alışkanlıklarını yitirmiş ben (bkz. temizlik, düzen, dakiklik) büyüdükçe, otobüslere zor yetişmeye, son dakika duş alıp ıslak saçla yolculuk yapıp baş ağrısı çekmeye, hele yurtdışı yolculuğu iki saat öncesi nedense çorap yıkamaya, powerpoint sunu hazırlamaya, Havaşları ucundan yakalamaya başladım.. Bu durum nasıl düzelecek, bilmem.. Durumum iç açıcı değil sanırım, 17.30 otobüsüne bineceğim, hiç bir şeyim hazır değil daha, hehe:)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...