hastası oldum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hastası oldum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Şubat 2008

Zemin yeşillik, şekil köfte, keyif şahane!

Dün öğleden sonra, "haydi Bahçeli'de köfte yemeye gidiyoruz" denince başta bir miktar "aman köfte yemeye şimdi dolmuşa binip oralara mı gideceğiz, mik mik bik bik" diye bir miktar mızılandığımı, ama işlem tamamlandığında mızılandığıma pişman olduğumu itiraf ederek anlatmaya başlayayım en iyisi. "Köfte yiyeceeez" gazıyla Milli Kütüphane'de indik, delişmen güneş altında, 7. Cadde Podyumu'ndaki kalabalıkta ilerledik, sonra bir sokağa sapıp hemen orada "Roka" ile burun buruna geldik. Roka, mekanın adı, olayı köfte.. Minnacık bir kaç tahta masa, etrafına dizilmiş tahtadan yedi cüceler tabureleri. Pamuk prenses misali taburelere yerleşmeye çabaladık. Oturur oturmaz, güleryüzlü bir garson (garson demeyelim gerçi, Roka insanlarından biri işte), genelde tuhafiyecilerin kullandıkları paket kağıtlardan kocaman bir tanesini masaya serdi, üstüne de naylonu yaydı gayet profesyonelce, sonra bir koşu gidip elinde büyükçe, altından sular sızan bir kevgirle geri döndü. Kevgirin içindeki "yeşilin binbir tonu, kırmızının en ışıltılısı" misali kütleyi masaya boca etti: tertemiz yıkanmış marullar, yeşil soğanlar, roka, maydanoz, taze nane, tere.. üstüne serpiştirilmiş şu minnacık domateslerden bir demet. Biz gözler faltaşı, yeşiilliğin üzerine sıkılan bolca limonu da ağzımız sulanmış halde izledikten sonra, hemen ardından gelen ayranla birlikte yeşilliğe dalıyoruz. Tertemiz yıkanmış olması ayrı bir incelik, hiç özensizce değil.. Önüme bir miktar tuz döküp tereleri tuza banıp ağzıma atarken, Ayaş'ta kuyucak günlerimiz geliyor aklıma.. Kuzu misali yeşillikte yayıldığımız, dillerimiz yemyeşil birbirimize gösterip kıkırdadığımız, "ayyy anneanne şuna bir şey de" şikayetlerimiz.. Hayallerden sıyrılmama yardımcı olma amaçlı olsa gerek, birkaç dakika içinde, yaklaşık 8-9 cm. çapındaki börek kıvamındaki ekmeğin arasına serpiştirilmiş ağızda eriyen cinsten köftelerimiz önümüze konuyor. Bu arada bol bol, arada servis edilen közlenmiş sarmısakları ve domatesleri yutuyoruz. Yavrularını besleyen anne misali, biz sevinçten dört köşe oldukça garson abi de keyiflenip, gülümseyerek izliyor bizi.. Yumuşacık ve lezizzz köftelere yumulup muhabbete dalıyoruz, muhabbetin sonunda onca soğan ve sarmısağı tüketen bünyeler olarak, dışarıda bize sataşan olursa "hohhhlamak" suretiyle düşmanı geri püskürtebileceğimizden emin, çaylarımızı yudumlamaya başlıyoruz. Çayları yudumlarken, garson abi gelip, iki hamleyle, kocaman paket kağıdını sofra bezi gibi toparlayıp götürüp çöpe atıyor. Bunca pratiklik bizi mekana daha da hayran bırakıyor. Karnımız tok, sırtımız pek, iyi dileklerle, teşekkürlerle ayrılıyoruz. Bu yazıyı okuyanlara, orjinali sanayide bulunan, şubesi Bahçelievler-7. Cadde'nin hemen yamacına kondurulmuş, 22. sokaktaki Roka'yı içtenlikle tavsiye ediyoruz..

31 Ocak 2008

İtiraf

Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnız bir yüzey, benim gerçeğimle bağdaşmayan bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin "medeni durum" dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiç bir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzene erişmek o denli kolay ki... Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiç bir değeri yok ki... Bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan bir yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolşamak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiç bir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiç bir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz.

26 Aralık 2007

Haberin hası, kafamın tası..*


Umut'un 15 ay sürecek olan askerlik macerası Ankara'ya çıktı!







*Haberin en hasını aldım, kafamın tasını kimse attıramaz!

29 Eylül 2007

Okul

Dün tüm gün okuldaydım. Özlemişim çok, sadece iki yıl aradan sonra hem de.. Elde kalın kitap, ağır çanta son dakka derse yetişmeyi, hiç bilmediğim binalarda derslik aramayı, "ay nereye otursam ki?" derdimi, çaysamayı-kahvesemeyi, ilk defa tanışılan hocalara duyulan heyecanı, ders arası bir koşu çay-kahve arası yapmayı, ders bitimi arkadaşlarla geyiği... İlk kez 2003'teki Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi'nde tanışma fırsatı bulduğum ve son bir aya kadar tekrar uğramadığım Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nin, Alice Harikalar Diyarında tadındaki girişi.. Girişte kocaman beyaz tahta üzerine "şu isimler Öğrenci İşleri'nden şunu görsün" notlarını alan Kenan İmirzalıoğlu kıvamında bir abi.. Onu geçince, x-ray cihazıyla donatılmış giriş kapısında kimlik kontrolü yapan görevliler.. Ve işte sonra, ilerideki merdivenlerden çıkıp da kapıyı geçince rengarenk bir bahçeyle yüzyüze geliş. Rengarenklik bahçe düzeni, ağaç, çiçek vs. değil. Öğrenciler rengarenk.. Başka okullar gibi değil ama burası, hakikaten rengarenk; saçlar, kıyafetler, tarzlar, bakışlar, görüşler, düşünceler rengarenk.. Belki, bu kadar küçük ama bir o kadar da kalabalık olduğu için, renkler çok belirgin geldi bana. Gökçe detay veriyor biz yenilere: Şurası cikslerin köşesi, şurada solcular takılır, şuralar sağcıların.. Belki bu rengarenklik fakültedeki binbir bölümle de alakalı olabilir.. Dil, tiyatro, edebiyat, sosyal bilimler bölümleri.. Ortada minicik bir kantin, tost kokusu.. Topluluk standları.. Merdivenlere, banklara, duvarlara, her yere öğrenciler yayılmış, çene çalmaktalar.. Yılın başı, sarılmalar, kucaklaşmalar.. Hemencecik sevdim..

24 Eylül 2007

Ankara'da büyülü bir fado gecesi..

Asıl hikaye, 2003 yılında Portekiz'de başladı.. Avrupa'nın dört bir yanından, 200'e yakın kendini bilmez :) psikoloji öğrencisi Porto'da toplanmış, Avrupa Psikoloji Öğrencileri Birlikleri Federasyonu (EFPSA)'nun 17., "Duygular" temalı, yarı akademik ama tümden sosyal kongresinde bir haftadır coşmaktaydık. Kongrenin bitiminden bir önceki akşam, programda "fado night" yazan, ancak ne olduğunu bilmediğimden, pek de anlamlandıramadığım ama geleneksel bişiyler diye tahmin ettiğim etkinlik için, üniversitedeki sınıflardan birine yerleşmiş, gösterinin başlamasını bekliyorduk. Herkes yerleşip ışıklar söndürüldükten sonra, aman tanrım! Birden içeriye siyah pelerinlerine sarılmış, ellerinde yine siyah renkli gitarlarıyla, 7-8 tane kara yağız delikanlı daldı. Vohahovvv! tarzı sulu bağırışmaların ardından, o gece bizlere enfes bir fado konseri verdiler.. Ve işte ben o günden sonra tam bir fado hastası insan haline geldim. Nitekim Porto'da son günümüz olan ertesi gün, sanki Lizbon'da ya da dünyanın başka herhangi bir yerinde:P bulamayacakmışız gibi, alelacele bir yerlere dalıp fado cd'si alıp, şehirden öyle ayrılmıştık. Doğuş nedeni midir, ya da benim evvelden bu bir takım latin ezgileri duyunca kendimden geçişim midir hastalığımın sebebi, bilemiyorum.. Velhasıl, fado, Portekizce "kader" demekmiş ve Portekizli kadınların, gidip de geri dönemeyen denizci kocalarının ardından, denize karşı yaktıkları ağıtlarmış.. Çok içli değil mi ama?
Günümüze gelirsek, ben fado sevdalısı biri olarak, geçtiğimiz hafta arası Umut'un Opera'daki fado konseri haberini vermesi, benim bi türlü adliyeden iki dakka mesafelik yola gidemeyişim, ve "ez yuujıl" işi son güne bırakışım, neyse ki, iki adet bilet bulabilişim.. Böylece, geçtiğimiz Cumartesi gecesi, konser için, Opera'daydık. Bu arada operaya da ilk gidişim. "Ay, şu yaşımıza geldik daha yeni gidiyoruz ayol" diye cıkcıklarken ben, "e opera yaşımız daha yeni geldi" dedi Umut ve ben nedense bu fikri hemen benimseyiverdim:) Bu operaya gidiş işi ayrı bir teraneymiş.. Bi kere şık olmak gerekiyormuş. Yani söleş gelenler de vardı ama şık olmak makbul, ben o gün bunu anladım, açık, net!
Balkonda en sondaki iki koltukta yerimizi aldık ve Portekiz Büyükelçiliği'nin desteğiyle düzenlenen bu enfes konserde, fadista Katia Guerreiro'nun muhteşem sesi, birbirinden değişik ve güzel, geleneksel ve modern fadolar, arkadaki Portekiz, klasik ve akustik gitarlarını coşturan müthiş amcalar, sahnedeki inanılmaz ışık ve renk oyunları ve dinleyici katkısı olarak da alkışlarımızla, nefis bir kaç saat yaşadık. Son fado, kraliçe Amalia Rodrigues'in anısına geldi.. Katia konseri harika bitirdi.. Hastasıyım, yine gelsin, yine gideceğim..

02 Ağustos 2007

Pamukkale'nin en çok neyini seversiniz?

Ankara'ya dönüşünü! Hahhayt, Yahya Kemal miyim neyim? Artizin önde gideniyim. Velhasıl, geçen Pazar gecesi, Denizli dönüşü yine böyle hissettim. Bu durum Denizli ile alakalı değil, ben hep böyle hissediyorum. Güzel bir hafta sonu ve sakin, dingin, yarı uykulu yolculuk sonrası şehir merkezine girer girmez duyduğum ambulans sesleri, kornalar, o vakitte bile sıkışık trafik, gözüme çarpan koca jandarma komutanlığı.. Ben bu sesleri, şehrin gürültüsünü, kalabalığını, koşturmacasını, binalarını, meclisin ışıklarını, hacıyolu yokuşunu seviyorum. Uçurumlarını, kurbanlarını, acısını biliyorum. İş dönüşü terliklerimi sürüyerek arşınladığım bozuk kaldırımlarına, basınca içe göçüp içine dolmuş yağmur suyuyla ayaklarımı ıslatan kaldırım taşlarına bile tahammüllüyüm. Uzaktayken de her ne olursa olsun, benim ben oluşuma tanıklık etmiş, yuva olmuş, kucak açmış bu şehri özlüyorum. Her yerde geçiciyim, burada kalıcı. Anlaşıldığı üzere, bu aralar romantik akımdan etkilenmiş vaziyette ortalarda dolanıyorum. Gönüllü psikologluk hediyesi "Ankara Şiirleri" kitabımızdan da bir şiir alalım, tam olsun:
Karanfil Sokağı
Tekmil ufuklar kışladı
Dört yön, onaltı rüzgar
Ve yedi iklim beş kıta
Kar altındadır.
Kavuşmak ilmindeyiz bütün fasıllar
Ray, asfalt, şose, makadam
Benim sarp yolum, patikam
Toros, Anti-tors ve asi Fırat
Tütün, pamuk, buğday ovaları, çeltikler
Vatanım boylu boyunca
Kar altındadır.
Döğüşenler de var bu havalarda
El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem
Ümit, öfkeli ve mahzun
Ümit, sapına kadar namuslu
Dağlara çekilmiş
Kar altındadır.
Şarkılar bilirim çığ tutmuş
Resimler, heykeller, destanlar
Usta ellerin yapısı
Kolsuz, yarı çıplak Venüs
Trans-nonain sokağı
Garcia Lorca'nın mezarı,
Ve gözbebekleri Pierre Curie'nin
Kar altındadır.
Duvarları katı sabır taşından
Kar altındadır varoşlar,
Hasretim nazlıdır Ankara.
Dumanlı havayı kurt sevsin
Asfalttan yürüsün Aralık,
Sevmem, netameli aydır.
Bir başka ama bilemem
Bir kaçıncı bahara kalmıştır vuslat
Kalbim, bu zulümlü sevda,
Kar altındadır.
Gecekondularda hava bulanık puslu
Altındağ gökleri kümülüslü
Ekmeğe, aşka ve ömre
Küfeleriyle hükmeden
Ciğerleri küçük, elleri büyük
Nefesleri yetmez avuçlarına
-İlkokul çağında hepsi-
Kenar çocukları
Kar altındadır.
Hatip Çay'ın öte yüzü ılıman
Bulvarlar çakırkeyf Yenişehir'de
Karanfil Sokağı'nda gün açmış
Hikmetinden sual olunmaz değil
"Mucip sebebin" bilirim
Ve "kafi delil" ortada...
Karanfil Sokağı'nda bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al-al bir yangın şarkısı,
Bakmayın saksıda boy verdiğine
Kökü Altındağ'da, İncesu'dadır.
Ahmed Arif

22 Haziran 2007

Unutmak istemediklerim-1

Dün akşam üzeri, İl Sağlık Müdürlüğü'nde 112 çalışanlarıyla yaptığımız "Travmatik Yaşantılarla Başa Çıkma Grubu"nun 3. oturumunda, travmatik olayla sembolik vedalaşmaya geçtiğimizde, grubun panoyu makasla parçalama kararı aldığı ve harekete geçtikleri anı unutmak istemiyorum. Hepsi harika görünüyorlardı, "ben vedalaşma diye buna derim" dedim içimden..

17 Mayıs 2007

Tikkat Tikkat! Haftanın bilgisi geliyor:


Arap geleneğinde aşık olmak cadılığın gücü altına girmektir. Şarklı aşık "büyülenir", "hayran olur", yani eli kolu bağlanır, gücünü kaybeder. Bir kez daha, karşısındakine sorumluluk duymak, ötekini bir kişi olarak tanımak gereksizdir. Ataerkil iktidarın dili, ikiye bölmekte ısrarlıdır: Taraflardan birinin güçlü olması için ötekiler -ya da öteki- gücünü yitirmelidir.
-Adrianne Rich, Of Woman Born

08 Mayıs 2007

"Psikanalizin yaratıcılığı anlama çabası: Mozart"

adlı, psikoterapi tartışmaları serisinin son halkası için carpe diem'deydim yine bu akşam. Konu psikanaliz, Mozart ve yaratıcılık olunca, konuşmacı Gamze Hanım'ın keyifli anlatımı sonrasındaki etkileşim de pek leziz oldu haliyle.
Velhasıl, en çok aklımda kalanların en popüler olanları:
-yaratıcılık denince sayabildiklerimiz çoğunlukla erkek isimleri; erkeklerin yaratıcılıkları altında yatan motivasyonlar ise, güç, ün ve kadınların aşkıymış..
-Neden kadınlar yaratıcılık, müzik, resim, şiir deyince çok az sayıda? Haklar, özgürlükler, fırsatlar derken, olay ödipal döneme dek indi: efendim kadınlar zaten doğurganlıkları sebebiyle yaratıcılar. Erkeklerin yaratıcılık deyince ön planda olmalarının sebebi, kadınların doğurganlıklarına öykünmeleriymiş.
Okunacak, öğrenilecek ne çok şey var allaaaam yaaa...
Hayırlı işler, bol güneşler dilerim.

01 Mayıs 2007

Saat dört buçuk. Kalkıyorum.

Bir süre sonra kent yaşamı başlayacak. Tüm işyerleri çalışan insanlarla dolacak. Sürekli çalışan fabrikalarda işçiler vardiya değiştirecek. İstasyonlarda trenler duracak. Trenler kalkacak. Gökyüzünde uçan uçaklar, dünyanın belli havaalanlarına doğru göklerde yol alacak. Gemilere arabalar, eşyalar yüklenecek, insanlar binecek. Uykusuz gece geçirenler yorgun kalkacak. Uzun uyuyanlar da yorgun kalkacak. Kimi mutlu, kimi acılı, kimi sevgi ile geçirdiği gecenin sabahında uyanacak. Kimi öfke ile. Kimi kendine güne nasıl başlayacağını soracak. Kimi bir intiharı düşünecek. Kimi özlem duyduğu bir kenti. Özlem duyduğu bir insanı. Kimi bugün beklenmedik bir ölümü ölecek. Kimi yalnız dağlar ve tarlalar ile tanıdığı dünyasına bakacak. Kimi tanrısına yakaracak. Kimi bir silahla birisini öldürecek. Kimi birilerini öldürmek için bir yere bomba atacak. Bombalı pankart asacak. Kimi ölümle yargılanacak. Kimi barış konferanslarına katılmak üzere uzak ülkelere kısa bir yolculuğa çıkacak. Bütün ülkelerin orduları savaş talimi yapacak. Gazeteler basılmıştır. Radyolar sabah programlarına başlayacak. Akdeniz'de balıkçılar ağlarını çoktan sulardan çekmiştir. Akdeniz'de kadınlar kapılarının önlerini çoktan süpürmüş, sulamıştır. Kamyonlar, arabalar yollardadır. Buzhanelerde bugün gömülmeyi bekleyen cesetler vardır. Sonsuz dünyanın sonsuz yazlarından bir sabah.
Yaşamın Ucuna Yolculuk, Tezer Özlü

21 Nisan 2007

Mutluluk

Bir saat kadar önce izledim "Mutluluk"u, keyifle.. Töre cinayetleri ve bunlara teşebbüs süreçleri özellikle görsel medyada "pirim" yapmaya başladığından bu yana, bu yayınların bir taraftan sadece cıkcıklayıp vahvahlamaya yaramasından, bir yandan da normalleştirici, duyarsızlaştırıcı bir etki yaratmasından tedirgin olan ben, düzenli takip etmediğim ancak rast gelince bakakaldığım bir kaç dizinin öfletici etkisinden sonra, bugün "mutluluk"la kendime geldim diyebilirim. Kendime gelme çabam, yarın sabah LES'e, ay pardon yeni adıyla ALES'e girecek olmamdan ve bu sınavın yordanamazlığındandı.. Neyse, o başka mevzu. Genelde ağlak olmayışımı bildiğimden, filmin bir kaç yerinde zaptedemediğim, birden iniveren bir kaç damla gözyaşım, hıck, da filmin keyfinden, tadından olmalı.
Köye getirilişinden başlayarak, Meryem'in yaşamından, belki de yaşamına yön veren bir kesiti anlatan film sonrası, adları sadece bir kaç ana haber bülteni ve bir kaç gazete haberinde sadece birer kurban olarak geçen, belki bir kaçı bazı STK'larca (bkz. Uluslararası Af Örgütü- "Güldünya'ya Sesleniş" Mektup Yarışması) dikkat çekilmeye çalışılan, "Güldünya Tören"ler, "Fadime Şahindal"lar, "Sevda Gök"ler, "Şemse Allak"lar'ın, filmde Meryem'in söylediği gibi "bu hayat benim" deyişleri/daha doğrusu diyemeyişleri insanı kendinden utandırıyor...

13 Nisan 2007

Kumun Altında-Sous le Sable

Carpe Diem'de film gösterimleri de olacak artık.. İlkini geçen Salı yaptılar.. Çağay Hocam'ın listeye ısrarla mail atıp, altına da "travma ve yas alanında çalışanlar mutlaka gelsinler" deyişinin peşinden ben de gittim gösterime. Yaklaşık 20 kişi, şarap ve pizza eşliğinde François Ozon'un 2000 yapımı filmi "Sous le Sable" izleyip, sonrasında da bir güzel tartıştık.. 25 yıldır evli bir çiftin, yazlık evlerine gidişleri ve adamın kayboluşu-denizde boğularak ölümüyle başlıyor film ve adeta travmatik kayıp yaşayan kişilerin travma sonrası belirtilerini tüm dinamikleriyle birlikte anlatarak devam ediyor. İnkar denen mekanizma nasıl bir şey, gözler önüne seriyor. Arada ortaya çıkan Portishead-undenied tınıları "biraz daha şarap lütfen" dedirtiyor. Çok etkilendim. "İnsana dair hiç bir şey bana yabancı değildi, değil mi?" diyerek filmi, ölüme-ölmek üzere olanlara-geride kalanlara ilişkin kafa yoranlara tavsiye ederim.

27 Mart 2007

"Şeytan okuyabildiğimizden daha hızlı yazıyor"

Çok güzel bir 2007 ajandam var artık: Metis Yayınları ürünü olan bir cadılar ajandası! Evet, yılın 3 ayını geride bırakmış olmamıza rağmen, ben ajanda muhabbeti yapıyor olabilirim ama bu durumun tek nedeni, akıllı kardeşimin böyle bir ajandanın hastası olacağımı yeni keşfetmesidir, maalesef:) (bilmem mesaj alındı mı? Ablanın sevme ihtimali yüksek şeyler hemen satın alınacak, fiyatı üzerinden itinayla sökülecek, güzelce paketlettirilip ilk fırsatta ablaya sevgi sözcükleri eşliğinde hediye edilecek!)
Efendim ajanda, bir aile mahkemesi psikoloğu olarak tam bana göre! Rengi mor, kağıdı saman.. Bunlar meslekle alakasız tabii, neyse onları geçiyorum.. İçinde pek faideli bilgiler mevcut.. Yaklaşık her günün, her tarihin altında, o güne dair cadılık/büyü vs. işlerle nasıl bir alakası varsa "tarihte bu gün" tadında kısa birer not düşülmüş (mesela, 25 Mart, hem çaylak fırtınası, hem de 1199'da Papa III. Innocentus, engizisyon mahkemelerine resmen izin vermiş; daha o tarihe gelmedik ama epey kurcaladığımdan, 21 Nisan, Samsun-Vezirköprü-Bahçekonak Köyü'nde yağmur duasına çıkan halk, dualarının kabul olması için bir atın başını kesip üzerine Arapça yazılar yazarak kuyuya attılar, kaymakam soruşturma başlattı, 2001 tarihli Hürriyet, gibi). Ayrıca haftanın bilgisi, haftanın çok bilmişi, haftanın aklıselimi, haftanın büyüsü, haftanın muhteviyatı.., uzayan giden bir takım dipnotlar var..
Çok keyifli çok! Mesela Ocak ayının 2. haftasının büyüsü: Bir kimse bir kimseyi kendinden soğutmak için, o kişinin geçeceği yere kesilmiş tırnaklarını gizlerse, o da bu tırnakların üzerinden üç kez geçerse büyü tutarmış..
Bunların neden tam bana göre olduğu ve neden keyif aldığım hususuna gelince: Biz her ne kadar bu işlerin özellikle ortaçağa ya da epey geçmiş zamanlara, ya da en azından gizemli/primitif yaşam tercih eden alt kültürlere ait olduğunu var saysak da, yaşam deneyimi açısından bir deniz/derya olan aile mahkemelerinde görüyorum ki durum hiç de öyle değil! Üst düzey yöneticilerden, emniyet müdürlerine, hosteslerden doktorlara dek, bu büyü işine yaşamının bir noktasında bulaşmış ya da fazlaca zihinsel meşguliyet yansıtması ile bulaştırılmış pek çok "eğitimli" kişi mevcut.. Dolayısıyla da, duyduğum bazı yaşantılar karşısında ağzı açık kalan ben, ajandamı kullanırken bir yandan da nedir, ne değildir bu büyücülük/cadılık öğreniyorum..
Görüşmelerimde bizzat dinliyorum: Kayınvalidesi domuz yağı sürmesin diye yatak odası kilitleyenlerden, oğlu gelinine fazla bağlanmasın diye, oğlunun duşunun ortasına zart diye girip (evet, tam olarak zart!) elindeki tastaki bilmem ne içeren suyu oğlunun başından aşağı boca eden annelerden, kocası eve bağlansın diye, kocasının çayına kendi regl kanını damlatarak içirenlerden, dinlediğimde "neeaaaaggggghhhh?!?" tepkisi verdiklerimden bahsediyorum..
İşte bunların kuramsal temelini ajandamdan alıyorum;)

24 Mart 2007

Antonio Tabucchi'den "Düşler Düşü"...

"Sevdiğim sanatçıların ne gibi düşler gördüklerini hep bilmek isterdim. Yazık ki, bu kitapta sözünü ettiklerim, ruhlarının geceleri izlediği yolları anlatan birer yapıt bırakmamışlar bize" diyen bir notla kitabına başlayan Tabucchi, anlatılarının birer varsayım olduğunun farkında olduğunu belirterek ve "öte yanda" düş görmekte olan kitabın kahramanlarının bunu hoş göreceğini umduğunu dile getirerek devam etmiş.. Çok keyifli bir anlatımla, mimar ve havacı Daidalos'tan başlayıp, başkalarının düşlerini yorumlayan Sigmund Freud'la bitirerek, kitabın sonunda "bu kitapta düş görenler" başlığıyla kısaca yaşamlarından söz ettiği, tarihte iz bırakmış yaklaşık 20 ozan, yazar, ressam ve müzisyenin olası düşlerini sembolik bir biçimde anlatmış..
Düşlerinde kocaman saraylarda kaybolduğu, yarı hayvan varlıklarla karşılaştığı, inanılmaz sirk gösterileri izlediği, 5 aileyi 5 günde doyurabilecek kadar yiyeceği tek öğünde tükettiği, kağıttan gemilerle okyanusta yolculuk ettiği, köpek balığı midesinde başka insanlarla karşılaştığı şeklinde rüyaları betimlenmiş kahramanları okurken, kendime "benim en fantastik rüyam ne idi aceba?" diye sordum elbette..
Sanırım geçen yazdı.. Dedektiflik yapmak amacıyla babamın arabasını kaçırıyorum (broadway, 96 model, nasıl?;)), sonrasında da ehliyeti olmayıp direksiyon başına da hiç geçmemiş biri olarak, arabayı nasıl oraya getirdiğimi anımsamadığım için kendime küfrederek, devamlı yanlış hareketler yapıp kalabalık yolların ortasında kalıp, sonrasında da bir tünelde sıkışıp, "frustrated" haldeyken, birden arabanın zeminindeki deliklerden Fred Çakmaktaş misali ayaklarımı indirerek fiti fiti hareketlerle yola koyuluyorum ve eve dönebiliyordum..


"Tarihe adımı yazdıracaksam daha deli/dolu rüyalar görmeliyim galiba":) diyerek, kitabı naçizane tavsiye ediyorum..

06 Mart 2007

Elişi

"savaş haberleriyle dolu
renkli gazete sayfalarını
katlayıp bir çocuk üstüste
kesiyor özene bezene
elindeki makas ile

ve insanlar oluşuyor kağıttan
tutuşmuşlar elele"

Sunay Akın

27 Şubat 2007

Gadjo Dilo

Filmi kaçırdım filan ama,
şunu izlerken/dinlerken derinden hissediyorum, kibariye familyasından bi insanım ben..
:)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...