30 Temmuz 2008

Saz mevsimi

Artık yaz mevsimleri benim için saz mevsimleri demek haline geldi. Zira özellikle son iki yıldır katıldığım düğün-nişan-ımbırtı-kımbırtı törenlerinin haddi hesabı yok. Bu durum, düğün-dernek işlerinin son yıllarda iyice yaz mevsimine bırakılmasından mı, yoksa az çok akranlarım sayılabilecek ve evlenme zamanı (böyle bir zaman yoktur desem de) gelmiş-geçen çevremden mi kaynaklanıyor, bilemiyorum.
Bildiğim, bu yaz:
1. yüksek lisanstan sevgili arkadaşım Çiğdem'in nikah + düğününe,
2. pek sevdiklerim Bilge ve Özge'nin nişanına,
3. e bi zahmet kendi nişanıma,
4. geçen yaz Ayaş'ta nişan törenine de katılmış bulunduğum ikinci dereceden kuzenim Bekriş'in düğününe,
5. Umut'un iş arkadaşı Murat'ın düğününe,
6. Kuzenim Aydan'ın kına gecesine + düğününe, katılmış bulunmaktayım.
Evdeki bir takım tadilat işleri nedeniyle işyerinden arkadaşım Volkan'ın davullu zurnalı düğününe katılamadığım gibi, şehir dışında bulunacağım gerekçesiyle 5. yurttan oda arkadaşım Özgeciğimin düğününe de katılamayacağım. Eskişehir'de olduğumuzdan katılamadığımız, Bilgelerin nikah kutlamasını da sayarsak etti mi sana bir yaz mevsimi içinde 9 adet kutlama! Bu 9 adet kutlama, her biri öncesinde "allaaam ne giysem?" derdi, "yok yok bi fön çektirsem iyi olur" telaşesi, bazılarında "ne takılacak?" konusu, nerde-ne zaman-saat kaçta ayarlamaları ve elbette ki her yere son dakika yetişebildiğimden mütevellit, "heyecanlı saatler" anlamına gelmekte. Bu kutlamaların hepsi, bir yandan telaşe, diğer yandan da sevdiklerimizin mutluluğuna ortak olma anlamına gelirken ve hepsi "ayyyy ne heyecanlı, ne hoş" dedirtirken, diğer taraftan da büyükbabamın, özellikle babaannemin bu durumlardaki aşırı kaygısını gördükçe söylediği inci tanesi sözleri hatırımdan çıkaramıyorum: "Düğün iki kişiye, ne var deli komşuya?"
:)

25 Temmuz 2008

Dantel

Geçtiğimiz Çarşamba gecesi, saat gece yarısını çoktan geçmiş, camlar sonuna dek açık, yaprak kıpırdamayan Ayaş'taki evin büyük odasında, en büyük halamın en küçük kızının belediyenin salonunda yapılmış kına gecesinden henüz dönmüş, babaannemin "yelikmeyin, yeter gari" uyarılarına rağmen olanca soytarılığı yapmış olmaktan dolayı bitap, makyaj temizlemeye üşendiğimizden ovuşturduğumuz gözler zombi gibi olmuş, ellerimiz kınalı, ay iki muhabbet edelim diye çayı da demlemiş üç hatun (bir anne ve iki kızı), ayakları uzatmış otururken... Ben bir yandan da sabahın 06.40'ın da Sinanlı otobüsüyle adliye yollarına düşeceğimden yine her zamanki gibi son dakka yazıp bitirmeye çalıştığım bir evlilik değerlendirmesi için fiti fiti parmak zıplatmaktaydım ki, annem henüz bitirdiği bir dantel parçasını, yastığın üzerine koyup "şaheserim" modunda izledikten hemen sonra, "ay öbürüne de hemen başlayayım diye" eline ipi dolayıp da bir kaç hamle yapmıştı ki, önce "kim gelecek şimdi bunun üstüne?" dedi, sonra da cevabı beklemeden ayağa kalkıp kapıya kadar gidip oradan danteline doğru Elvan Abeylegesse hızında koştuktan ve bir yandan gülerken bir yandan da yine eline ipi dolayıp oturup "elim kuş, kıçım taş olsun!" dedikten sonra, hızlı hızlı örmeye başladı! Ben bu esnada çoktan kopmuştum, zira annem bana çooook uzun zamandır yapmadığım ve annemin o halini görmesem, hiç bir zaman durup dururken de aklıma gelmeyecek bir fenomeni hatırlatmıştı.
Annesinin dizinin dibinde, onun diktiği fırfırlı eteklerle ortalıkta fink atan, ayaklarını onun kucağında ısıtan mini mini kız çocuklarıyken, Eskişehir'de öğrenmiştik sanırım bunu. Örgü-dantel gibi bir el işine başlanacağı zaman, yanlış anımsamıyorsam makarna kesme gibi zorlayıcı işlere başlamadan da yapılmaktaydı bu, işin üstüne kim geldiyse (çoğunlukla hangi komşu olduğu önemli), işin bitiş süresinin kaderini belirleyen, gelen kişinin uyuzluğu veya iş yapmadaki hızıydı. "Her işi şipşak yapan biri mi geldi, allah! tadından yinmez zira o iş şipşak bitecektir. Ammaaaa, yerinden kıpırdamaya mecali olmayan, tembel mi tembel, mıymıy mı mıymıy biri geldiyse aha o zaman yandınız, o iş sürünür de sürünür" anlayışından ortaya çıkmış bir batıl inanç.. Gerekli önlemi almak lazımdır. O yüzden, yeni iş başlanırken, belki daha bir kaç zincir henüz çekilmemişken, mıymıy birinin işin üzerine gelmesine fırsat vermeden, evin en zeki, ahlaklı ve çevik çocuğu (o zamanlar öyleymiştim ki, bana yaptırılırdı çoğu zaman) yaptığı işten kaldırılır, kapıdan annenin yanına kadar fırtına gibi koşturulur. İşin çok çok hızlı bitmesi gerekiyorsa aynı işlem üç kez de tekrarlanabilir. "Kolay gelsin annecim" gibi cümleler olaya ekstra hoşluk katar. Bir türlü bitmeyen işlerin ardından da mutlaka "ay kim geldiydi ki bunun üstüne" diye düşünülür, mızlanılır, sorumluluğu baştan atmanın verdiği rahatlıkla bol bol şikayet edilebilir.
Küçükken az koşmamıştım annemin, Ülker teyzenin ve özellikle de Tuna apartmanındaki komşularımızın işleri üstüne. Ben koşmayalı bu batıl inanç bir miktar evrilmiş, "elim kuş, kıçım taş olsun" sözüyle biraz daha şenlikli hale getirilmiş.
Bakalım annem danteli kaç günde bitirecek? Oradan yapacağım bir hesapla, ben de bundan sonra çevik ve hızlı iş bitiren tanıdıkları, raporlara, ödevlere, önemli işlere başlamadan önce koşturmak niyetindeyim. Hakkaten işe yararsa da, Eskişehir'den Ankara'ya gelişimin 10. yılında, "nasıl oldu da bunu unutmuşum, procrastination'dan procrastination'a koşmuşum" türküsüyle, geçen zamana yanmak derdindeyim.

19 Temmuz 2008

Aman bre deryalar, biz nişanlıyız!

Ah, her şey bir ruyya gibi başlamıştı kuzum. Öyle de devam ediyor: Biz esaslar, nihayet geçen Pazar, yani 13 Temmuz 2008, saat 15.00 sıralarında nişanlandık, fotoğraftaki gibi pek şen, pek mutluyduk. Nişanın öncesi de, esnası da, sonrası da çok güzeldi! Çok güzel hatırlayacağım zamanlar geçirdim.. E, gelelim şimdi işin detaylarına:
Anne-babaların tanışması ardından, kız tarafının telaşesi zati hemen başlamıştı. Annemle babam günlerce, uzak yoldan gelecekler, yemek mi ikram edilse, pasta-börek mi, menüde neler neler yer alsa, kim hangi saatte nereden alınsa nereye bırakılsa, Ayaş'tan gelecek misafirler şu saatte burda olsalar, kaça kadar yemek yenir içilir, oğlan tarafına hazır ve nazır hale gelinir, kaç gibi çıkılsa makul saatlerde evde olunur, oturma odasındaki kanepeyi salona alsak, divanı mutfaktan çıkarsak, evi nasıl genişletebiliriz? içerikli pek çok konuşma, görüşme ve derin düşünme süreçlerinden geçmişlerdi. Zaman içinde en pratik yollar keşfedildi. Ne de olsa ilk kızları evden uçuyordu, rabiakuşu'ndan sonrakilerde daha deneyimli olmuş olacaklardı netekim..
Ben Perşembe akşamı Eskişehir'e geldim, Cuma sabahtan annemin komşuları, arkadaşları toplaşıp sarma sararlarken, ben de salona yayılıp, hakime teslim edilmesi gerektiğini son dakka farkettiğimiz bir raporu 4 saatte zor bela tamamlayabilip, pedagoga e-mailledim. İçeriden gelen kahkahaları da hiç kıskanmadım, işim bitse, kafam kadar sarma sarabildiğimden, cıss ikazıyla, yaprakları ayırmak için tepsinin başına oturtulacağımdan, parmaklarımın buruş buruş olacağından emindim. Zati, ben raporu bitirdiğimde de onların işi bitmişti, ay ne tesadüf, hehe, annem duymaya yakar valla beni:)) Annem çok uzun zamandır denk gelip yiyemediğim, Malatyalı komşu dostlarından öğrendiği, tirit yapmış, kapış kapış yedik hep beraber. O da çok güzeldi. Akşam yatmadan önce de, ben yaparım diye atladığım un kurabiyesi işine daldım. Ve fakat millet, o margarini iyicene bi eritmeden unu koymamak gerektiğini deneye yanıla öğrendiğimden, sabah uyandığımda bileklerim ağrıyordu yeminle. Ne zormuş ayol hamarat olmak!
Cumartesi sabahı, ki o gün börekler açılacak, zeytinyağlı sarmalar sarılacak, pasta-börek işi Pazar telaşesine bırakılmayacaktı, annemle-babamın telaşeli sesleriyle uyandık: fırın bozulmuştu! Hah! dedk, tam sırası! Ancak Polyanna Sebahat ile Ömer ikilisi işi, "ay iyi ki bozuldu fırın, bak günaydın fırın'da pişirtiriz, kivir kivir olur tüm börekler, oh lime lime!" noktasına getirince, şenlik halinde kahvaltımızı yaptık. Kahvaltı sonrasında da ben, gelin kız olarak, Kleopatra misali bir takım bakım işlerine giriştim. Gelin kız olmak da ne süper şeymiş ayol! Hiç bi işe bulaşmıyosun, hep kendinle hep kendinle ilgileniyosun! O esnada mutfak ekibi yine bir araya gelmişti: Kezban teyze, Figen abla ve Zülüş sarmalarla uğraşırken, Dilek abla haşhaşlı-mercimekli böreğe hayat vermekte, annem tezgahta kıymalılarla uğraşmaktaydı. Babam da salonda oturup, tepsiler doldukça, onları fırına taşımaktaydı. İmece usulü.
Saat 3'e gelirken, Damat Umut Paşa gelip beni aldı ve biz otogara kuzucum Arzucuğumu karşılamaya doğru yola çıktık. Baktık daha otobüsün gelmesine vakit var, dereyi görmeden paçaları sıvayalım dedik ve Odunpazarı Belediyesi'nin Nikah Salonu'na bakmaya gittik. Kurşunlu Külliyesi'nin bir parçası olan ve Ortaçağ Dönemi'nden kalmışa benzeyen bu taş bina, ikimizi de büyülemişti, ordaki görevliden bilgi aldık, daha tadil edileceğini öğrendik "umarız mahv-ı perişan etmezler" diyerek ve "ay daha nerde nasıl evleneceğimiz belli değil" diye söylenerek, koşturup otogara gittik. Arzu'yu karşımızda görmek çok güzeldi. Eskişehir'e ilk kez gelme şerefine nail olmuş olan yavrımı kaptığımız gibi aç bilaç eve koştuk. Tam bir şeyler atıştırıyorduk ki, Mehmet ve Naci dayımlar, yengemler ve mini kuzenler teşrif ettiler. İşte o zaman çoktan 10 kişiyi aşmıştık ve evde hareket edecek pek bir yer kalmamıştı: biz ertesi güne beklediğimiz 50 civarı kişiyi kuş kadar evimizde nasıl ağırlayacaktık acep?
Bir miktar hoş beşten sonra, sosyalleşme insanı Umut, yengeme "yengecim", Naci dayıma "dayıcım" gibi hitap ve aşırı sıcak yaklaşımlarıyla, 10 puanları toplamaya başlamıştı, seni gidi seni. Sonra da Ankara'da bir cd'ye "oynıycaz alah oynıycaz" nidalarıyla attığı oyun havalarını benim laptop'a atmak için içeri odaya dalmıştık ki, Naci dayım, kapkara teni, bağrı açık gömleği ve ego dertsiz halleriyle aramıza dalıp, "yenikentli nadir", "peçenekli süleyman", "sincanlı serhat" gibi nadide bir takım isimleri lteratürümüze sokarak, bizi gülmekten heder etti. Hemen e-mule'den bu amcaların "piçipiçipiçieyyyhh"li müzikleri indirildi, "nişan" dısyasının içinde yerlerini aldılar :)
Umut'un yengemden aldığı "Ankara havalarında nasıl ayak hareketi yapılır?" eğitimi sonrasında bu kez Aslıtavığımı almak için otogara koşturduk. Aslıcım, havuç kafasıyla indiği otobüsten sonra, benim epey bir çulumu çırpmasının ardından, eve gitmeden direkt kendimizi Eskişehir'in gece hayatına vurduk. Abartmayayım, bi miktar Doktorlar ve Suboyu yapı, sonra Kirpi'de oturup bişiler içtik.
Gece eve döndüğümüzde, annemler ve misafirler muhabbetin gözüne vurmaktaydılar. Biz de önce bi miktar mercümekli börek, bi miktar sarma mideye indirip, biraz feysbukta ekirdeyip kikirdedikten sonra, "yarın erken kalkılacak, o yüzden şu dakka uyunacak" mottosunu benimseyip, yataklarımıza gömüldük. Ama tabii öncesinde, Zülüş'ün de tüm anlarını kameraya kaydettiği üzere, psikoloji camiasının dedikosunu yaptık: aaaaa, neeeee sesleriyle pek güldük, eğlendik, sanırım 1 gibi anca sızdık.
Ve evet nişan günü, tataaaam 13 Temmuz 2008-Pazar günü; annem tarafından "teyzenler Sivrihisar'ı geçmişler!" uyarısıyla gözleri bölertmeye çalışıyorduk ki, "Mustafa eniştenler de Gordion'u geçmişler!"le zıpladık:) Sonra cümbür cemaat bir kahvaltı, bol kahkaha, bende hafiften başlayan heyecan, oje sürme faslı, bu arada teyzem, anneannem, büyükbabam, eniştem ve kuziciğimin gelişi, ardından eniştemler, aaa karşımda Aysun ablacım, ne sürpriz, ne sürpriz:)
Önceden randevulaştığım kuaföre gitmeden önce, yüzüklere 50 metre kurdele bağlayıp zımbırtı tepsisini hazırladık. Yüzükleri bi evirdik, bi çevirdik, tamam didik: aşağıda "heeee" diyorum sanırım:
Kuaför faslı her zamanki gibi benim için çok can sıkıcıydı. Rapunzelos saçlarımı bir yabancının ellerine tesim edecek, "onlara hayat ver" dicektim, tanrım! Ebru Saç Tasarım'ın esas adamı Ebru, randevuya rağmen gecikeceğini söylediğinden, ordaki kızlar başladılar saçlarımı sarmaya. Aslında ben sürekli "uçları bukle bukle olsun, saç dibimden deli karılar gibi bukleler istemiyorum" diye haykırdığımdan, nişan saatine kadar fön, püskül saçlarımı tutmayacağı gerekçesiyle, saçları sarıp, o acayip makinenin içine girmeme karar verildi. Artık makinenin içinde durmam gereken süreden çok daha kısa süre kaldığımdan mıdır, yoksa saçlarımın düzlük direncinden midir nedir, eve döndüğümzde buklelerim iyice aşağıya inmiş, hafiften paçoza dönmeye başlamıştım bilene:)
Kuaförden geldiğimizde, epey kişi toplanmıştı, zannımca 40'a yakındık. Önce bağırış çağırış yemek yendi, düğün evi gibiydik. Sonrasında giyinip makyajlanma faslına geçmek, tabii ki çok keyifliydi. Kardeşim beni bi boyadı bi boyadı! Grinin üstüne parlak beyaz, altına siyah kalem, biraz daha parlatalım gibi detaylarla, gözlerim ışıl ışıl oldu, fotolardan belli olmasa bile:)
Ben gelin kız olarak, süslenmiş, püslenmiş, iltifatları kabul etmekte ve ortalıklarda kırıtmaktaydım ki, meğersem saat 3'e gelir olmuş, oğlan tarafı geldi! Hem de ne geliş! Kocaman bir çiçek, alengirli çikolata, ve bembeyaz dantelli bohçalarla, yani anlı şanlı!:) Misafirlerimizin gelişinden itibaren ilk 5 dakika bence çok komikti. Ortalıkta bir takım boş yerler vardı ve fakat çoğu kişi ayakta kalmıştı, hiç kimsenin de bu duruma ilişkin napılacağına dair bir fikri yoktu. Emrah'ın "Rabia biz nereye geçelim?" sorusu karşısında bön bön bakınmaktaydım ki, Damat Umut Paşa beni çekti, götürdü, salonun orta bi yerine oturduk ve hemencecik sevgili kayınpederim İhsan Amcacım, güzel ve heyecanlı olduğu her halinden belli bir konuşmayla olaya girişti! Süperdi, çünkü kimse bu kez nereye oturacak derdi olmadan, tam tamına 50 kişi (hehe) salonda ayakta, nişan anına tanıklık etti. Sonrasında, zaten herkes evin bir köşesine dağıldı ve bizim ev 52 kişi kapasiteli olabileceğini kanıltamış oldu, koçum benim:)
İhsan Amca süper bir konuşma yaptı, sonra da nazik bir geçişle, sözü Umut'un amcasına ve benim büyükbabama bıraktı. Onlar da yüzüklerimizi taktılar, berber olan kısasaçsever büyükbabacığım baktı ki 50 metrelik bir kurdele söz konusu, iki yüzüğün ucuna bağlanmış kurdeleleri dibinden kesiverdi, pek pratik oldu:)
Resmi olarak, sevdiklerimizin katılımıyla nişanlanmamızın ardından, tabii ki diğer fasıllara geçildi. El öpmeler, öpüşmeler, sarılmalar, tebrikler, güzel dilekler.. Kayınvalidem Hatice Teyzem ve manyak görümcem Ezgi :) bana bi sürü güzel şey takıp takıştırdılar ve tabii dayılar, teyzeler de.. Çok süper şeylerim oldu:)O anları görüntüleyen Hif, tabii ki tüm şirinliği ve cimcozluğuyla, ve son derece amatör fotoğrafçılığıyla, sessiz bir anda o cin sesiyle, "Umut, annemi bi daha öper misin, çekemedim tam" diyerek yine tüm dikkatleri üzerine toplamayı başardı:) Hehe, ve o kadar çok Umut Umut dedi ki, en nihayetinde ortamın en yaşlı ve erdemli hatunları anneannem ve Ülker Teyze'den "kız, Umut değil o, Umut abi denecek, kafanı kırarım" şeklinde açık uyarılarla da karizmayı yerle bir etti:) Hif için verilen özel poz sanırsam:
Öpüşme faslına evin diğer odalarında devam ettik. Arkadaşlarla geyik çevirdik, güç yüzüklerimize bakmaya doyamadık, poz vermeye de:)
Kameramanlarımız Emrah ve Zü'ye bir sürü ahkam kestik. Bidi bidi konuştuk, durduk. Mutluluğumuzu nasıl söze dökeceğimizi bilemedik:
Bu esnada, becerikli mutfak ekibi, tabakları, pasta-börekleri, çayları hazırlamış, servise başlamış, kurtlar gibi aç 52 kişiyi doyurmak üzere harekete geçmişti: bir yandan servis, diğer yandan bulaşıklar, vs. Onlar olmasa zor olurdu, kuzenler, komşularımız, teyzem, yengemler; seviyorum sizleri uleyn!
Mideye indirdiklerimizi eritmek amacından gayet uzak bir motivasyonla, bittabiii Umut'un gazıyla laptopu kaptığımız gibi içerideki ağır ekipten (babalar, anneler, dayılar, halalar) habersiz oynamaya başladık. Tam abartmaya, omuzları öne arkaya atmaya başlamış, meşhur çikçik dansıma uzanmaktaydım ki:P, Serhan halam içeri geldi ve tüm o haşmetli sesiyle, bizi çekiştire çekiştire salona götürdü: biz bir uzam halinde birimizde laptop, birimizde kablolar, birimizde hoparlör, tıpış tıpış salona yollandık, iki dönüverdik:)
Bir ara müziğin kesilivermesiyle birlikte nolduğunu anlamaya çalışırken Serhan Halam'dan çıkan "ay ceyranlar mı gitti?" efektine ekstra koptum, halacım benim yaaa:) Bilge nasıl sıkıştın oraya yahu?:) Yengemle Aysun abla da oyun işindeki tüm maharetlerini gösterdiler fallayi..
Sonra da Umut'un, siparişi verdikten 2 dakka sonra koşarak pastaneye dönüp adama "oraya Rabia yazılcak, aman diyim, Rabiya yazarsanız o pastayı tek başıma bana yedirir" diye, otoriteme boyun eğdiği (kehkeh) pastamızı kesip, ağzı-burnu büke büke yemişiz görüldüğü üzere:
Pastadan sonra, iki hoşbeş daha ve ardından yavaş yavaş oğlanevi (böyle demek ne özetleyici, tebrikler atalarımız, dedelerimiz:P) izin isteyerek evden ayrıldı. Sanırım bu sırada saat 17.30'a gelmekteydi.
Güzel dileklerle ve en kısa zamanda görüşebilme temennileriyle evden ayrılan oğlanevinin, kızevinin erkekleri tarafından dışkapıdan da yolculanması ardından, tabii ki noldu? Kızevinin tüm hatunları, hurrraaaaaaaa! salon masasının başına üşüşüp, bohçalara saldırmasınlar mı? He he, abartmayayım, herkes aceba neler gelmiş merakıyla birer birer bohçaları mıncıkladı. O bohçalardan neler çıktı neler: zaten bohçalar dantelleriyle başlı başına birer el emeği göz nuruydular, ben de çok anlarım ya dantelden. Süper olduklarını evin büyüklerinden duydum, ezber ettim. Efenim, alengirli seccadeler, oyalı yemeniler, rengarenk patikler, namaz örtüleri, havlular.. hangi birini anlatsam:) bana gelen ve en güzel olduğu her halinden beli olan (hehe) bohçacığıma ise benim ulaşmam mümkün olmadı etrafındaki halka nedeniyle:) bu bohça geleneğini boşa koymamışlar valla, insan doğumgünü çocuğu gibi mutlu oluyor, kalbi neşeyle doluyor:P Yükselen vohohohouvvvv seslerinden benimkinin içinden çok cazibeli bişiler çıktığı hemen annaşıldı ve büyükbabamın arkada oturduğu hatırlanarak eski edep ve adaba bürünüldü:) Nişanın sonunda ben aşağıdaki gibiydim: güç yüzüğü parmağında, yorgun ama mağrur ve gururlu genç kadın şöyle der: aman bre deryalar, biz nişanlıyız!
Gelelim teşekkür faslına: Her türlü desteğini arkamızda hissettiğimiz, yolculuktan hazzetmemelerine rağmen ta Ayaş'tan kalkıp gelen ve ilk torunlarının mürüvetini görme gayretiyle hareket eden, sevgili büyükbabacığım ve anneanneciğime, lambır lumbur sözleriyle bizi hem kızdıran hem güldüren Mehmet dayıma, güler yüzü ve girişkenliği, ayrıca Umut'a verdiği iki "iyi oynuyosun" gazıyla sevdiceğimi pek sevindiren Asu yengeme, "Peçenekli Süleyman"la bilgi dağarcığımıza bilgi katan ve en başından beri "yanındayım" diyen Naci dayıma, ev işleri konusunda anneme sonsuz yardımcı Sebiha yengeme, gıkları çıkmadığından bize "öf bi durun, susun!" dedirtmeyen, aman da ne büyümüş kuzilerim, Alper, Buğra ve Zuhal'e; elbiseme "gecelik gibi" yorumunda bulunmuş olsa da:) canım teyzeciğime, enişteciğime ve nebike; arıza çıkarabilecek bacağına rağmen Ayaş'tan kalkıp gelen sevgli Mustafa enişteme, çingir çingir sesiyle beni koparan Serhan halama, bu çarşamba kınasını yapacağımız kuzicim Aydan'a, hiç beklemediğimiz ve bize en büyük sürprizi yapan Aysun ablama ve peri kızı Ceren'e, İzmit'ten trene atlayıp gelen sevgili Enver amcacığıma ve Güzide yengeciğime, hayatımın en arızalı zamanlarına tanıklık etmiş Ülküş teyzeme, Eskişehir'e geldiğimizden bu yana, 4 yaşımdan beri, en yakın aile dostlarımız olan, birlikte evrildiğimiz, Salih amca, Kezban teyze ve evcilik arkadaşlarımız Esen, Suna ve İrem'e; hiperwomen komşularımız Figen abla (pek tabii eşi Naci Bey'e) ve Dilek ablaya; evimizi bir kez daha şenlendirmiş olan sevgili kayınpederciğim ve sevgili kayınvalideciğime, görümceciğim Ezgi'ye :), dayımız, teyzelerimiz ve eniştelerimize, Didem'e, amcamız ve yengemize; "ayyyy ne güzel oldu, geldiler" diyeceğim dostlarımız, kameraman Emrah ve Didem'e, fotografır Bilge ve Özge'ye, canlarım, tavıklarım Arzu ve Aslı'ya, en sevdiklerim, bu süreçte "iyi ki annem ve babamsınız" dedirten annecim ve babacığıma, kuzucuklarım Hif ve Zülüş'e, ve elbette benimle nişanlanma şerefine nail olan bitanecik sefgilim Umut'a en derin sevgilerimle ve teşekkürlerimle, ergenekon destanımı burada bitiriyorum efem:)

06 Temmuz 2008

İlk 5K koşum..

Başlığı Umut'tan hacıladım. 44.58 dk.'da, 5 km. koşmuş bir minik dopingsiz Süreyya olarak, tarihin tozlu sayfalarına bu eşsiz başarım da, breh breh, not düşülsün istiyorum, bilmem çok şey mi istiyorum?
Odtü'deyken ve bir 5. yurt sakinesi iken, belli dönemler gidip stadyumda fiti fiti koştuğum olmuştu, sonra kendimi nadasa çekmiştim (yoksa besiye mi demeli?, söyleyin ne demeli?). Geçen yıldan beri de zaman zaman Umut'la koşmaktayız okulda. Dün sabah da bir türlü kıçımızı kaldırıp çıkamadığımızdan, tabii ki güneşe kaldık (saat 10'a yaklaşıyordu sanırsam) ve ormanda koşalım dedik. "Ya köpekler?" demiştik ki iki adım öteden bir "hev" sesi geldi. Yok len bu köpek değil, kurbağa olabilir mi gibi bir abuk tahminde bulunmuştuk ki, hörhörhörhör efektini duyunca gerisin geriye nasıl koştuğumuzu hatırlamak bile istemiyorum. Zira o koşuş bir flaşbek şeklinde hayatımda yer edinmiş vaziyette (bkz. Yüzüncüyıl'da bilinmez bir karanlığa doğru koşmak ve imdaaaaat! diye bağırmak) :( Sonra güzel güzel rutin koşumuzu gerçekleştirdik ve tabiri caizse "börttük"! Normal insan evladının koşacağı bir sıcaklık ve saat değildi zira. O nedenle bugün dedik normal insan gibi koşalım. Başladığımızda saat 20.00'yi geçmekteydi. Ay şekerim nasıl söylesem, yüzümüze püfür püfür esen ılık akşam rüzgarı, rüzgarla dans eden yapraklar, yapraklarla dans etmesi muhtemel geberesice keneler ve biz iki tıfıl:P Koştukça koşasım geldi, koştukça coşasım. Engeller mi atlamadık, çağlayan derelerden mi zıplamadık, uçurum kenarlarından mı geçmedik, hangi birini anlatayım? Neyse, uydurmayayım, velhasıl 5 km. koşmuşum. "Muşum" diyorum, çünkü koşularımızın hesap-kitap işlerine bakan sefgilim, ben gık demeden (hele dün sıcaktaki mızlanmalarımdan sonra) bu kadar koşunca, benle duyduğu gururu anlata anlata bitiremedi. Ben de kendimi bişey sandım. Ortaya bu yazı çıktı.

02 Temmuz 2008

Gökten üç elma düşmüş...

Fazlasıyla alengirli, bir o kadar cengaverli masalların sonu hep öz, hep sade, hep şıppadanak olurmuş. İyiler birden ödüllendirilir, kötüler birden merhamete gelir, her şey birden yoluna girermiş. Esas kızla esas oğlanın masalında da, aslında ne kötüler varmış ne iyiler. İnsanmış hepsi ayol, yer gök doluymuş with griler (böyle olur rabia'nın masalı) :)
Masal masal diye kendilerini yiyip bitiren esas oğlanla esas kız için belki de en değer verdikleri şey, ailelerin de birbirlerini pek sevmesi, yani koskocaman bir aile olmakmış! Aileler hele bir tanışsın, aman da hemen kaynaşsın mantığıyla, 7 Haziran 2008 Cumartesi günü, bu iş için biçilmiş kaftan günü seçilmiş! Format önceden konuşulmuş: aileler esas kızın ailesinin evinde, yani Eskişeeer'de tanışacak, isteme-söz, ımbır kımbır işler için de takvim vs. konuşulacakmış. Böylelikle yine heyecan zilleri çalmaya başlamış, esas kızın ailesi esaslı ev sahibi olmak için, esas oğlanın ailesi de esaslı misafir olmak için harekete geçmiş, yine aynı saatte bir güzel çiçek eşliğinde zil çalınmış, esas kız&ailesi hoplaya zıplaya kapıyı açmış: Sonrası malum, herkes birbirine en uzak mesafedeki koltuklarda yerini almış, başta hal hatır sormayla geçen muhabbet sonradan annelerin ilçeye taşınmak istemeyişlerinden, babaların toprakla uğraşma sevdalarına kadar uzanmış. Esas kız esas oğlana arada abuk bakışlar atıp, naber len cillop sefgilim? gibi sözler sarf etmek istemiş, haliylen münasip kaçmamış. Yemekten önce birer türk kahvesi yudumlanmış, ve tam esas kız yemek masasını hazırlıyormuş kiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii, birden sohbet "biz ne zaman istemeye gelelim aceba?" noktasına gelmiş, ahanda o sırada nolduysa olmuş, esas oğlanın babasıyla esas kızın babası, anneler ve esasların da nolduğunu anlamlandıramadıkları bir süreçte işi bitirivermişler!:) Esas kızın parçalı bulutlu hatırladıkları:
-esas oğlanın babasıyla esas kızın babası arasında geçen hımmmlı hümmmlü kısa diyalog
-diyalogun hemen ardından esas oğlanın babasının, ellerini kalbinin üzerine koyup "allahın emri peygamberin kavliyle..." diye esas kızı esas oğlana istemesi
-esas annelerin devre dışı kalmış şaşkın ama gülümseyen bakışları
-bişeyleri masaya dizmeye çalışan esas kızla, efendi damat oturuşu pratiğindeki esas oğlanın "nolüyo yavv?" bakışmaları
-esas kızın babasının kızına (yani nam-ı diğer ben oluyorum efem) hiç unutulmayacak bir bakış attıktan sonra, yerim seniiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii diye üstüne atlanılcak bir ses tonuyla "ben de kızımı veriyorum" içerikli cevabı
-esas kızın kardeşinin, fazlasıyla doğaçlama gelişen bu olaya tuvalette yakalanması nedeniyle "ayyyyy çok önemli bişiy kaçırdım galiba" diye salona dalışı (hahhayyytttt!:))
-zırhlı diş birlikleri olan kardeşin, neyse ki etraftan duyulmayan, "yahu daha başlık parası istemedik", "çok ucuza gittin valla" geyikleri, he he:)
-esas kızın kafasından fırtına gibi geçen "yahu adeta bir paket gibi alındım verildim", "bugüne dek babamındım, şimdi müstakbel kocamın mı oldum?", "evet, en nihayetinde ben bir nesneyim" gibi düşünceleri: "yahu gelenek bunlar, gelenek!"
-kız isteme faslının ardından öpüşüp sarılmalar, esas kızla esas oğlan birbirlerini öptü mü hatırlamıyom!
Velhasılı kelam, böyle olmuş. Ardıından, ayakta devam etmiş öpüşme faslı sonrasında oturuş biçimleri birden birbirine yaklaşıvermiş, odanın dört bir yanına dağılmış ebeveynler, sevgi yumağı oluşturuvermiş:P
Sohbete eklenen uzun bir yemek ve sonrasında çay keyfi ardından, esas oğlan ve ailesi güzel dileklerle esas kızın ailesinin evinden ayrılmışlar. Geriye 13 Temmuz'da yapılacak olan nişan etkinliğinin detayları ile, koskocaman ve kalabalık bir ailenin yeni atılmış temelleri kalmış...
İşte masalın tam bu noktasında, gökten üç elma düşüvermiş: Biri, elbette bu masalı anlatan esas kızın başına.. Diğeri, esas kızla esas oğlanın hiç bitmeyecek aşklarının başına. Sonuncusu da, bu masalı en başından beri içtenlikle dinlediklerini hissettiren, kimi ailemizden, kimi arkadaşlarımızdan, kimi az, kimi çok tanıdıklarımızdan, kimi hiç bilmediklerimizden, ama her biri bizimle birlikte heyecan duyan ve ekrana bakıp keyifle gülümseyen dostlarımızın başına..
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...