30 Kasım 2007

Yara

Kıymetli büyükbabacığım,
Mektubuma en sevdiğin hitapla başlıyorum; minikken sana yazdığımız mektuplardaki gibi, bayramlarda konuklara bahsini açtığında gururlandığımız mektuplar gibi.
Dört yıl bitti, yoksun. Aklıma her gelişinde ıslak gözlerim.
Islansa da gözler, muhakkak güzel anlatılan, güzel anılan bir büyükbaba.
Ulus'a belinde sustalıyla gittiğin gençlik hallerini hayal ediyorum.
Her seferinde başka detaylarla gözlerimizi bölerttiğin askerlik anılarını.
"Benim annem bir başkaydı" dediğin, gözlerini daldırdığın anlarını.
Pazar dönüşü "hanııııııım!" diye babaanneme seslendiklerini.
Sabah ezanı kalkışını, yatsı sonrası odana çekilişini.
"Biz geldiiiik" diye eve girince, yüzünün açışını.
Hayal hep aynı.
Taksiden inen bir kocaman adam.
Salona giren bir kocaman adam.
Elinde silahı bir kocaman adam.
İnce sesi gürleyen bir kocaman adam.
Atatürk sandığımız bir kocaman adam.
Harçlığın en büyüğünü veren bir kocaman büyükbaba.
Mehmet Büyükbabam!
Dik, yapılı, kocaman, korkusuz.
Dış kapının sesi duyulduğunda hareketlenen ev halkı. Dev ayak seslerinle oturma odasına girdiğinde el pençe divan duran eniştemler.
Niyeyse, babamla amcamın "bizim babamız" der halleri, sanki iki küçük oğlan çocuğu.
On altı kuzen cıvıttığımızda, uzaktan gelen tek bir "höyyt!" ile kendimize gelişimiz.
Yanında kimse sapalaçlık yapamaz, kimse abuk subuk konuşamaz.
Arabaya binmeden, en cici sesimizle, "arkaya binebilir miyiz büyükbaba?" pazarlıklarımız.
Kuzenlerle fazla zaman geçirince ağzımızdan "dede" kaçırışımız.
Azarı yiyişimiz.
"Dede değil, büyükbaba".
Evet, büyükbabamız.
Arabayı dört nala kuyucağa sürerken, bizi akşam üzerinin yanık güneşine ve rüzgarına teslim edişin.
Anneannemin bahçesini talan ederken biz, senin tarafta ekili yerlere basmama telaşemiz,
özenli zıplayışlarımız.
Kiraz toplamaya, dut çırpmaya çağırdığında, hafif çekingen ama gururlu koşuşumuz. Gösterdiğin cevizleri tenekeye fırlatışlarımız. Hep motive edişin, hep cesaret aşılayışın.
Bayram sabahları kimse gelmeden, diğer torunlar kapıyı çalmadan, harçlığın en büyüğünü senden kapışımız.
Ellerini koklayarak öpüşümüz.
Alakasız yerlerde "aa büyükbabamın kokusu" diye cırlayışımız.
Kocaman yaşlı bir çınar. Yaslan yaslanabildiğin kadar.
"Fen sınıfına geçmiycem işte ben!" diye babamla kavga ederken, bana destek çıkışın.
Zü sosyolojiyi kazanınca herkesin soramadığı soruyu, "sosyalist mi olacaksın, lüü?"diye açık ve net soruşun, neyse ki kıvamında cevapla rahatlayışın;)
Zihnimde ne anılar var senle ilgili, ne gururlar.
İstediğim çocuğa sataşabilirim, istediğimi dövebilirim.
Bütün yaramazlar Mehmet Dede'den korkar.
Bazıları içinse sadece huysuz bir ihtiyar.
Her ezan okunuşunda sıcacık yaptığın köşenden kalkışın. Ahşap evin tüm tavanını-tabanını oynatarak, peşinde ceketini tutacak annem, sofaya yönelişin.
Ardından kumanda kavgası yapan biz. TRT 2'yi hemen değiştiririz.
Zü idi hep en kıymetlin. Bazı bazı Haçic oldu. Ama bilirim. Sen en çok benle gurur duydun. Kendisine benzeyen, kodu mu oturtan bir acayip torun.
Tuttu hastalandığı gece tek başına ambulansla hastaneye götürdü Ankara'ya. Akıl etmiş, nüfus cüzdanını kapmış son dakka.
İşleri kolaylaştırır.
Bayramlarda misafir nöbetçisi.
Babası olmadığı zamanlarda sabah ezanı kalkıp büyükbabasıyla yaylaya ağaç getirmeye gider.
Bayram misafirlerine kahveyi su gibi yapsa da, laf ebeliğiyle durumu kurtarır.
Hep yanlarında, hep el altında durur.
"Erkek gibi" diye gurur duyduğun.
Baktı Ayaş'ta daralıyor malum konulardan, parayı bastırıp ev tutturduğun.
"Büyükbabam ne der ki?" endişelerinde hep arka çıktığın.
Sana göstermek istediği ne çok şey vardı daha.
Ne çok şey var, "büyükbabam görse gurur duyardı" dediği.
Ama düşünüyor, tıpkı yarası erken açılan çocuklara dedikleri gibi:
O ne zaman isterse sen onu duyuyorsun, görüyorsun, konuşuyorsun.
Seni çok özlediğini biliyorsun.

27 Kasım 2007

Çantamania

Anneme de sordum ve hatırladığımız kadarıyla, ilkokula başlarken alınan okul çantam hariç, ilk şahsi çantam bana ilkokul 3 civarında alınmış. Kahverengi uyduruk deriden, çapraz takılan, kapak mahiyetindeki derisi ince ince kesilerek püskül yapılmaya çalışılmış, uçlarına da mavi boncuk iliştirilmiş bir minik kız çocuğu çantası. İçinde muhtemelen tarak, ayna, oyuncak kırıntıları, asla takılmayacak türden kolye ve bozuk para bulundurduğum ve sadece bayramlarda eş-dost-amca-teyze ziyaretleri esnasında yanıma aldığım, burasını net hatırlıyorum, sıkılınca da annemin çantası içine tıkıştırıp, "ay taşimicaksan niye yanına aliyosun çocuum?" azarı işittiğim, ergenliğe girişle "böğyk! bu ne" diye bir kenara fırlattığım ilk çantam. Sonrasında üniversiteye kadar, defterler, test kitapları, soru bankalarının tıkıştırıldığı sırt çantaları. Üniversitede hint işi, aynalı, alaca bulaca rengarenk çantalar ya da asker yeşili, orasından burasından bir şeyler sallanan çantalar.
Esasında normal bir seyir göstermiş olduğunu şekil ğ'de gördüğümüz çanta ilgisi/sevgisi durumumun nasıl bir manyaklık haline dönüştüğünü ise geçenlerde iyicene bir fark etmiş bulunuyorum. "Her renginden olsun!", "Her tipinden olsun!", "Her boyutundan olsun!" derken; uyduruk Vanilla Sky filminde kocaman bir kırmızı çantayla tam olmak istediğim ben gibi görünen Penelope Cruz'dan sonra her kırmızı çantaya sahip olmak isterken; Portekiz'de son kuruşumla "başıma bişiy gelmez herhalde dönene kadar" ümidiyle çingenevari çantalara atlarken; İspanya'da pek bir otantik çanta dükkanına kızlarla doluşup "hepsine sahip olmak istiyoruuum" türküsü çığırırken; bir kaç çocuk teslimi parasını üst üste koyup "alacağım siziiii, nihohahaho" diye Zara çantalarına yalanırken; süpervizyon derslerinden birinde Gonca Hoca Sedar'a gülerek "sen bir kadın için çanta ve ayakkabı ne demek bilemezsin Sedar" deyip, hepimizi kopartır ve "ayyy evet şekerim" dedirtirken; hastalığımı bilen ve hediye olarak çanta seçen arkadaşlarımın boynuna atlayıp bir sonraki hediyenin de çanta olması durumunu pekiştirirken; umut'a amerika'dan yeşil çanta siparişi verip, doğumgünümde gelen yeşil çanta üzerine, bir koşu mail atıp "sakın yeşil almaaaa, başka renk olsuuuun" diye adamın tek derdi oymuş düşüncesiyle uyarı gönderirken, gelen kırmızı çanta için saatlerce mutlu olurken; fark ettim ki, daha doğrusu oturup saydım ki, kongrelerden edindiğim ve şekil verip günlük de kullandıklarım hariç, çanta sayım 28'e ulaşmış. İçinde bulunduğum gelir grubu, fikir grubu, arkadaş grubu, anlayış grubu gibi kriterlere baktığımda pek normıl görünmüyor sanki.
Buradan yetkili mercilere kendi yazdığım bir şiirle seslenmek istiyorum:
"Değişimin ilk adımı hazır olmak mıydı, ne?
Henüz hazır değilim Prochaska, üstüme gelme!"

17 Kasım 2007

Masal

Bir varmış, bir yokmuş; Allah'ın kulu çokmuş.. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken; ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken; ak sakal, sarı sakal, berber elinden yeni çıkmış, kırkılmış yok sakal; kasap olsam sallayamam satırı, nalbant olsam nallayamam katırı; hamama girsem sorarım natırı; nadan olan bilmez ahbap hatırı; dereden geldim, sandığa girdim; bir de ne göreyim, köşede bir hanım oturuyor; şöyle ettim, böyle ettim, yüzüne baktım, hanım yerinden kalktı; çıktık birlikte yola, ne sağa baktık ne sola, gide gide kaf dağının arkasına geldik ki, ne ileri gidilir ne geri, sana bir masal söyleyeyim gel beri...
Günlerden 14 Kasım 2007 imiş.. O gün esas kızın doğum günüymüş. Esas kız, pek keyifli bir evlat edinme davası görüşmesinden çıkıp, koşa koşa evine gelmiş, esas oğlan gelip kendisini almadan hazırlanmak, süslenmek, püslenmek ve önceden konuştukları üzere baş başa bir akşam yemeği yemek üzere işe koyulmuş. Esas oğlan gelmeden uzun saçlarını kurutmak için çabalarken, her zaman olduğu gibi, zil çalmış, dakik esas oğlan elinde kocaman bir demet, mor-sıklemen çiçekler, esas kıza sarılıp doğum gününü kutlamış, kutlaşmışlar. Her ikisi de pek keyifli, bir minik "günün nasıl geçti?" muhabbetinin ardından, esas kız, pek cıvık ve şımarık bir sesle "eee, aşkım hediyem nerde, yok mu?" diye sormuş utanmadan. Esas oğlan da gayet ciddi, "e hayatım çiçek ve akşam yemeği, yetmez mi?" demiş yine utanmadan, ciddi bir ses tonu ile.. Vakit geç olmadan iki utanmaz, evden çıkıp elele tutuşup Tunalı'ya doğru yürümeye başlamışlar; istikamet esas oğlanın bir gün önceden yer ayırttığını söylediği Arjantin Caddesi'ndeki genelde pek sessiz-sedasız Tenedos Cafe imiş. Yürümekten çok keyif aldıkları ışıklı ve kalabalık Tunalı Hilmi Caddesi'ni bitirip de yukarı doğru tırmanırlarken, ikisi de yorgunluktan bitap düşüp, kurt gibi acıkmışlar. Tenedos Kafe'ye vardıklarında, içeride sadece, çoğunlukla olduğu üzere, çalışanları görmüş, merhabalaşmış, kendilerine gösterilen yere geçmişler. Garson kıza yemek siparişlerini verip, esas oğlanın yakın zamanda çıkacağı Los Angeles seyahatinin ön ve son detaylarından, havadan-sudan, arkadaşlardan, dostlardan bahsetmişler. Esas kızın demiglas soslu bişeyiyle, esas oğlanın tenedos bişeyi geldiğinde açlıktan porsiyonları pek küçük bulmuş olmalılar ki, bölermiş gözleri gören garson çocuk, "ekmek?" demiş ve kafalarını sallayan esasları görünce bir koşu gidip, sıcacık, üstü zeytinyağı ve yeşil zeytin dilimleriyle süslenmiş, enfes lezzette ekmek dilimleri getirmiş. Esas kız ve esas oğlan yemeklerine yumulmuşlar ve tabii kırmızı şaraplarına da.. Pek güzel sohbet edip, gülüştükleri yemeğin sonuna doğru bir kahve içip oradan çıkmayı planlamışlar. Son kadehler yudumlanırken, esas oğlan pek maskülen bir hareketle hesabı istemiş. Bir kaç dakika içinde, siparişleri almış olan garson kız, hoplaya zıplaya gelip, hesabın bulunduğu alengirli tahta kutuyu esas oğlanın önüne tak diye koymuş. Esas kız, tam yemekleri ne lezzetli bulduğunu, ekmeklerin harika olduğunu söylerken, kutuya bir müddet bakan esas oğlan hoop kutuyu kaldırmış ve tak! esas kızın önüne koyup "esas kız, hesap sana gelmiş" demiş. Yarı şaşkın esas kız kutuyu açıp kağıdı aldığında, ne görsün!! kağıtta,
"Esas kız hanım,
Bu güzel akşam yemeği karşılığında, karşınızda oturan yakışıklı beyefendi ile evlenmenizi rica ediyoruz...
Tenedos Cafe"
yazıyormuş.. Esas kız, nasıl şaşkın, kırmızı ve gülümseyerek, karşısında aynı biçimde, gülümseyen esas oğlana bakmış. Esas oğlan ile esas kız, kendilerinden daha heyecanlı olduğu belli olan ve hala tepelerinde durup gülerek, "ayy fotoğraf makinesi filan yok mu, çeksem ben sizi" diyen ve hakkaten pek komik/sevimli gözüken kıza bakıp, gitmeyeceğini ve bu anı üçü paylaşacaklarını anlamışlar. Esas oğlan, cebinden bir kutu çıkarmış, bu esnada garson kız uzaklaşmış ve esas oğlan tam da esas kızın "ayyyy, süper bu" diyebileceği türden yüzüğü esas kızın parmağına geçirivermiş ve çok feciii komik halde olduklarının farkındalığı ve bilinciyle aralarında, "benimle evlenir misinnn"li, "evet, evlenirimmm"li bir diyalog yaşanmış, ritüel yerini bulmuş, kıkırdamalar eşliğinde..
Havaya kendilerini de kaptırdıkları belli olan Tenedos Ekibi'nden bu sefer garson çocuk "eveet, bu sefer gerçek hesap" deyip, aynı alengirli kutuyu esas oğlanın önüne koymuş. Cüzdanına yeltenen esas oğlan kutuyu açınca gülmeye başlamış, çünkü bu sefer de;
"Güzel bir Tenedos akşamının, vereceğiniz karar ile ömür boyu birlikteliğe dönüşmesini temenni ediyoruz...
Tenedos
14/11/2007"
yazıyormuş. Garson çocuk, esas oğlan ve esas kız kıkırdarlarken, garson çocuk esas kıza "beyefendi burayı sizin için kapattı, bakın kimse yok!" diyerek, olaya tam bir Nuri Alço filmi havası vermiş, tam olmuş:)
Birbirlerine bir acayip bakmaya başlayan, ağzı kulaklarında, kıkırdamaktan kendini alamayan esas kız ve esas oğlan, sohbete bir süre daha devam etmişler; masalın kamera arkasını anlatmış esas oğlan. En komiği de, bu süreçte esas oğlanla iş birliği yapan, esas kızın nevi şahsına münhasır, fantastik iki kız kardeşinin, yüzük ölçüsüne yardımcı olmak için esas kızın incik boncukları arasından seçip getirdikleri üç yüzüğün üçünün de ölçüsünün farklı olmasıymış:) Buna pek çok gülmüşler.
Üçüncü hamlede hesap ödenmiş ve Tenedos'dan pek keyifli ve güleryüzlü bir uğurlamayla ayrılan esas kız ve esas oğlan kanatlanıp uçarak evlerine gitmişler.
Gökten üç elma düşecekmiş daha, bu masal hiç bitmeyecekmiş...

13 Kasım 2007

Bahtsız Bedevi'nin Günlüğü

Aslında şanslı biriyim, çevremdekiler de hep bunu söylediler, ben de hep inandım. Amma velakin, şu son bir kaç gün içinde yaşadığım iki olay, hele de bir kaç saat önce olanı, beni benden almış vaziyette, karizmayı iyice çizdirmiş vaziyette; kaç kişinin başına gelir bilemiyorum valla şekerim.
İlkiyle başlayalım. Geçen perşembe, Yüzüncüyıl'a gitmeye niyetlendim, orda takılıp, hem de ertesi güne yapacağım sunumun slaytlarını filan hazırlayacağım. Ez yujıl, yok bi duş alayım, yok annemleri arayayım, yok şunu atıştırayım derken, benim Kızılay'dan dolmuşa binme saatim çoktan olmuş 21.30! Neyse, tıngır mıngır yolculuğun ardından, pazarın orda indim ve her zamanki yoldan yukarı doğru çıkmaya başladım. Birden, hızının etkisiyle olsa gerek sallantıdan iç organlarının sesini ve hırıltısını duyduğum bir köpeğin bana doğru koştuğu hissiyle kafayı sola çevirdim ki, anneeeeee, yaklaşık 8-10 tane vahşiiii, tüptüylü, eşşek kadar (ya da öyle değillerdi, ben tehlike durumunda öyle algıladım) köpek, sürü halinde, depar atmış ve havlar vaziyette bana doğru koşuyorlar! O an dehşet içinde nasıl topukladım belli değil, yukarıya doğru ve yine tanrım! bilinmez bir karanlığa doğru, avazımın çıktığı kadar "imdaaaaaaaaaaat!" diyerek ve muhtemelen hayatımın en hızlı koşuşuyla deli gibi uçuyorum, içimde her an vücudumun bir noktasından ısırılma ve yere düşüp kan kaybından ölme hissi! Hayatımda hiç bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum, ölümle ilk ciddi yüzyüze geliş diyebilir miyim acep abartmadan? Bu hisler/motor hareketler/düşüncelerle, sanırım yaklaşık 5-6 kez "imdaaaaaat!" diye çığırarak yukarı doğru koşarken, arkadan insaflı bir insan evladının haşin "kaçma, kaçmaaa!" diye bağırışıyla reel dünyaya dönüş ve ben daha yukarılara koşarken, havlayarak uzaklaşan hayvan oğulları! Nasıl nefes nefese kalmışım, sanki iş yaptık! Durakta herkes bana bakiyor, koşarak bana seslenen genç/ergen çocuğun yamacına gittim ve "ay çok teşekkür ederim, çok korktum, ilk defa hayatımda böyle bişey yaşıyorum" dedim nefes nefese, sanki çocuk kaçıncı olduğunu merak ediyormuş gibi. O da sinir bozucu bir soğukkanlılıkla "kaçmazsanız kovalamazlar" dedi, nokta! İyi de evladım, onlar beni kovaladıkları için ben kaçtım, "len dolmuştan ineyim de bi kaçiyim, hazır hava güzel" demiş değildim ki? Neyse, yine de desteği için teşekkür ediyorum. Velhasıl, karizmayı çiziktirdiğim durak ahalisine doğru, yani geri dönerek yürüdüm ve beni gelip alması için Umut'u aradım. Sağ olsun o da, durakta tek bir insan evladı kalmayana dek ve ben yine uzaktan havlama sesleriyle titirerkene, çubuklu pijamasının üzerine montunu geçirmiş halde gelip :) beni "kopartarak" kurtardı!
Aradan henüz 5 gün geçmişti ki, daha "boktan" bişiy olamaz diyorum hala, bugün bişiy yaşadım. Yaşadım diyemicem, o an yaşamadım çünkü. Neyse, gelelim detaylara: saat 12'de görüşmem var, raporumu tamamlamış olmanın dayanılmaz hafifliğiyle, saat 11.30'a doğru bi güzel süslendim, püslendim, tıkır tıkır ses çıkaran çizmelerimi de ayağıma geçirip, bir elimde kol çantam, diğerinde 5 kiloluk tazminat dosyası, adliyeye gitmek için, dolmuşa bindim. Kolej'deki otoparkın ilerisinde, pazarın hemen yanında indim, Abdi İpekçi Parkı'ndan yürüyüp metronun altından da karşıya geçerek, Sıhhiye Köprüsü altından adliyeye doğru yürüyeceğim. Kısa bir mesafe de, böyle anlatınca amma afilli durdu. Neyse, metronun altından geçerken, arkadan sallanarak lap lap sesleri gelen bir miktar kıro ergen, gülüşüyorlar; merdivenleri çıktım, tam otobüs duraklarının orada, arkamdan kibar bir genç kız sesi, "pardon bakar mısınız?" dedi. Bana değildir diye tahmin edip, ki ortam kalabalık sayılır, yürümeye devam ettim, omzuma bir el dokundu, döndüm gülümseyen bir genç kız: pantolonunuzun arkasında bir leke var da, dedi. Amanın! hıı? ne ola ki? Ve kafamı döndürüp arkaya bakmamla, kalçamdan dizime dek uzanan, ühühüh, yemyeşilli, bembeyazlı, öğğğk, sarkan kocaman bir sümük! Yazarken kuscam şimdi, böhüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüü! "Ayyy, bu ne, ıyyyy" diye bir çığlık, çantadan çıkarılan selpakla, silme ve öğürme çabaları arasında temizleyemeyiş, oradaki kuruyemişçilerden birine dalış, kolonyalı mendil alarak ve öfkeden ağlamaklı çatlak bir ses, küfrediyorum. Sağ olsunlar, adamlar arka tarafa geçmeme izin verdiler, aynadan bakarak bir miktar temizledim, lavaboda ellerimi yıkadım, pantolonumun arkası ıpıslak ve lekeli! "Ne pis milletiz" dedi ordan birisi, bana acıyarak bakıp. Bu sırada habire pedagog arıyor, nerdesin diye. Adliyenin ön tarafına doğru gittim, ağlayacağım makul bir yerde olsam. Velayet davası için gelen adamla tokalaştık "merhaba, ben psikolog, ama sinirleri bozuk bir psikolog!". Sibel Hanım da bir miktar temizledi beni ama, baktık olacak gibi değil, ev ziyaretine gideceğiz, insanların koltuğuna oturacağım. "Rabia, sen bir eve gidip banyo yap, şunları yıka en iyisi" dedi, anne şefkatiyle. Dosya da çok alengirli, ama napiyim, onlar görüşsün diye düşünüp, taksiye atlayıp eve geldim. Obsesif kadınların kocaları gibi, antrede soyundum, direkt banyoya. Bahtsız pantolonum yıkanıyor hala. Hangi insan görünümlü hayvanat bilmiyorum, bunlardan aslında çok görüyorum, ama hep uzaktan görüyordum. Nasıl bir hönkürme kardeşim, insan evladının bir yılda çıkaracağı miktar değil yani! öğk yine, yeniden.
p.s.: bu aralar bindiğiniz bir taksi, sümüklü pantolonumla oturduğum taksi olabilir, dikkat!
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...