aşktan daha karmaşık olan tek şey ailedir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
aşktan daha karmaşık olan tek şey ailedir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

09 Eylül 2009

30. yıl

09.09.1979'da evlenen sevgili annem ve babam, şu afilli günde, yani 09.09.2009'da, 30. evlilik yıldönümlerini kutlamaktalar. Düşününce ne acayip. 30 yıl olmuş. Ben de bir o kadar tanığıyım bu ilişkinin. Hatta küçükken bu ilişkinin çok daha evvelden tanığı olduğumu sanırdım. Annemlerin yatak odasında ağır, kalın, bordo bir perde vardı. Düşümde de loş bir salon vardı kalabalık, ortasına 2 metrelik korniş çakmışlar, işte o yatak odasındaki perdeyi germişler, ben perdenin arkasına gizlenmişim, kimse görmeden, öylece gülümseyerek dans eden annemle babamı izliyorum. Bunu düşünüp mutlu olan bir çocuktum ben, niyeyse. Orada olmamın mümkün olmadığını anlamam ve gerçeği kabullenmem biraz uzun sürdü, ama olsun. Bence güzel bir çocukluk hayali. Neyse işte, mevzu ben değil onlar zaten. Otuz yıldır çocuğuyum onların. Böyle sakin, çoğu zaman kaygıdan uzak, ama her duruma hakim hallerinin hastasıyım. Bir de bana "al sana iki başbelası, bunlarla harala gürele hayatı öğreneceksin"e vesile iki kardeşimin de ebeveynleri olmalarına, her birimizin ayrı derdiyle, ayrı neşesiyle, ayrı arızalarıyla bıkmadan mücadelelerine, yaşam enerjilerine hayranım. Yirim. İkisini de.

05 Ocak 2009

Babam

Akşam maillerimi kontrol ederken, bir baktım kardeşim bir link gondermis, "kızlar, babamla ilgili bir link, açın bakın, hehe" diye. Tıkladım, okudum, "vay be, aslan babam, koç babam, fizikçi babam" dedim, tıpkı küçükken ondan bir şey istemeden önce yaptığım gibi :) Biz evden ayrılana dek bize, bizden sonra anneme zorla ışık, dalga anlattığını, hatta en son annemin ördüğü bir fiskos masası örtüsünün geçirilmesi gereken kumaş miktarı için kadıncağıza pi re kare tadında 15 dakikalık bir seminer verdiğini ve annemin olayı kaptığını biliyor ve "evet, benim babam süper hocadır" diyordum; üstüne bu link ile bir kez daha kendisine buradan huhuuuuu! diyorum, yirim.

13 Ağustos 2008

Eskişehir'deyim..

Büyüdüğüm şehirdeyim. Dün gece geldim. İki haftasını kullandığım yıllık iznimin ikinci yarısında da, bizimkilerle takılayım biraz, dedim. İlk yarıdaki İzmir maceralarıma ekstra değineceğim, buraya not düşüle.
Dün gece gelip, ilk iş aileyle hasret giderip, hemen ardından buzdolabı etrafında turlayıp, o saatte mideyi tıka basa doldurup, küpüş gibi uyumamın ardından, sabahleyin yine utanmadan aç uyandım. Babam erkenden derse gittiğinden, annem ve hif'le meymene meşmene kahvaltı, çay seansı esnasında uzun uzadıya muhabbet, kakara kikiri derken saati 11 ettik. Annemin eski bir komşusu yıllar önce vefat eden kocası için mevlit okutturacağından ve annem de oraya teşrif edeceğinden, saat 4 civarı spor salonunun karşısında, Şehitlik'te buluşmak için sözleştik. Zira möhim meseleler için alışveriş edecektik. Saat 4'e kadar bir miktar albümlere baktım, sonra Bertrand Russell-Evlilik ve Ahlak ile devam ettim, yanı sıra buzdolabından habire sütlaç, sprite, şefşef aşırdım. Annemin hayde! diye tel edip bizi zıplatmasıyla hazırlanıp çıktık. Savaş Caddesi boyunca sandaletlerimi sürüye sürüye, ağır ağır yürüdüm. Buna rağmen annem yine de bizi 9 dakka bekletmeyi başardı. "Gecikme genlerimi annemden almışım" diyeceğim ama haksızlık etmiş olacağım, hehe. Şehitliğin köşesinde beklerken ve gözüm annemi seçmişken, birlikte geldiği Seher Teyze'yi görmeyeyim mi? Tuna apartmanından can-ciğer komşumuz. Lakin kendisini 10 yıldır görmek kısmet olmamış. Sarıldık ettik. Seher teyze bir yabancıya bakıyor gibi, "sesini duymasam, tanıyamazdım" diyor. Kadın haklı. Albümlere bakarken de bizzat zihnimde değerlendirdiğim üzere, bu kaş çok acayip bişey azizim. Kaş diyorum kaş, bildiğin kaş ayol, gözün üstündeki tüy tümelek! Kaş yapında bir miktar değişim yaptıysan, yani ebru gündeş'e dönmekten bahsetmiyorum, sadece fazlalıkları almak da diyebülürüz, metamorfozdan metamorfoza koşmuş oluyorsun. Geçen de lise yıllığıma baktıydım. Herkes birbirine güzel müzel yazmış, kalbi kadar temiz sayfa ayırmış bi de. Hepimiz maymun soyundanız halbuki, o kadar belli ki, hehe. Neyse işte, ben de tam Seher Teyze'ye kaş alımı ve cımbızın icadından bahsedecektim ki, ne göreyim? Karşıdan yıllardır görmediğim canım ilkokul öğretmenim Saadet Mercan bana doğru geledurmasın mı? Hoşbeşler, sarılmalar, nerdesin-ne yapıyorsunlarla geçen bir 15 dakikadan sonra, bir anne ve iki kızı olarak, Hamamyolu'na doğru seyirttik. Möhüm meseleler için möhüm alışverişler yaptık, sıklıkla Reşat Nuri'yi andık. Bilahare yazacağım, buraya not düşüle..
Alışveriş yaptık dediysem, seçtik ve ayırttık. Ve şöyle dedik: babamız yarın gelip ödiycek! Alışverişe bayılıyoruz biz, bizim ailenin hatunları olarak.
Espark'a bizzat Zara Home için uğradık. Orada "babam gelip ödicek" raconu geçerli olmadığından, zati bişiy almadık. Dikiş-nakış eksperi annemle "hmmm bunu şöyle işlemişler", "ay bak şuna şöyle kenar geçmişler" diye, itiraf ediyoruz, model-desen çaldık, kimi şeyleri zihnimize fotokopiledik. Gerçi ben hepisini şu an unutmuş vaziyetteyim ama annem kesin hatırlıyodur.
Dönüşte, çok pek çok yürümüş olduğumuzdan enerji depolamak için almak durumunda kaldığım diet kolamı içe sallaya annemlerin peşinden uyuz uyuz ayaklarımı sürükledim. Ve tabii Hava Hastanesi'ni geçer geçmez Vişnelik'in meşhur Çarşamba pazarına daldık. Annem haftalık alışverişini kavun-karpuz demeden tamamlarken, ayyyyy kimi göreyim? Liseden çok sevgili coğrafya öğretmenim Sema Sayan da pazar arabasını sürükleyerek alışveriş modunda yürüyor olmasın mı? (olmasın, cümleye bak). 98'de mezun oldum EAL'den. 10 yıl olmuş görmeyeli onu. Direkt hatırladı beni, sarıldık, hoşbeşleştik. Pek değerli bir öğrencisiydim. Lise 2'de sınıfın kutsal ineği ve onur kurulu üyesi olarak, girdiğim ilk sbs'den öyle düşük coğrafya neti çıkarmıştım ki, herkes bu konuda dıdı bıdı ederken o net bir sesle "rabia'nin kuramsal açıdan bir eksiği yok, sadece test tekniğ eksik. Onu da tamamlar" diye bana bir ton gaz vermiş ve kalbimin en nadide köşesine yerleşmişti. Cınııımmm!
Sema Hocam, neler yaptığımı sordu. "Psikolog oldum ben!" dedim pür neşe. Mat-fen'deymiş artık. Uygun zamanlarını söyledi. Mutlaka beklediğini, görüşeceğimizi ısrarla yineledi. Görmeye gideceğim onu.
"Ay çok güzel koktu!" diyerek şefşef, maydonoz, üzüm, ekşi elma ne varsa pazar arabasına dolduran annemin peşinden sürükledim yine kendimi eve.. Hif yaz okulundan güzel notlarla geçmiş derslerini, onu öğrendik. Sonra yemek yedik. Şimdi de çay içicez.
Resim: Zü'den bir Odunpazarı çekimi. Kendisini özlediğimizi belirtiyoruz buradan. Bir hüp de onun için çekiyoruz.

25 Temmuz 2008

Dantel

Geçtiğimiz Çarşamba gecesi, saat gece yarısını çoktan geçmiş, camlar sonuna dek açık, yaprak kıpırdamayan Ayaş'taki evin büyük odasında, en büyük halamın en küçük kızının belediyenin salonunda yapılmış kına gecesinden henüz dönmüş, babaannemin "yelikmeyin, yeter gari" uyarılarına rağmen olanca soytarılığı yapmış olmaktan dolayı bitap, makyaj temizlemeye üşendiğimizden ovuşturduğumuz gözler zombi gibi olmuş, ellerimiz kınalı, ay iki muhabbet edelim diye çayı da demlemiş üç hatun (bir anne ve iki kızı), ayakları uzatmış otururken... Ben bir yandan da sabahın 06.40'ın da Sinanlı otobüsüyle adliye yollarına düşeceğimden yine her zamanki gibi son dakka yazıp bitirmeye çalıştığım bir evlilik değerlendirmesi için fiti fiti parmak zıplatmaktaydım ki, annem henüz bitirdiği bir dantel parçasını, yastığın üzerine koyup "şaheserim" modunda izledikten hemen sonra, "ay öbürüne de hemen başlayayım diye" eline ipi dolayıp da bir kaç hamle yapmıştı ki, önce "kim gelecek şimdi bunun üstüne?" dedi, sonra da cevabı beklemeden ayağa kalkıp kapıya kadar gidip oradan danteline doğru Elvan Abeylegesse hızında koştuktan ve bir yandan gülerken bir yandan da yine eline ipi dolayıp oturup "elim kuş, kıçım taş olsun!" dedikten sonra, hızlı hızlı örmeye başladı! Ben bu esnada çoktan kopmuştum, zira annem bana çooook uzun zamandır yapmadığım ve annemin o halini görmesem, hiç bir zaman durup dururken de aklıma gelmeyecek bir fenomeni hatırlatmıştı.
Annesinin dizinin dibinde, onun diktiği fırfırlı eteklerle ortalıkta fink atan, ayaklarını onun kucağında ısıtan mini mini kız çocuklarıyken, Eskişehir'de öğrenmiştik sanırım bunu. Örgü-dantel gibi bir el işine başlanacağı zaman, yanlış anımsamıyorsam makarna kesme gibi zorlayıcı işlere başlamadan da yapılmaktaydı bu, işin üstüne kim geldiyse (çoğunlukla hangi komşu olduğu önemli), işin bitiş süresinin kaderini belirleyen, gelen kişinin uyuzluğu veya iş yapmadaki hızıydı. "Her işi şipşak yapan biri mi geldi, allah! tadından yinmez zira o iş şipşak bitecektir. Ammaaaa, yerinden kıpırdamaya mecali olmayan, tembel mi tembel, mıymıy mı mıymıy biri geldiyse aha o zaman yandınız, o iş sürünür de sürünür" anlayışından ortaya çıkmış bir batıl inanç.. Gerekli önlemi almak lazımdır. O yüzden, yeni iş başlanırken, belki daha bir kaç zincir henüz çekilmemişken, mıymıy birinin işin üzerine gelmesine fırsat vermeden, evin en zeki, ahlaklı ve çevik çocuğu (o zamanlar öyleymiştim ki, bana yaptırılırdı çoğu zaman) yaptığı işten kaldırılır, kapıdan annenin yanına kadar fırtına gibi koşturulur. İşin çok çok hızlı bitmesi gerekiyorsa aynı işlem üç kez de tekrarlanabilir. "Kolay gelsin annecim" gibi cümleler olaya ekstra hoşluk katar. Bir türlü bitmeyen işlerin ardından da mutlaka "ay kim geldiydi ki bunun üstüne" diye düşünülür, mızlanılır, sorumluluğu baştan atmanın verdiği rahatlıkla bol bol şikayet edilebilir.
Küçükken az koşmamıştım annemin, Ülker teyzenin ve özellikle de Tuna apartmanındaki komşularımızın işleri üstüne. Ben koşmayalı bu batıl inanç bir miktar evrilmiş, "elim kuş, kıçım taş olsun" sözüyle biraz daha şenlikli hale getirilmiş.
Bakalım annem danteli kaç günde bitirecek? Oradan yapacağım bir hesapla, ben de bundan sonra çevik ve hızlı iş bitiren tanıdıkları, raporlara, ödevlere, önemli işlere başlamadan önce koşturmak niyetindeyim. Hakkaten işe yararsa da, Eskişehir'den Ankara'ya gelişimin 10. yılında, "nasıl oldu da bunu unutmuşum, procrastination'dan procrastination'a koşmuşum" türküsüyle, geçen zamana yanmak derdindeyim.

30 Kasım 2007

Yara

Kıymetli büyükbabacığım,
Mektubuma en sevdiğin hitapla başlıyorum; minikken sana yazdığımız mektuplardaki gibi, bayramlarda konuklara bahsini açtığında gururlandığımız mektuplar gibi.
Dört yıl bitti, yoksun. Aklıma her gelişinde ıslak gözlerim.
Islansa da gözler, muhakkak güzel anlatılan, güzel anılan bir büyükbaba.
Ulus'a belinde sustalıyla gittiğin gençlik hallerini hayal ediyorum.
Her seferinde başka detaylarla gözlerimizi bölerttiğin askerlik anılarını.
"Benim annem bir başkaydı" dediğin, gözlerini daldırdığın anlarını.
Pazar dönüşü "hanııııııım!" diye babaanneme seslendiklerini.
Sabah ezanı kalkışını, yatsı sonrası odana çekilişini.
"Biz geldiiiik" diye eve girince, yüzünün açışını.
Hayal hep aynı.
Taksiden inen bir kocaman adam.
Salona giren bir kocaman adam.
Elinde silahı bir kocaman adam.
İnce sesi gürleyen bir kocaman adam.
Atatürk sandığımız bir kocaman adam.
Harçlığın en büyüğünü veren bir kocaman büyükbaba.
Mehmet Büyükbabam!
Dik, yapılı, kocaman, korkusuz.
Dış kapının sesi duyulduğunda hareketlenen ev halkı. Dev ayak seslerinle oturma odasına girdiğinde el pençe divan duran eniştemler.
Niyeyse, babamla amcamın "bizim babamız" der halleri, sanki iki küçük oğlan çocuğu.
On altı kuzen cıvıttığımızda, uzaktan gelen tek bir "höyyt!" ile kendimize gelişimiz.
Yanında kimse sapalaçlık yapamaz, kimse abuk subuk konuşamaz.
Arabaya binmeden, en cici sesimizle, "arkaya binebilir miyiz büyükbaba?" pazarlıklarımız.
Kuzenlerle fazla zaman geçirince ağzımızdan "dede" kaçırışımız.
Azarı yiyişimiz.
"Dede değil, büyükbaba".
Evet, büyükbabamız.
Arabayı dört nala kuyucağa sürerken, bizi akşam üzerinin yanık güneşine ve rüzgarına teslim edişin.
Anneannemin bahçesini talan ederken biz, senin tarafta ekili yerlere basmama telaşemiz,
özenli zıplayışlarımız.
Kiraz toplamaya, dut çırpmaya çağırdığında, hafif çekingen ama gururlu koşuşumuz. Gösterdiğin cevizleri tenekeye fırlatışlarımız. Hep motive edişin, hep cesaret aşılayışın.
Bayram sabahları kimse gelmeden, diğer torunlar kapıyı çalmadan, harçlığın en büyüğünü senden kapışımız.
Ellerini koklayarak öpüşümüz.
Alakasız yerlerde "aa büyükbabamın kokusu" diye cırlayışımız.
Kocaman yaşlı bir çınar. Yaslan yaslanabildiğin kadar.
"Fen sınıfına geçmiycem işte ben!" diye babamla kavga ederken, bana destek çıkışın.
Zü sosyolojiyi kazanınca herkesin soramadığı soruyu, "sosyalist mi olacaksın, lüü?"diye açık ve net soruşun, neyse ki kıvamında cevapla rahatlayışın;)
Zihnimde ne anılar var senle ilgili, ne gururlar.
İstediğim çocuğa sataşabilirim, istediğimi dövebilirim.
Bütün yaramazlar Mehmet Dede'den korkar.
Bazıları içinse sadece huysuz bir ihtiyar.
Her ezan okunuşunda sıcacık yaptığın köşenden kalkışın. Ahşap evin tüm tavanını-tabanını oynatarak, peşinde ceketini tutacak annem, sofaya yönelişin.
Ardından kumanda kavgası yapan biz. TRT 2'yi hemen değiştiririz.
Zü idi hep en kıymetlin. Bazı bazı Haçic oldu. Ama bilirim. Sen en çok benle gurur duydun. Kendisine benzeyen, kodu mu oturtan bir acayip torun.
Tuttu hastalandığı gece tek başına ambulansla hastaneye götürdü Ankara'ya. Akıl etmiş, nüfus cüzdanını kapmış son dakka.
İşleri kolaylaştırır.
Bayramlarda misafir nöbetçisi.
Babası olmadığı zamanlarda sabah ezanı kalkıp büyükbabasıyla yaylaya ağaç getirmeye gider.
Bayram misafirlerine kahveyi su gibi yapsa da, laf ebeliğiyle durumu kurtarır.
Hep yanlarında, hep el altında durur.
"Erkek gibi" diye gurur duyduğun.
Baktı Ayaş'ta daralıyor malum konulardan, parayı bastırıp ev tutturduğun.
"Büyükbabam ne der ki?" endişelerinde hep arka çıktığın.
Sana göstermek istediği ne çok şey vardı daha.
Ne çok şey var, "büyükbabam görse gurur duyardı" dediği.
Ama düşünüyor, tıpkı yarası erken açılan çocuklara dedikleri gibi:
O ne zaman isterse sen onu duyuyorsun, görüyorsun, konuşuyorsun.
Seni çok özlediğini biliyorsun.

12 Ağustos 2007

Ayaş'ta "moleneksel" bir nişan töreni...

Dün akşam üzeri, çocuklukta bir süre idolüm olmuş olan, babamın kuzeninin kızı, e benim de bi şekilde kuzenim olan, aile içinde adı, doğumundan kısa süre önce vefat eden Bekir büyükbabamızı anmak üzere "Bekriye" olarak konmuş ama eğitim ve sosyal yaşantısında mantıklı olarak Esra'yı kullanmış, benim için "Bekriş ablam" olan kuzenciğimizin nişanına katılmak için Ayaş'a gittik kardeşimle.. Öf, ne gereksiz detaylarım var. Aslında başta epey direnmiştik gitmemek için. Ama hem annem ve babamın "temsiliyet ısrarları", hem henüz aleme ilan bir nişan töreni görmemiş olmam, hem de içten içe, aman tanrım(!) 30'u bile çoktan doldurmuş olan, e tabe yıllardır evlenmesi beklenen, "avkat isiyin" ve "sevüm"ün ev sahipliği yaptığı, dolayısıyla da kuvvetle muhtemelen ardından epey konuşulacak olan havuz başında yapılacak olan bu nişanı merak edişimiz nedeniyle, çöl sıcaklarıyla düştük yollara. Külüstür ötesi Ayaş otobüslerinde, elbette sıfır klima ve üstelik koltuğun yukarısından hörüldeyen soğutucular (bu mu ki teknik adı?) olmadığından, su bir ara göz kırpıp sonra hemen kaçıp gittiğinden duş da alamayıp çıktığımızdan ve püürepostismenistürüyyalsendıromumuyiyim dolayısıyla zaten afacanlar basmış olduğundan, bi ara tieyyyttt diye bağırasım geldiyse de tuttum kendimi azap 1 saat boyunca. Anneannemin eve tırmandık, hoşbeşleştik, hazırlandık ve dayımlarla birlikte, Ayaşlı ahalinin "nambırvan" düğün mekanı, ilçenin hemen girişindeki belediyeye ait açık havuza gittik. Yaklaştıkça kulağımızda çınlayan dingdararung sesleri eşliğinde açık havada pasparlak, rengarenk balonlarla süslenmiş, ışıklandırılmış mekana girdik ve 55bin el öpmek suratiyle nihayetinde kendimize oturacak bir yer bulduk. Ve efenim, babamın ifadesiyle "cimcalaboz" kardeşim ve benim için seyir başladı: Ortalıkta, yakalarına iğnelenmiş, ucuca eklenmiş, iki metreyi bulan, 100 dolarlarla oynayan güzel mi güzel bir gelin ve bir damat; Seda Sayan misali, kalça-göbek kıvırmadan yürüyemediği anlaşılan ve estirdiği hava ve "len buralar na böööle benim olcek" hallerinden "görümce" olduğu tahmin edilip sağlaması yapılan ve gece boyu oturmayan/oynayan bir hatun; son derece ihtişamlı tıvaaaletler, pasparlak kumaşlardan elbiseler, tavus kuşu modeli saçlar, en moderninden fönler, iki karış yükseklikte topuklar; efenim, henüz gelin ve damat mertebesine ulaşamamış "kız" ve "oğlan" dans ederken tepelerinden saçalanan gül yaprakları, üstlerine sıkılan, sonradan "dans ederken tepeden kar yağdırma konsepti" olduğunu anladığımız spreyler, kocaman pasparlak yanan maytaplar ve gece sonunda havai fişek gösterisi.. Bunlar Ayaş'ta bir nişan için fazla "modern" (!) görünümler. Gelelim "geleneksel" kısma: kuru pasta-gazoz:), orkestra, şarkıcımsı ve takı töreni... Müziğe bakarsak, ben böyle şarkı sözleri ne duydum ne hayal edebildim, bu havuz başı işini en son 98'de ortanca dayım evlenirken görmüş, sonra da bir kaç düğüne gitmiştim ama hızla gelişen Ayaş düğün müziği piyasası ben takip etmeyeli epey coşmuş: ringo ringo şişeleeeeeerrrrr (burada ahali elleri kaldırır ve kendi etrafında döner), piçipiçipiçipiçieeeyhhh, bana gız yolla gız yolla falan filan ama asıl kopuş noktam, enternasyonal tarafından şudur:
yunanistan gızları
vay vay vay vay
ne don giyer ne fistan
vay vay vay vay
Takılar: anneden lazer bilezik (yoksa gazel bilezik mi, tam anlayamamış olabilirim), kelepçe (pardon?!?), bilmemne burmaları, bilmemkim sarmaları filan.. Takılar takılıp, elleri havada gıykk bir sesle şarkı söyleyen ve "alkieeeşşş" diye bağıran assolist amcaya sinsice yaklaşan damadın annesi, adama bir metre uzunluğunda yine ucuca eklenmiş yüzlükleri takıp da amcanın ses gıykkk gıykkk gidip geldikten sonra dedik "işlem tamam abi, bu yıl bunun muhabbeti millete yeter". Velhasıl, vih'li, gı'lı konuşmalar, eltisi gelmiş, yok şu gelmemiş, Ayaşlı-Kırıkkaleli adetleri muhabbetleri, kim ne taktı dedikoduları, halaylar, ortalıkta koşturan gelinlikli kız çocukları, karşılıklı göbek atan makyajlı-türbanlı/karpuz kollu balo elbiseli hatunlar, ritmik ayak danslı "erkekegemenimsi" gençler, höpürdetilen gazozlar, "bi gıymalı pide-ayran yaptırılımış oğğğlll" deyişleri, iyi dilekler, güzel temenniler derken bizim geleneksel ve/veya modern nişan törenimiz de günün son saatine yaklaşırken nihayete erdi.. Geriye, büyükbabacığımın davarevi girişinde kurduğu kocaman salıncakta "kim ayağını çatıya değdirebilecek" yarışı yaptığımız, kocaman leğene su koyup bebek yüzdürdüğümüz, kaş'ta oynarken kim düşer diye endişelendiğimiz, evcilikte "bekriş abla"yla olalım diye kastığımız, amcamın kamerasına "selam ben rabia, selam ben bekriye, eki eki" diye öttüğümüz, onun ergenliğe girişiyle "niye bizimle oynamıyor ki" diye üzülüp sonra biz küçükleri ekmeye başlayınca durumu anladığımız, kısacık sohbetlere sevgili muhabbetleri sıkıştırdığımız, halen az da olsa, duruşması olduğu zamanlarda adliyede karşılaşıp koridorun iki ucundan koşarak sarıldığımız günler kaldı...

09 Ağustos 2007

Kuyu başı kadınları...

Yeni eğlencemiz arka bahçedeki kuyu. Tabii kuyu deyince herkesin aklına böyle dipsiz mipsiz bir şey geliyor ama bizim kuyu biraz postmodern.. İçinde yosunlaşmış büyük taşlar, tenekeler var, dipsiz değil, karanlık hiç değil, ne gizemli ne korkunç, ama adı kuyu. Ve şu aralar bizim buraların en sevileni, su çekildikçe daha da üretiyor, doğurgan, üretken, anaç ve şefkatli. Henüz kimseye zarar vermedi, çocuklar etrafında pır dönse de hiç birini kucağına almadı, habire emziriyor bizi, yorulmuyor, doyuruyor:P Bildiğin anne yani! Biz de kardeşimle, suyumuz bittikçe, alıyoruz minik kovayı ve vileda kovasını (bu mu ki adı?) haydeee gidiyoruz arka bahçemize. Tabii biz yandaki madam lulular gibi, karpuz kollu elbiseler ve geniş şapkalarla değil, kesilmiş kottan şortlarımız, tişörtlerimiz, saç tepeye dolandırılmış, parmak arası terliklerimizle pespaye pespaye, şıpır şıpır gidiyoruz. Allahtan öyle gidiyoruz, çünkü kovayı yukarı çekene dek, gülmekten kopacağız diye sağa sola çarpa çarpa ve yarısını -yannışlıkla tabi- ayaklara döküp zemindeki toprağı çamur şeklinde bacaklara sıvayarak suyu alabiliyoruz. Eve gelince de el-yüz-diş suyumuzu ayakları temizlemek için kullanıyoruz. Tekniği ilerletmek gerek, önce hızla kovayı kuyuya fırlatmak gerek, iyice su alsın diye uzun ağaç parçasıyla kovayı dibe daldırmaya çalışırken kardeşin "ahihihi gözlüğüm düşermiş, hihi" demesini engellemek, çekerken çığlık ve kahkaha atmayı kesmek, ciddiyeti korumak ve de kapıdan çıkarken özenle hazırlanmış "tam tam ta tam ta tam tam, mahsun beni taksime götür nolur gitmem lazım sen götür beni mahsuuuuuuuun" diye avaz avaz bi şarkıyla yola düşmemek lazım...
Param yok!

26 Haziran 2007

Ayaş yollarından aştım da geldim...

Hafta sonu, annemlerin babaannemi de alıp Ayaş'a gelmeleriyle birlikte, ben de evimi annemin "bu ne pis eeeeeev!" çığırmalarını normal ses düzeyine getirtebilecek şekilde temizleyip, adam eder etmez, doyduğum yerden kalkıp, doğduğum yere gittim. Yani Ayaş'a.. Dört yaşına dek yaşadığım, Eskişehir serüvenimizin başlamasıyla da her yaz tatilini muhakkak geçirdiğimiz yere. Afrika sıcakları eşliğinde yapılan bir saatlik otobüs yolculuğundan sonra, Karakaya kısmına tırmanırken, ne kadar özlemiş olduğumu fark ettim.. Eve varıp, kucaklaşma ve koklaşma, ardından da bir miktar mutfaktaki kiraz ve kayısılardan otlanma faslının ardından, iki adım ötedeki, anneannemin eve koşarak, hazinenin kaynağına ulaştım: bahçedeki kiraz dalları! Ohanzi! dedirtecek düzeyde kirazı mideye indirmemle gözüm ve gönlüm açıldı. Yaz elmaları olmuştu, karadutlar daha pembe pembeydi, dayımın diktiği çiçekler bile açmıştı, yukarıdan teyzemin "kız, sarıııı!" sesiyle de yukarı çıkıp, bir miktar Beypazarı kurusu kemirmemle birlikte, kıtlıktan çıktığı net anlaşılabilen ben, anneciğimin elinden tutup, illa ben arabayla gideceğim diye tutturan babama gülerek, kuyucak yoluna doğru seyirttik. Aaaah Kuyucak! Çocukluğum, ergenliğim sende geçti, senin asırlık dut dallarına kurulmuş salıncaklarda hız yaparken sağa sola kiraz çekirdeği püskürterek, gölgelerinde test kitapları içinde kaybolarak, en sevdiklerimle fındığın altında güveçler, gözlemeler, dut dibi siyerler tüketerek, dut yapraklarının içine çamur koyup, sarma yapıp, evcilik oynayarak, akşam ayazında eve dönüş zamanı mutlaka yeni bir oyuna başlayarak, kimsenin beni anlamadığı(!) zamanlarda kitabımı alıp uzaklara dalarak, basket maçında şalvara takılıp tepetaklak düşerek, kolu bacağı yararak; sende geçti en delü anılarım... Böyle güzel güzel geldik kuyucağa, ama tabii ki gördüklerim beni pek de şaşırtmadı. Büyükbabamın vefatıyla aklımın almakta zorlandığı bozulan ilişkiler eşliğinde fütürsuz konuşmalarla yapılan miras paylaşımları, ve bunun getirisi yıkık dökük bir kuyucak... Asıl zaman geçirdiğimiz anneannemin olan taraf ise, bırakıldığından beri ayrı bir harabeye dönüşmüş. Salıncak kurduğumuz dut dalları kesilmiş, iki dal arasına ip gerip voleybol oynarken, anneannemin mütemadiyen "fidana dikkat" dediği ve topun nedense sıkça ve sertçe çarptığı dut fidanı neredeyse en büyük ağaç haline gelmiş... Fındığın altı boş. Kuzenimin çömlekten bulgur pilavı aşırması geldi aklımıza, çok güldük. Babaannemin deyişiyle tetçe kardeşim ve tetçe kuzenimin, salıncakta sallanan diğer munis kuzenim ve munis(!) kardeşim fark etmeden salıncağın ipini kesmeleri.. Dayımların güveç partisi esnasında devamlı gelip yalanan bir kedinin üstüne Naci dayımın su dökmesi, kedinin tutup tüm sularını saçalayarak güvecin üstünden atlaması, diğer dayımların da Naci dayımın üstüne atlamaları.. Anneannemin kiraz ağacından düşüp, "amanın patateslere bir şey olmadı ya" diye bizi koparması, off, anılar, anılar. Ama hiç bir yer eskisi gibi değil artık, hem hiç kimse yok.. Bu anılar taptaze kalacak zihinlerde ve biz her hatırlayışımızda yine sarsıla sarsıla güleceğiz, aynı şeyleri tekrar tekrar anlatacağız, sakız yapacağız. Maziye yolculuğumuz devam ederken, tenekeye düşen kiraz tanelerinin sesiyle babamın işe koyulduğunu anladık ve diğer tarafa geçtik.
Ahanda, Enver amcamın kirazlar na böle, koca kocaydı:P
Bir kilo da orada kiraz tükettim. Babamla merdiven ayarlaması yaptık, ben şakıdıkça, o da beni "kızımmmm, yavaşşş, burası Ayaşşşş" diyerek usturuplu olmaya davet etti, ben de davete icabet ettim.
Düdük eniştem, gölü kendi malı ilan ettiğinden beri sulama için her yere büyük borular koymuşlar. Büyükbabamın önceden çilek ektiği yerlerden zıpladım. Önceden, tek bir sarı ot göremeyeceğimiz bahçe virane olmuş.
Sonra, çeşmede elimizi yüzümüzü yıkadık, annem "ayaklarını ıslatma, çamur olur sonra" diyerek uyardı; anne, 27 yaşında da anne.
Babam arabayla döndü, biz yine yürüdük eve. Kuzenlerden biri sözleniyor, biri evleniyor, yeni ev alanlar filan. Annemin, kime ne takılacak, kime ne alsak hesaplamaları eşliğinde eve döndük. Akşam yemeğinden sonra, herhalde 5 kilo kiraz yememle alakalı olarak, bünyemi saran karın ağrısı ve şişlikle birlikte, metabolizmayı da alt üst ettim, hayırlı uğurlu olsun dedim.
Ertesi sabah babam ve annem erkenden kalkıp evin bahçesindeki dutu çırpmışlar. Sonra da kahvaltı ve hazırlıklar, dönüş süreci. Teyzem gelip, beni bu kez kendi evine götürüp kiraz toplattı, en süper kiraz teyzeminki bence. Ayrıca, bana kendi yaptığı gözlemelerden ve dut pekmezinden de koydu. Çıkınım hazırdı, yola çıkabilirdim, Keloğlan misali:P Ayrıca anneannem bana bir adet düğün hediyesi verdi, hehe, çok eskilerden kalma bir, bakır kapaklı tas. "Anneanne ne iş? evlenmiyorum ki ben" diyorum, "olsun, sen evlenene dek ben ölürüm belki" diyor, mesajı alıyoruz cümleten. Böylece annemin "sen onu bana ver bakiyim, kaç zamandır bu tası soruyorum bak, senin için saklıyormuş demek ki" diye sarktığı ilk düğün hediyemi de almış bulundum cingöz anneannemden.
Sonra her yeri kontrol ettik, herkesle vedalaştık, babaannemi de alıp, Ankara'ya, pişe pişe halamlara doğru yola koyulduk..

06 Mayıs 2007

Serbest Çağrışım

Uyumam gerek.. Sabah KPDS'ye gireceğim maalesef. Maalesef diyorum çünkü artık KPDS, LES ve türevlerine nadiren ve zorunluluktan da olsa girmekten çok sıkıldım. Ay dudint di dört. Saydım dört olmuş hakkaten. Dördüncü girişimmiş bu abuk İngilizce sınavına, maaşım üç kuruş artsın diye ne hallere düştüm Cemil! Cemilciim bakan da olsa tam etkisi olmayabilir maaş konusunda, günahını almayayım garibanın. Neyse, maaş deyince iş geldi aklıma. Bu gün çalışmak-gözetmek adlı ancak tıkınmak-gezmek içerikli bir 6 saat geçirdim. Havayı fırsat bilen ailenin piknik yapma kararı doğrultusunda Mogan'a gittik. Amanın oralar ne olmuş öyle! Ortam aynen aşağıdaki gibiydi:
Velhasıl 2007 sezonunun ilk pikniğini yaptım. Piknik yapmayı bugün iyice sevdim. Çünkü gözetim görevlisi olunca hiç bir işe yardım ettirmiyorlar haliyle. Öyle malak gibi durdum ve yedim. Düzenli bir piknik alanı yapmışlar. Teknik detaylarını bilemem ama ben sevdim. Her tipten insan, her tipten telaş, her tipten yemek hazırlama modelleri... Tabii öyle gözlemden gözleme koşarken aklıma 2005 yaz mevsimimizi meşgul eden, Mine G. Kırıkkanat'ın nefret/iğrenme dolu yazısı geldi. Sonra da bu yazıya en sağlam ayarı veren Yıldırım Türker'in yazısı.. Ben bunları düşünürken piknik esnasında, gaflet hallerindeymişim meğer, ah nerden bilirmişim? Zaten kedili aynamı da unutmuşum evde, tipimi tabii ki göremezmişim! Meğer piknik öncesinde, çocuklar oyun oynarlar ve ben de göle nazır oturup hafif esinti eşliğinde "len ne güzel hava" diye gönül adamlığı yaparken, amele modeli yanmışım, böyle harita gibi! Hakan dayım küçükken bir süre, "amele rıfkı" demişti bana. 5. sınıftayken anneannemlerin eve eklenmeye çalışılan bir odanın yapımı esnasında tuğla taşıma vs. türünden işlere el atmıştım. Çünkü ben her işe el atabilen/başarabilen bir çocuk olmalıydım. Komik olmamasına rağmen, Hakan dayım hala söyler, hala güleriz. Hakan dayım demişken, yine msn'den beni benden alan çok özel bir foto gönderdi bugün:

Annemin anneannesi ve dedesi. Fatma Hanım ve Salih Bey.. 1970'lerin başında çekilmiş bu fotoğraf. Parkinson türü bir rahatsızlıktan muzdarip Salih dedemiz tedavi için Ankara'ya getirildiğinde, bir adet de fotoğraf çektirilmiş. Neyse ki çektirilmiş. Anı hepsi. Salih dede 1974'te, Fatma nine (yav nine mi demeli? ebe diyoruz gerçi, ne güzel ki hala yaşayan, annemin babaannesi Selver Ebe'ye) 1995'te vefat etmişler. Ölmüşler diyemiyorum yakınlarımdan bahsederken, çok kaba, çok zor geliyor "ölmüş" demek. Bu da bir direnç aslında psycho the rapist'lik yaşamımda.. Halledilmesi gerekenler listesinde üst sıralarda.
Bugün fark ettiğim esas mesele ise şu oldu: Şu an kıpkırmızı durumda olan alnım, burnum ve zaten hayli geniş ve tombul yanaklarımın burun hizasından alt kısmı ve çenemi, hem malak gibi göl-güneş bileşeninde iki saat oturmaya, hem de aman ne kadar da kocaman, ne kadar da 70'li diye bayılarak aldığım kocaman güneş gözlüklerime borçluyum. Niye güneş gözlüklerim kocaman? Çünkü enine-boyuna yüzlü bir şahsiyetim. Bu meseleye ergenlikten beri kafa yormaktaydım. Ulen ben kime çekmişim de, böyle normal standartları epey zorlayan yüz ölçülerim var diye? Bugün gelen fotoğrafla durum netleşmiş bulunmaktadır:)
1. Salih dedeciğim, seni saygıyla ve hürmetle anıyorum.
2. Özgüvenime hayranım. Kendime hastayım.
3. Artık uyumalıyım.

22 Nisan 2007

When i was just a little girl, i asked my mummyyyyyy

Biraz önce dayımın msn'den gönderip beni benden aldığı, 1986'ya ait olduğunu düşündüğüm bir foto.. Kozmetik reklamlarındaki teyzelere taş çıkartan cildiyle anneannem ve kucağında kuzenim, sağında özlemle çıkması beklenen dişleriyle bendeniz, solunda da böcük kardeşim:) Anneannemlere her gelişimizde, ortalıktaki dantelleri "daha bitirmedim" diye toplayıp sıkı sıkı parmağına doladığı iple zincir çekmeye çalışırdı kendisi, ta o zamanlardan abla emeğine konacağı belliymiş, hehe..
Kardeş Türküler ve Satrpialo keyfi eşliğinde, sanal dünyanın derinlerinden geliveren bu fotoğraf, "sıkı duruyorum", beni annemin ailesinin ilk torunu olmanın verdiği ayrıcalığı doyasıya yaşadığım günlere geri götürüp, orada bir süre dinlenmeye bıraktıktan sonra, Çağlar'ın bu duygulanımlara dair yazısı eşliğinde dağınık ve pis bilgisayar masamın başına geri getirmiştir.

15 Nisan 2007

Pazar akşamları ne anlama gelir?

Pazar akşamları, ben kendimi bildim bileli, acılı zamanlar demek.. Bitmemiş ödevlerdi eskiden, şimdi bitmemiş raporlar.. Eskiden, ki ben o zamanlar dörtgöz ve tıfıl bir çocuktum, pazar günü bir işkence günü, akşamı da bir işkence akşamıydı: özlemle beklenen hafta sonunun güzel Cuma akşamında yatma saati sınırlaması olmadan televizyon keyfi yapmak, o zaman sobalı olan ve benim hem en güzel hem de ergenlik girişinde en asi zamanlarıma tanık olan evimizde, perşembe pazarından alınmış kestane-kebap keyfi, ve elbette benim için en anlamlı olan dizi: Süper Baba, ardından Cumartesi günü, pembe pikeli ranzamızda geç vakitlere dek uyku, uzun uzun kahvaltı keyifleri, öğleden sonra mutlaka ya balık ya da annemin profesyonel olduğu açma börek seansları, yine geç vakitte yatış ve benim ancak Pazar akşamı aklıma gelen ödevlerim.. Zaten tipik bir Türkiye ailesinde yaşanan Pazar günü sanırım, muhakkak sırayla banyo yapılması, annenin merdaneli makinede çamaşır yıkaması, "ne zaman otomatik çamaşır makinesi alıyosun ömeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeer?" diye dellenmesi:), komşumuz Ülker Teyze'nin, tek başına yaşayan orta yaşlı bir kadın olarak her işini bizim evde görebileceğini düşünmesinin annemde yarattığı gerginlik, "anneniz çok yoruldu bugün, yemeği ben hazırlayayım" diye, evinden patlıcanlı-paçalı bir garip yemekler getirmesi, bizim "ıyy, ben burasını yemem" dememize, "gaganıza.." diye başlayan küfürler üzerine babamın "yav Ülker abla çocukların yanında...?" diyerek biz kıkırdarken Ülker Teyze'yi uyarması, havanın erkenden kararmasıyla beraber, aslında Pazartesi'ye ne çok ödev olduğunun hatırlanması.. Ödevlerin başına bir türlü oturulamaması ve arada yeni türeyen kanallarda tekrar yayınlanan bölümlerinde müziğini duydukça içimin bir hoş olduğu, beni "frustration"dan "frustration"a koşturan, o dönem muhakkak ailecek izlenen "Bizimkiler" dizisi.. Gözlerden uyku akarak ödevlerin tamamlanması, yanında işitilen azarlar cabası.
Her Pazar gecesi yatmadan evvel "ya ama aslında çok daha iyi yapabilirdim ödevi, ben en iyisi bir daha son güne bırakmayayım" dediğimi, kendi kendime söz verdiğimi hatırlıyorum.
Şimdi de her Pazar gecesi, "ya aslında daha erken başlamış olsaydım, çok daha kallavi bir rapor olabilirdi bu" diyor, bir dahakine erken başlama sözü veriyorum kendime..
Pazar akşamları benim için, "kendine verilmiş sözleri tutmamanın yol açtığı acılı zamanlar" demek galiba..

14 Nisan 2007

Babamı yeni uğurlamışken..

Dün gece geç bir vakitte babam geldi.. Bu seferki, sürpriz olarak adlandırdığı ama tetkik-kontrol amaçlı bir baskın değildi neyse ki.. Arada yapıyor hala oyle şeyler. Tipik bir üç kız babası olma sendromu olabilir. Hala büyümüş değiliz onun için, hiç de büyümeyeceğiz sanırım... Dün sabahtan Ayaş'a gelip, büyükbabamın ölümünden sonra yapılan değişikliklere ayak uydurabilmek için gerekli bir takım işleri halletti, bu arada gün içinde süren telefon konuşmalarımızda bana Ayaş'taki evde kalacağını söyleyip, 23.30'da da "dırınırınnn!" diye geldi! Mustafa eniştemin miras paylaşımına ilişkin eski defterleri açıp durmasına dayanamayıp zor atmış kendini halamlardan:) Dün bir şey görüşemedik ama bugün iyice bir baba-kız günü yaşadık. Yurttan kardeşim de teşrif etti. Kendi başımıza yaşamaya çalıştığımız dört yıldır, babamın her gelişinde yaşanan süreç bugün aynen tekrar edildi. Önce, bir güzel dedikodu yapıldı, ardından babamın gelişi öncesi iyice zıvanadan çıkmış ev hallerine el atıldı: Teker teker işlevini yitiren ampuller değiştirildi, çalışmayan gece ve masa lambaları tamir edildi. Bu esnada tavanda iş görebilmek için sandalyenin minderi üzerine iki de divan yastığı atarak terlikleriyle bu yığınağın üstüne çıkmış ancak dengesini sağlayamayan hallerine ve "gümlemek" fiilini kullanarak elektriği kesmeye çalışma durumlarına bir güzel kıkırdandı. Sonuç o kadar muhteşem ki, sarı ışık sevdamın her defasında başarısızlıkla sonuçlanması nedeniyle florasana karar vermemiz neticesinde, geç vakitlere dek rapor yazdığım oda adeta bir pideci gibi, bembeyaz ve ışıl ışıl! Sonrasında da deliler gibi yemek yedik elbette, ardından çay-kek-bir adet töre dizisi keyfi ve babamın koparan espri ve yorumlarıyla, kendisini Ceylan Turizm'le Eskişehir'e yolladık.. Kardeşimle, coşkulu geçmesi gerektiği öğrenilmiş bir Cumartesi akşamı, tam tersi vaziyette, küçükken evden giden her misafirin ardından hissettiğimiz duygu ve söylemlerle kalakaldık..
Vaad ettiğinden erken vakitte evden giden babaları, öyle muzip de baksalar, kınıyoruz!

29 Mart 2007

Kuzen Toplantısı...

Dün akşam uzun zamandır planladığımız bir şeyi gerçekleştirerek, sevgili büyük ebeveynlerimize ait 16 torunun, Ankara'da yaşayan 4'ü olarak, evli olanımızda bir araya geldik.. Dört hatun kişi bir araya gelince ne olur? Kadına atfedilmiş her şeyin muhabbeti olur elbette: Kallavi bir akşam yemeği sofrası, masada başlanmış gündeme önceden iliştirilmiş dedikodu maddeleri, fazlaca yenen yemeğin ardından, sofra keyfi bitince salon kısmına geçerek şarapların açılması, cips kaselerinin sehpaya özenle yerleştirilmesi, dudakları kapkara yapan cinsinden çekirdek, hayvanlaşınca yere fırlatılmış çekirdek kabukları, çekiştirilen kocalar, sevgililer, nişanlılar, yaklaşan bir düğüne ait ne varsa (kına gecesi, gelinlik, organizasyon), tabii ki kıl-tüy-epilasyon muhabbeti, jinekolog anıları, bol kahkaha, yandan yemiş modern dans gösterileri ve kahve falı..
Fark ettik ki büyümüşüz biz.. En küçüğü 15, en büyüğü 40, 16 kuzen olmuşuz.. Son hatırladıklarımız, kırk yılda bir, yaz tatilinde, bir araya denk gelen kardeş çocukları olarak, büyükbabamların evinin önünde, caminin dibinde, büyükbabamdan "höyyt!" azarı yeme riskini göze alamadığımızdan, azıtmamak ve cozutmamak adına kendimizi tutarak oynadığımız yerden yüksekler, saklambaçlar; balonların içine su doldurup kimde patlayacağını merak ederek birbirimize fırlatırken, en hassas eniştemin kafasında patlayan balonlar, acıkınca evin gelini anneciğim tarafından elimize tutuşturulan dut dibi siyerler ya da içli gözlemeler; bir spektrum halinde yaşadığımız ergenlik döneminde, babaannem ve büyükbabamların ilk evlilik zamanlarına ait nostaljik bir karyolanın bulunduğu, eskiden un-şeker-ceviz çuvallarının, yemişlerin, meyvelerin, her türlü gıdanın saklandığı, "kiler" olarak adlandırdığımız ufak odaya doluşarak "eki eki" kikirdemeleri eşliğinde yaptığımız ilk aşk itirafları... Gece yatmadan önce "kilerde ben yatacağım!" kavgası..
Şimdi büyümüş, "kimin boyu seneye daha uzun olacak" konulu yarışmalarımızı aşmışız.. Birbirini tuvalette gözetleyen tıfıllar gitmiş, yerlerine iş-güç-eğitim sahibi genç kuzenler gelmiş.. Yıllar geçmiş, her şey ne de feci değişmiş!
Bu feci değişiklikler fark edildi dün, sonra "büyümemize!" diyerek şaraplardan birer yudum daha alındı, kaldığı yerden dedikoduya devam edildi...

18 Mart 2007

Çanakkale..

1914'te, Rusların Kafkasya sınırını geçerek fiilen savaşı başlatmaları, Osmanlı'nın da I. Dünya Savaşı'nın içine çekilmesi sürecinde, Ayaşlı bir ailenin iki erkek çocuğuna da cephe yolu görünür. Ahmet Doğu Cephesi'ne, Hüseyin ise Çanakkale'ye gider. Aradan ne kadar zaman geçer bilinmez, doğudan dönen ve üst düzey bir askeri görevli olan Ahmet, Çanakkale'ye giderek kardeşini bulmak ister. Çok zorlanılsa da, kardeşi Hüseyin'i, siperde, düşmanla arasında üç saf kalmış halde bulup getirirler. O kadar zayıflamıştir ki Hüseyin, kardeşini ancak gözlerinden tanıyabilir Ahmet. Orada kucaklaşır, hasret giderirler. Hüseyin, karısını ve kızları Sahure ile Müzeyyen'i ağabeyine emanet eder. Kendisinden de bir daha haber alınamaz, evine dönemez Hüseyin..

Küçükken, kız kardeşimle, büyükbabamın dizleri dibine oturup, katalize olmuş biçimde dinlediğimiz bu öykünün esas kahramanı Hüseyin, büyükbabamın amcasıymış.. Büyükbabamın sıklıkla anlattığı bu hikayenin sonunda düşen, gurur ile acıma arasında gidip gelen ses düzeyi, derin bir nefes eşliğinde "yaa işte böyle" diyerek susması bir yandan içimi burkar; bu tür hikayelerin hep başkalarına, başka ailelere ait olduğuna yönelik ön kabul dolayısıyla da, gerçekliği çok uzakmış gibi gelir, şaşar kalır, inanamaz, ama gururlanmaktan da kendimi alamazdım..

sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"gömelim gel seni tarihe!" desem, sığmazsın.

Saygıyla anıyorum..
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...