bana dair etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bana dair etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Temmuz 2010

Koptum geliyorum!


Selam millet. Yazmayalı uzun zaman oldu (!). Ben bir Virginia Woolf'um ve tüm edebiyat dünyası ne yazacam diye beni bekliyor ya o bakımdan bir açıklama minvalinde bu meşhur blogger cümlesiyle niyet ettim bugünkü yazıma başlamaya. Umarım hepiniz iyisiniz, afiyettesiniz. Zaten bir avuç kardeş, arkadaş, dost, tanıdık ve blog aracılığıyla tanıdığım muhteremlersiniz, buraya yazı kondurmadığım zamanlarda ben sizi takip ettim, iyi olduğunuzu biliyorum. Hatta şimdi bi kısmınız cennet sahillerimizde tatilde, bi kısmınız haftasonu kaçamağında, bi kısmınız da bu serin ama güneşli Cumartesi sabahının keyfini çıkarmak üzere yataktan başını uzatmakta.. Kahvaltı menüsünde ne var aceba?
Üzerimde bir uyuşukluk, bir ölü toprağı adeta. Maskeli depresyondayım bir yıldır. Dönüp baktığımda hiç kolay bir yıl olmamış. Diyeceksiniz ki, haçan yılın ortasını daha 1 ay geçtik geçmedik, ne değerlendirmesi bu? Anacım bi bakıyorum, benim için milat olmuş bizim evlilik, sonrasında ben ayı gibi kış uykusu misali bişiye yatmışım ve daha yeni yeni uyanıyorum. Ayı deyişim mecaz değil, kilo meselesine gelicem, ühühühühüh.
Benim bu bir kaç post ötedeki laparaskopik kistektomi hikayem meğer bir kistin ve bir sıkıntının sona erişi değil, adeta başlangıcıymış efendiler. Yani tıbbi olarak sıkıntılar sona erse de, kist yeniden oluşmasın diye kullanmak zorunda olduğum bu oral kontraseptif denen nane, canıma okudu canıma! Üzerimdeki ölü toprağının müsebbibi bu haplar, depresif duygudurum, zabahları mide bulantısı, ödem, elveda libido gibi prospektüste yer alan yan etkilerin yanı sıra, beni akrep nalan yaptı, ühühühühüh.
54 kilo iken, balayını İtalyan yemekleriyle haşna fişne geçirmenin bedeli olarak yurda 56 olarak dönüş yapmış idim. Ahan da şimdi basıyorum 60-61! Yaklaşık 1 yılda yığdığım bu 6 kilo ile birlikte benim bacaklar insan bacağından çıkıp fil bacağına dönüşürken, çekik gözlerim tombul yanaklarımın içinde adeta kaybolmakta ve gülümsediğimde ufukta bir çizgi halini almaktalar... kol ve toto meselesine hiç girmiyorum, ühühühüh.
Yedikçe depresyona girdim, depresyona girdikçe yedim derken, işe her gün üstüme yapışan etek ve elbiselerle gitmekteyim zira pantolonlar diz kapağımdan yukarı çıkmıyor, ühühühüh.
Bu ölü toprağı ve uyuşukluk yüzünden, sorumluluklarımın çoğunu çok geç yerine getirdim, mükemmeliyetçilik her daim bana eşlik ettiğinden işleri bir türlü tamamlayıp da veremedim, ve hatta "zaten kalacağım" düşüncesiyle birlikte, yeterliğe son üç hafta önceden hafif hafif bakınmaya başladım, ders çalışmayı özlediğimi fark ettiğimde artık toparlayamayacağımı anladım, son 3 gün bu halde sınava girmek çok anlamsız geldi, girmeyeceğim diye umut'la çok kavga ettim, sonra hocalara saygısızlık olur diye allah ne verdiyse gireyim dedim, sorunun birini komple uydurdum, hocalar beni bir taraftan tokatlayıp bir taraftan okşayarak çok süper gazladılar, sınavı geçen arkadaş ağlarken, sınavdan kalan ben zıplamaktaydım, hocalar bu halime kahkaha attılar ve Aralık'ta gerçek rabia potansiyelini görmek istiyoruz diye pohpohlayarak beni yolladılar. Eskiden olsa, yeterlik sınavından kalmış olmam kabul edilemezdi, çok utanır, çok ağlar, kendimi dünyanın en başarısız insanı sayardım. O sırada ise, önce sağlığım, önce mutluluğum filan diyordum, ne utanç ne üzüntü, ne başka bir his, sadece farkındalık vardı. Büyümüştüm (bi de içimdeki çocuk diyeyim iyice öeehleyin).
Yanlış yapma lüksüm olmayan tek yer belki de, mesleğim, daha doğrusu şu anda yaptığım işti. Çok feci karmaşık dosyalar geldi, içinden çıkamayıp üzerinde çok fazla zaman harcamam gereken çok vaka oldu, ama yine çok güzel işler çıkardım(k), çok değişik şeyler gördüm, yine çok şey öğrendim, her zamanki gibi titiz ve huysuzdum ama olsundu (La hala yaptığım iş için niye di'li geçmiş zaman kullanıyorum, niye?). İşimizin bir parçası haline gelen savcılık şikayetleri yine hayatımızdan çıkmadı, hatta bunlardan birine blogcuğum da dahil edildi, özel yaşamlarımız didiklendi, lakin aklın yolu birdi. Tüm bu derdi tasası, sorunu, sıkıntısı, koşulları yanında bu işin en güzel tarafı ve hala tutunduranı, birlikte çalıştığın hakimlerin raporlarını dikkate alarak kararlar vermeleridir, gerisi fasa fisodur, teferruattır.
Ayol ne oldu da ben komik bişiyler yazmak için başlamıştım, iş böyle bir veda mektubuna dönüştü? Tövbe tövbeee. Yahu amma Bergen kılıklı kadınım yahu! Acıların rabia'sı. Bu iş beni bu hale getirdi. İşe gitmediğim günler oturup Müge Anlı filan izliyorum, Umut tiksinerek dinliyor akşam beni. Ulen kocacim diyorum, sen sanıyosun ki o bir şov, hayır hayatın ta kendisi, ben dün aynı öyle bir karmaşanın tam ortasındaydım, yarın da çözüyorum, ehe!
Vik vik vikledim lakin en güzel şeylerden biri de bu bir yıl içinde Umut'la totomuz yer görmedi. Umut'unki iyice görmedi de ben de işte fırsat bu fırsat peşinden toplantılarına takıldım. Ekim'de Barselona, Ocak'ta Paris, Haziran'da Roma. Umut ve arkadaşları çalıştı, ben gezdim. Hatta Paris'e Bilge&Özge de gelince, orası iyice unutulmaz oldu. Yazayım diyorum bunları, rabia çelebi diye etiket yaptık, içinde pek bişiy yok! Yazmazsan olmaz tabii!
Gördüğünüz üzere bloğun şekil şemali değişti. Aslında bu kadar alaca bulaca bişiy istiyo muydum bilemiyorum. Bloglarda dolanırken shabby blogs diye bir şeye rastladım, tıklayınca nefis backgroundlar gördüm, buna bayıldım, oradaki yönergelere göre denedim, bir türlü yapamadım, günlerce umut'un peşinde kedi gibi dolandım, yap yap didim, nihayet dün gece oturduk, yaptık. Umut sitedeki header'lara da bayıldı, ve zorla bana bu header'ı yaptı. Aslında ben eskisnden memnundum. Sonra dedim ki, ulen amma değişime dirençliyim ha, o olsa ne bu olsa ne? Sonra umut tamam edince bu kez de bayılıverdim. Yeni şeklimin hastası oldum. Bir süre de böyle yazayım bakalım. Eski templateleri kaldırmış sanıyordum blogger ama edit html kısmına tıkladığınızda altta duruyorlarmış meğersem. Kardeşiminki gibi tüm sayfaya yayacaktım koyduğum fotolar büyük görünsün diye, sonra baktım iki tarafa zımbırtı koymak daha iyi olacak. Cümleden bişiy anladınız mı? Ahan da bendeki terminoloji bu kadar beyler hanımlar. Dün gece bi de umut bana dalaştı kızarak. Efenim ben o html denen şeye hotmail (yani hatmeyıl :D) diyorum çünkü sadece bir kaç kez karşı karşıya geldiğim bu harfler bütününe eyçtiemel demek güç geliyor, hotmail deyince umut anlasın istiyorum. Ben de biliyorum onun başka bi nane olduğunu ama umut efendi bir türlü hoşnut kalmadı karısının bu cehaletinden. Hayret bişiy. Sen radde'ye hadde derken iyi ama ;) Hotmail işteeeee!
Bu yeni şeklimi beğenenler sahbby'e tıklayabilirler, orada envai çeşit nane var. Blogger'ın yeni template designer'ı da gayet başarılı, ben daha oynamayı düşünüyorum bi sürü şeyle. Siz de yapın. Ha bakıyın.
Derdim dobişkoluğumu yazmaktı, başlığı da ona uygun yazdıydım, düşünün bir kaya parçası veya çığ gibi dehşet hale geldim demekti, yazı hayat hikayesine dönüştü. Konuya geri dönersek, aldığım bu 6 kiloyu mümkünse hemen verdiren bir çözüme ihtiyacım var. Gugıl'a bir haftada 5 kilo diyeti yazdım, karşıma Hadise diyeti diye
bişiy çıktı. Anam bi baktım, enfes görünüyor, güne ballı süt ile başlıyorsun filan. Ne güzel diyet len bu derken, ertesi gün uygulamaya girmeden bir daha çek ettim, o süt değil su imiş. böyk! Ben artık nasıl onu süt görmüşüm, oranın yorumunu size bırakıyorum. Bir-iki gün uyguladım ama kafeteryasında sadece tost, döner, köfte ve hamburger bulunan bir adliye insanı için zor bu işler. Evde hazırlayıp gitmek, benim gibi son dakka insanı için rüya. Sonuç, ertesi pazartesiye bırakılan diyetler..
Bi ara da güzel kaptırmış koşuyordum, araya Roma ve eyyafyallayökül yağmurları girince onu da bıraktım. Zihin gücüyle kilo vermeyi hayal ediyorum şimdi, araştırayım bakayım öyle bir şey var mı? Bildiğiniz formül varsa, çekinmeyin, yorumlara yazın millet.
Ha bir de pms faktörü var, istersen dünyanın en disiplinli insanı ol, pms durumunda tatlı rüyası görmeyi engelleyemezsin. Dün mozzarellalı irmik helvası yaptım bir orduya bedel. Umut bayıldı. Tüm aşamaları da fotoğrafladım, bloğa yazayım diye. Sonraki post o olacak muhtemelen. Canınız çekerse bize geliniz, mıtfakta herkese yeter miktarda helva mevcut. Bi de yanına İtalyano kahvesi çaktık mı, muhabbeti bacak gibi sündürürüz, evelallah.

21 Aralık 2009

Gün dönümü

Bu sabah yataktan yine dut pestili gibi kalktım. Bilmem kaç zamandır periyodik olarak snooze tuşuna basmaktan kas yapmış başparmağımla istop ettirdim telefonu. Gözlerimi kocaman açmaya çabaladım yüzüm yastığa gömülüyken. Kaplumbağa gibi uyuyorum kaç gündür. Tersyüz. Bi de abuk subuk rüyalar görüyorum. Epey zaman önce paranoyak karısı yüzünden gözetimimizde çocuklarını görebilen bir adam vardı, çok iyi bir adam. Rüyamda o adam var. Adam beyaz kadın ticareti yapıyomuş! Aman allahım, nasıl yıkılıyorum! Sanki kocam herif! Noluyosa bana? Rüyanın etkisinden hala kurtulamamış olsam da, saat olmuş 9, kalkmak gerek. Bir kahve içmezsem mümkün değil kendime gelemem. Tek göz kapalı aşağıya iniyorum. Dünden tokum hala, sadece bir fincan kahve istiyor canım. Dün, yani caaanım Pazar gününü, rapor yazarak geçirdik sevgili yildizanimla. Yediği her haltı normal gören, bizi de salak zanneden bir adamın raporu. 11'de gelmeden yıldızanim, Umut nefis ekmek pişirdi: ballı ve cevizli. Bunu yiyen 10 sayfa raporu 10 dakkada yazıyomuş, öyle süper bişiymiş dedi. Yıldızanim, bize Mudo'dan çok şahane bi demlik almış gelmiş. Değişik bir yeşil renk, sapı da hasırdan. O kadar güzel ki, onu mutfağa değil, televizyonun önüne koydum. Seyrediyorum.
Dün öyle bir yandan güzel, bir yandan pisti. Rapor yazmak çirkin iş, bir sayfa yazıyı bir saatte anca çıkarıyoruz, darmadağın anlatımları toparlarken. Bir de yavı yuvu ne varsa gülüyoruz. "Bu rapor zksen bitmez bugün" demişim gayriihtiyari, iki saat güldük komik bişiymiş gibi. E sinirimiz bozuldu tabi, raporun ve görüşmelerin detayını bi bilseniz!
Bunları düşünerek, kahveyi hazırladım. İçilecek kıvama gelene dek, masanın üstüne dağılmış notları toparladım, yarım raporu adalet.gov.tr uzantılı mailime atıp laptopu kapattım. Başka adrese gönderirsen adliyede kalırsın sap gibi. Devlet-i ala, memırlar iş saati laga luga yapmasın diye pek çok siteye girişi yasak eyledi. Yahoo, hotmail, gmail, kompile yasak, feysbuk, blogger saymiyorum bile. Amaaa, bakanlık sitesi açık, tamam bu normal. Vefekat tüm bankaların webleri de açık. Sen sen ol, devlet işi durakoysun, aman diyim banka işini geciktirme.
Kahvemi elime aldım. Hala bir şeyler toparlıyorum masadan, bir yandan. Ormanda beyaz bir siluet dikkatimi çekti. Kadının biri üzerinde pofidik bembeyaz bir mont, bişiyler yapıyor. İyice bir yanaştım cama. Sandım ki yürüdü, koştu vs. esniyor. Anam biraz daha izledim, ayol kadın resmen kendi kendine dans ediyor! Nasıl güzel, nasıl güzel! O anki hislerim bi garip, orada olmak istiyorum, yanında. Ama eşlik etmiycem, sadece izliycem onu. Duyan da sanacak, kadın modern dans, break, mireyk yapıyor. Anacım kadın gayet Tanyeli gibi ellerini böyle makara sarar gbi büküyor, büküyor, Seda Sayan gibi saçları attırıyor, ayaklar desen Malatya yöremizden bir halk dansının figürlerine gark olmuş vaziyette. Nasıl alakasız, ama nasıl da kuğu gibi, nasıl da rahat, acaba izlendiğinin farkında mı? Kadının teki, pijamasının içinden göbeğini kaşıya kaşıya, vay yavrum vay!, diye diye onu izliyor. İzledikçe gevşiyor. Aklına koşturması gerektiği gelene dek. Sonra taksiye atlayıp işine gidiyo bu kocakafalı. Taksi, kadını izliycem diye geç kaldığı için.
Taksi, bizim evden adliyeye 30 tutuyo. Eskiden Küçükesat'taki evinden işe beş kala çıkan ben, her gün işe taksiyle gitsem bu kadar ödemiyodum. Lakin, buranın dolmuşları otobüsleri bi cins, aynı sürede Ayaş'a gidersin, öyle uyuzlar. Bi de buranın insanları gerizekalı. Maceralarımı ayrı bir başlık altında yazacağım: Ben ve toplu taşımanın anlamı...
Dünden bitmeyen rapor, adliyede, haydi bir simit-çay faslı yapalım, aman bi yarının randevusunu halledeyim, dur kalemden çağırıyolar derken saat 3'te zor bitti. Ama cillop oldu, cillop! Asla yapmayacağımız bişiy yaptık: Türk örf ve adetlerinden dem vurduk. O an hepimiz kükreyen birer asena idik. Çocuğu, yabancı kökenli anneye geri verdik. Hoooop, kaldırıyosun veriyosun. Çok zevkli.
Sabahki kadını herkese anlattım. Ama bazen çok komik bir şey anlatırsın, kimse gülmez ya, olayın tam da orasında olmak lazımdır. Benim gündüz düşüm de arkadaşlarda öyle bir etki yarattı. Hıh, dedim. Ben de akşama dans edicem, ne var? Akşam buluşup tango yaptık sevgilimle. Başta böyle sevgili sevgili dans ediyodu. Yorulunca yine kocaya dönüştü: beni bekle de, niye ezbere hareket ediyosun da, çeksene ayağını ordan önce. Ulan ayağıma bassa ben suçlu oluyorum! Tangodan, kavga etmeden çıktığımız ya birdir, ya iki.
Eve geldik, oturduk laptop başına. Böyle bir yaşam istemiyorum. Bunu istemediğime o kadar eminim ki! Ama bunu sürdürüyor olmam, yine de bir miktar hoşlaştığım anlamına gelir mi? Sanmam. Daha çok basiretsizliğimden gibi. Şöyle çatır çutur risk alabilen biri olmak isterdim. Başlarım sana da, senin gibi işe de okula da vs. diyip çarpıcan kapıyı. Bende o da yok.
Elde güzel bir haber var. Ocak'ta eleğimsağma Paris'ten bildirecek. Ama bildiremeyecek, çünkü Umut çalışırken, o Bilge ve Özge ile Paris'in altını üstüne getirecek! Ama daha amirlerimin bundan haberleri yok. Henüz izin yok, hayaller ve planlar var. Nam nam!
Bi de biz evleneli 6 ay olmuş bugün. Yuh! Lan biz şimdiden o sıkıcı çiftlerden olduk da bittik bile! Karşılıklı kukumav kuşu gibi çalışıp duruyoruz. Ya da Umut çalışıyor, ben her zamanki gibi, orda burda finkte. Şimdi aklı ormanda dans etmekte. Ben de bi gün ince topuklu, necmi imzalı dans ayakkabılarımla ormana dalmazsam, saçlarımı üfüttüre üfüttüre tel makara sarmazsam, önce vücudumu sonra kafamı geriye attırmazsam, hücuma geçmiş havlayan köpekleri görünce topuklamazsam, üstüm başım yırtılıp perperişan elbisemle turan güneş'e çıkmazsam, bir taksinin önüne atlayıp son anda durdurmaz ve ölümün ince nefesini ensemde hissetmezsem, taksiciye çek yavrum adliyeye demezsem, suçüstü kapısından kimlik göstermeden personelim ben diyip geçmezsem, hakim beyin kapısına dayanıp "Aaaaah Evvroopaaaa!" türküsü çığırmazsam, bana da risk almıyo bu demesinler!

20 Kasım 2009

Laparoskopik kistektomi

Bugün, başlıkta adını zikrettiğim ameliyatımın üstünden 3 ay geçmiş olacak ki, kontrol için hastaneye şey ettim, yani Hacettepe kadın-doğum, veyahut obstetrics ve jinekoloji da denebülür, oraya..
Hikaye geçen Temmuz'da başladı. Biz daha balayından döneli 1 hafta olmamış, gayet mıçmıç bir şekilde yaşar iken, bir gece ansızın geliverdi bir sancı. Saat 3 filan, nolüyo len diye diye tuvalete gittim. Klozette kıvranıyorum ama ses de çıkarmamaya çalışıyorum. Sanki bişiler yapabilsem geçicek ağrı ama tık yok! Bir yandan kıvranırken bir yandan da yüzümü aynaya dönmemle böyle bembeyaz bir tiple karşılaşmam ve oha demem bir oldu! O panikle koşar (hatta koşamazsın iki büklüm sürüklenirsin) Umut'u uyandırırsın, ölüyorum galiba diye ağlarsın, aarrhh/urrgghh/oahufkfufkf türü sesler çıkarırsın, o ovalar karnını ama geçmez, sıcak su torbası filan derken ağrı biraz hafifledi ve ben uyumuşum. Sabah yine hafiften başladı ama daha tolere edilebilir vaziyetteydi. Umut bir koşu eczaneden metsils diye tadı .oka benzeyen bi ilaç getirdi. Efenim bunu içen takır takır sökülüyomuş bööle gaz maz ağrı mağrı kalmıyomuş, fakat 2 mi 3 mü ne çiğnedim, hiç bi işe yaramadığı gibi akşama kadar da o iğrenç tadı ağzımdan gitmedi. Neyse işte, Umut işe gitti. Benim de öğleden sonra Ulucanlar'a gitmem lazım, ev ziyaretine. Biz tabi iki bilmiş, bunun gaz ağrısı olduğundan çok emin olduğumuzdan hastaneye gitmek filan aklımıza gelmiyor.
Öğleden sonra, yataktan kalktım, iki büklüm giyindim, tam dik duramıyorum, o halde gittim adliyeye. Sevgili iş arkadaşım M. de bu halim nedeniyle bana eşlik etti ve ev ziyareti yaptık, adliyeye döndük, ben hala iki büklüm. Akşam 5 gibi benim surat yine beyazlamaya tipim kaymaya başlamıştı ki, Umut geldi ve gittik Y. Yıl hastanesine. Tetkik metkik derken, ordaki pratisyen hekim "karnınızda yoğun gaz var, endişelenecek bi durum yok gibi ama bence siz en iyisi genel cerrahisi olan bir hastaneye gidin, apandisit filan olabilir" dedi. Yolda Melih'i arayarak
Hacettepe'ye doğru yola düştük. Aslında acıktığında midesinden başka bişiy düşünemeyen kocam "eve bi gidelim, bi yemek yiyelim, bi bakalım, bi arayalım Melih'i filan diyodu" ama zaten artık nevri dönmüş ben "hoytarebeah, sen beni düşünmüyosun da vik vik vik" diye diye.. Öyle işte..
Hastane kısmı feci oldu. Beklenmedik. Sanıyoruz ki iki piş piş bi mişmiş diyip gönderecekler bizi eve. Ama zaten hemen yanımıza inen Melih'in tavırlarından anlamalıydık. Melih, tıpkı bir çocuğa anlatır gibi tane tane güzel güzel "epey solgun görünüyorsun, şimdi sana mayi vericekler, bu gece burada kalabilirsin, jinekolojik bi durum olabilir" filan diye konuşmaya başladı. Daha ben "ne jinekolojik durumu, nası yaaa?" diye kendi içimde düşüncelere gark olamadan, kendimi Hacettepe'nin acilinde bir sedyenin üstünde, Melih bana damar yolu açar iken buldum! Sonrası evlere şenlik: Pek çok doktor tarafından muayene, ultrasonlar, 3 şişe mayiye rağmen çişimin bir türlü gelmemesi, uykumdan yeni muyaneler için uyandırılmam, kan alımları, acil servisin bilindik ama yine de uzak gelen trajik gürültüleri, ağlama sesleri, hırıtılı nefesler, endişeli bekleyişler, ailelerden, hakimlerden telefonlar.. Umut'un kah ayak ucumda kah baş ucumda bekleyişi. Ve benim yine bi sürü şeye uyuz oluşum.
Uyuz olunmaz da ne olunur abicim? Sözde ülkenin en kallavi hastanelerinden biriyiz. En iyi tıp fakültelerinden biri. Şimdi dr. geliyor (bunlar çoğunlukla kadın doğum'un asistanları, gecenin o vakti asistanlar var imiş). İlk soru: evli misin bekar mısın? Abicim, yani bakire olup olmadığımı mı soruyosun? Anlaşılan onu soruyor, çünkü evliysen muayeneyi ona göre yapacak, allah ne verdiyse dalıyor abim. Yahu, belki ben bekarım fakat bakire değilim, gayet de aktif bir cinsel yaşamım var. Veyahut evliyim fekat kocamnan bi türlü sevişemedik, vajinismusum ben belki. Adam gibi sorsana, bakire misin değil misin diye? Ya da dr. geliyor, ki bu dr.lar gelir gelmez hemen bi karın muayenesi yapıyorlar ilk, bastırıp çekiveriyorlar ellerini, ben acıdan zıplıyorum. Sonra başucumdaki dosyayı alıyor, bakıyor, "hmm evliymişsin, ne kadar oldu?" bende böyle kuzu gibi bi ses: Valla daha 3 hafta bilene olmadı, diyorum. Sonra bana böyle elini kolunu aça aça anlatmaya başlıyor: Rabik Hanım, şimdi daha çok yeni evlisiniz tabi, o bölge (viç van?) nizin florası yeni bir döneme uyum sağlayacak, falan filan". O bölge en mahrem bölge. Böyle hiç ucuna bucağına dokunmadan çevresinden konuşuyoruz. Yahu abicim, ben o kadarlık evliysem sen ne biliyosun benim o kadar zamandan beri seviştiğimi? Bu nasıl otomatik bir kabuldür tövbe tövbeeee? Belki ben 12 yaşından beri hoyda breh sevişiyorum, flora mlora hak getire gari? Flora kuramın çöküyor o vakit. Yani doktora kendi kendine, ama öyle değil, şöyle böyle diye açıklama yapmazsan, kendi bildiklerine giderler, benden söylemesi. Halbüüüse, gayet net iki-üç soru soracaksın: Aha jinekoloji tıp ilmine benden de bir katkı olsun:
1. Bakire misin, değil misin?
2. Ne zamandan beri cinsel ilişki yaşıyorsun? Daha da çeşitlendirilebilir. Kapiş?
Velhasıl, acil gecesi bizim için zor bir geceydi. Bir posta beyi (posta beyleri diye bir grup var, eskinin hastabakıcısı olsa gerek) tarafından tekerlekli sandalyeye bindirilmiş halde ultrason odasına götürülen, arkasında kocasının yetişmeye çalışan ayak seslerini duyan (posta beyi usain bolt'dan halliceydi valla), çişini altına kaçırmak üzere olan ben (3 şişeden sonra nihayet sıkıştıydım), gecenin 2'sinde, hastanenin boş ve loş koridorlarında ilerlerken, kendimi Tezer Özlü kitaplarında gibi hissettim. Öyle yalnız, çaresiz, depresif hissettiğimi, kendime acıdığımı hatırlıyorum. Ulen Rabik, daha dün Umut'la uyduruk bişiye anıra anıra gülüyoduk, şimdi şu acınası hallerine bak!
Sabah oldu, 9 temmuz sabahıydı anımsıyorum, acil tıp asistanları filan vizit ettiler beni.. Bu sırada yine jinekolojiden asistanlar neyim geldiler. her gelen bir de şu bey muayene edecek sizi diyor, ben havalelerde ay nolur artık istemiyorum diye, tabii içimden. Ancak artık yavaş yavaş anlaşılmaktaydı ki, cillop gibi bir kistim vardı sağ overde. 3.5 çarpı 4 cm boyutlarında. Karnımı ağrıtan oymuş. Tıfıl şey.
Saat 11 gibi, benden daha bitmiş haldeki sevgilim, işlemleri halletti ve biz çıktık hastaneden. Sevkim olmadığından bakanlık kartım rehin kaldı. Ama nasıl mutluyuz, oh kurtuluyoruz ya şu hastaneden, evimize gideceğiz ya, sevgilim bana yayla çorbası yapacak, ben koltukta uzanıp dinleneceğim ya mır mırr. Sanki kaçar gibi uzaklaşırken Anıl aradı. Melih bize ulaşamamış onu aramış: Anıl'ın da doğumunu yaptıran bu işlerin piri Tekin hocayla konuşmuş, hoca uygunmuş şimdi bir de onla görüşebilirmişiz. Melih sayesinde kraliçeler gibi bakılıp değerlendiriliyorum fakat artık nasıl sinirlerim bozulduysa ben bu telefonla birlikte başladım ağlamaya: nasıl ağlıyorum ama, gitmek istemiyorum, yeterrrrr, kist varmış işte anlaşıldı nolcaksa olsun gitmiycemmmmm. Umut beni iknaya çalşıyor: aşkım bak bi de o görsün merak etme uzun sürmez bile". Paşa paşa geri döndük mecbur. Tekin hoca görmeden orda bir asistan sanırım en baş olanı, beni yine muayene etti. Şimdi efenim, bu cani doktorların muayene dediği ve benim yeter len diye kaçtığım prosesin adı transvajinal ultrasonografi. Normal karından yapılan ultrasondan (ki onu da yaptılar ve o gayet sıkıntısız bişiy, acayip sıkışık halde gıdıklanıyorsun bir aletle) daha sağlıklı veriler sunduğu için kist mist hikayesinde onu tercih ediyorlarmış. Adından da anlaşılacağı üzere vajinayı trans geçen bişiy bu. Bildiğin, uzun ince bi aletle sevişiyosun abi. Onu bir güzel bir jelle coitus'a hazır hale getiriyolar, sonra da allah ne verdiyse, kanırta kanırta aha şurada şurada gördüm diye diye kisti izliyorlar. Yani böğürmem boşuna değil. Öyle canı çok tatlı değilimdir, acı eşiğim de gayet yüksektir, fekat bu bildiğin çin işkencesi. Iyyak!
Asistanlar muayene edince sonuçları Tekin Hoca'ya götürdük, akça pakça pek şeker bir adam, tam bir tonton dede. Söyledikleri çok rahatlattı beni. Vay be, öylecene durabilirmiş içimde, no problemo. Hastaneden ayrılmadan önce ca-125 diye bir kan ölçümü için kan verdim. Bu da her over kisti olan hatuna yapılan bir ölçümmüş, tümör belirteciymiş, pazartesi sonucunu al getir bize dediler. Çıktık, eve geldik. Ev gözüme bin kat daha güzel gözüktü o gün. Saray gibi. Bi nevi.
O haftasonu biraz bunalım takıldım: İnternetten oku oku, depresyona gir. Ne kanser olma ihtimalim kaldı, ne infertilite olasılığı. Bildiğin kısırlık! Hayır, çok seviyorum veletleri, zaman zaman bi tane de benden çıksa nasıl bişiye benzer aceba diye düşünmüşlüğüm vardır fekat çocuk yapmanın ille de şart olmadığı kanaatindeydim. (Gerçi bana göre insanlar çocuk yapmayacaklarsa evlenmemeliler. Ne gerek? Ama len o zaman biz niye evlendik? de denebilir ki bu ayrı bir yazı konusu olsun) Ya da olmayabilir, mis gibi evlat edinirsin. Koruyucu aile olursun filan. Ama birinin/birilerinin/internetin insana "ya zaten istesen de çocuk doğuramaycan zaten, hah!" demesi insana fena koyuyormuş. Doğurmayacaksam ben doğurmayayım. Kendi insiyatifimle, diğ mi ama? Velhasıl, o hafta sonu buhranlarda koşan bi rabik oldum ben.
Sonracığıma, pazartesi günü ca-125 sonucum için hastaneye gittim. Tahlil neticesini, Tekin Hoca'dan önce beni muayene eden Özgür isimli asistana ve sonra da Tekin Hoca'ya göstereceğm. Hedef belli. Haftasonu okumalarımdan ca-125 ölçümünün normal değerinin 0-35 arasında olduğunu öğrenmiş idim. Forumlarda kadınlar yazışmış: ay benimki 296 çıktı, nolcak filan? diğer kadınlar hemen vah vah koş koş doktora sor allah kurtarsın babında şeyler yazmışlar. Dedim, hah, yüksek çıktıysa zçtık!
Neyse işte, sonucu aldım kadın-doğumun sekreterliğinden, baktım hemen, orda dört haneli bişiy yazıyor: 1215. İşte Rabik, işte. hayatın sonu. Bildiğin kansersin oğlum sen! Yumurtalık kanseri. Zaten sinsi bişiymiş, bak sen daha hayata ilişkin ne hayaller kurarken hiç çaktırmadan sinsi sinsi yemiş seni. Daha çok gencim ben yauv! Bir yandan hüzün, bir yandan isyan derken, asistan Özgür'ü aramaya koyuldum muayene odalarında. Bu arada Umut arıyor zırt pırt, kendisi İstanbul'da kongrede. Ama o kadar hassaslaştım ki telefonda konuşcak halim yok, Umut'un da sesini duyunca benim ses iyice çatallaştı, yüzüne kapattım yoksa ağlıycam. Doktoru görmeden ağlamamam gerek. Nerde len bu Özgür derken odalardan birine girdim, oradaki uzun boylu çok yakışıklı kibar bir doktor buyrun dedi. Dedim ben Özgür Bey'i arıyorum. Hangi Özgür diye sordu bu kez. Valla soyadını bilmiyorum, çok uzun boylu bir Özgür Bey, kendisi baş asistanmış dedim. Bunun üzerine bu iyi kalpli genç adam kocaman bir kahkaha patlatarak, "gelin ben bakayım size, benim adım da Özgür, zaten onlar size baksalar da sonra gelip bana soracaklar" dedi. Anladım ki, kıdemli biri. Dedim "ben geçen perşembe acilde yattım, kistim varmış" sözümü bitirmeden bu Özgür Bey, " aa tamam, siz acildeki hastamızsınız, sonuçlarınıza ben bakmıştım zaten" dedi. Dedim, ca-125 sonucu istenmişti, galiba biraz yüksek çıkmış. Sonuca bakınca gayriihtiyari bir "ouvvv" sesi çıkardı. "Hakikaten yüksek çıkmış, gelin bir de ben muayene edeyim" dedi. Bildiğin işkence yeniden başladı, fekat bir farkla, bu Özgür Bey hiç öyle acayip kanırtmalar yapmadığından ben daha az rahatsızlık hissettim. Sonra birlikte Tekin hocaya gittik falan filan derken, neticede, koç gibi bir kistimin olduğu, ca-125 değerimin bu kadar yüksek olmasının tek başına bir kanser göstergesi olamayacağı, kaldı ki ultrason görüntülerinde kistin anormal bir görünümünün olmadığı, ayrıca regl dönemi başlangıç ve bitimlerinde bu değerin hep yüksek çıktığı, benimkinin de bu dönemde ölçüldüğü her iki doktor tarafından bana söylendi. Ben bol bol soru sordum, Tekin Hoca da bana "sen zor hastasın "deyip gülerek Özgür Bey'e "sana kolay gelsin" dedi. Sonra bana "sen bu Özgür Bey'e iyi yapış, çok iyi doktordur" falan diip Özgür Bey'i gazladı. Bu arada da sürekli, "bu kist alınabilir deeee, alınmayabilir de; ameliyat olabilirsin deeeee, olmayabilirsin de, bunla bir ömür yaşayabilirsin deeeee, yaşamayabilirsin de" deyip, beni sinir etti. Daha net söylemler bekleyen bir hasta tipiyim ben. Tamam anladım, ameliyatla kistin alınmasına karar verecek kişi benim ama, sen de bir bilen doktor olarak, riskleri konusunda azcık yönlendirici olmalısın, diğ mi ama? O gün beni, yine ve yeniden "takip edicez seni, çok hoplayıp zıplama bu arada patlamasın kist" diyerek ve 1 ay sonra regl bitiminde gelmemi istediklerini söyleyerek şutladılar. Yoksa ben daha çoook soru sorardım.
O bir ay boyunca normal yaşamıma geri dönmeye çabaladım. İnsanın kaygıdan arınmış ebeveynleri olması süper bişey. Annem beni gazlayıp durdu. Bi de sürekli nazar değdi sana vahvah tühtüh diye odağı çok başka noktalara çekti ve ben de çok süper ötesi bir insan olduğumdan nazar değimiş olduğuna kendimi ikna ederek, gerçekliklerden uzaklaştım. Oh mis. Tabii bu süreçte kist ara ara ağrı yapıyordu. Varlığını sürekli gözüme sokmaktaydı. Koşmaya çıkıyoruz, daha iki dakka olmamış, sağ pelvisin ordan tık tık bişiy arıza yapıyor, tabii benim moral hemen yerlerde. Umut'a bol bol naz yaptım. İstediğim bişiy olmayınca kist hemen ağrıyıveriyordu niyeyse, hehe. Yok o kadar da insanlıktan çıkmadım. Henüz.
Bir ay geçti ve ben bu süreçte bu dangalak kistten kurtulmaya çoktan karar vermiştim bile. Rahat hareket edemiyorum. Kendini belli etse bir dert, etmese bir dert. Ortada ağrı yokken len yoksa patladı mı bu salak, şu an o pis kist sıvılarıyla yavaş yavaş zehirleniyor olabilir miyim, yoksa yaşamımın son 3 dakikası mı? filan gibi hezeyanlara kapılmaktaydım. Gittim Özgür Bey'e. Bu arada kendisi süpper bir doktor. İnsan bu kadar mı rahatlatıcı olur yav? Bana çok iyi gelen bir tarzı var. Belki duymak istediğim şeyleri söylediğinden.. Bu nedenle ilk zamanlardaki kadar korka korka gitmedim kendisine. Muayene sonucunda süpersonik kistimin 1 santim daha büyümüş olduğu görüldü. Bak hele terbiyesize dedim. Özgür Bey "bunu artık alalım "dedi, ben zaten dünden hazırım. Ca-125 tekrar ölçüldü. 65'e gerilemiş değer. Komple bir oh çektik. Ameliyat öncesi son görüşmeye Umut da geldi. Özgür Bey'le tanıştı. Odasından çıkar çıkmaz, "bi kadın doğumcu için fazla yakışıklı, ama yapıcak bişiy yok" deyip beni çok güldürdü. O da doktoru çok başarılı buldu, velhasıl 26 Ağustos 2009 Çarşamba günü ameliyat randevusu olarak verildi.
Ameliyat öncesi gerekli tetkikler yapıldı. Akciğer grafileri, kan ölçümleri, diğer sağlık sorunlarının bilgilendirilmesi. Tabii bu süreçte süpermen Melih yanımızda. O olmasa her şey bu kadar tıkır tıkır gitmezdi. Ailecek çok seviyoruz kendisini. Hiçbişiy yapmasa da severdik gerçi, orası ayrı.
Ameliyattan bir gece önce anneler geldi. Ben bu arada gayet rahatım. Salak gibi, başıma geleceklerden habersiz yerli yersiz konuşup duruyorum. Kapalı ameliyat olcam nasıl olsa. Çok ciddi bir kanama olursa açığa dönüşebilir. Genel anestezi aldıktan sonra, biri göbek deliği altı, biri pelvis kemiği altı, biri de pikini bölgesinde bir yerden üç kesi açıp ordan birinden kamera birinden çatal bıçak sokup kisti alıyorlar, sonra patoloji sonucunu bekliyoruz. Niyeyse hiç acı çekmeyeceğimden çok emindim ama gördüm sonra acı neymiş. Tek korkum, aspirin, metamizol, prepifenazol alerjm olduğundan, sap bir anestezistin gelip bana bu maddeleri dayaması ve benim kist aldırırken hayatımdan olmam. Amma korkuyomuşum ben de ölümden haa!
Gece 12'den sonra bişiy yemedim içmedim. Sabah annem, ben ve Umut hastaneye yola çıktık. Umut'un annesi evde kaldı. Sabah yeniden bir son muayene. Bu arada ben tabii transvajinal ultrasonografi ile iyice can ciğer arkadaş oldum. Bi tane de eve mi alsam len aceba diye düşünmedim değil:P Muayene sırasında bi tane daha bişiy görmesin mi Özgür Bey? haydaaaa, ne biçim bi bölgesin sen abicim? Ne fışır fışır habire bişiyler kaynatıyosun, üretiyosun, yok ediyosun? Ben küfrederken Özgür Bey başka bir doktor çağırıp ona da gösterdi. Soyun giyin, tekrar soyun, çarşaf sarın filan ben zaten aç susuzum, iyice bittim tabi. Ha bu arada, kadın doğum camiasına bir önerim daha var. Abicim niye kadınlar sarınsın diye çift kişilik beyaz çarşaf koyuyosunuz oraya? Onu da 10a katlamışlar, ne sarabiliyosun ne bişiy. Sarınmak için gayet yeterli bence, tek kişilik çarşafı ikiye böl yeter. Yani o ölçülerde bir çarşaf gayet uygun. Hem daha ekonomik olmaz mı?
Neyse, gelen doktor da iyice kurcaladı beni ve görünen yeni kistin adet öncesi dönemde oluşan sağlıklı bişiy olduğu fark edildi. Sonra günlük operasyonların yapıldığı ameliyathane denilen yere indik üçümüz. Sonra birden beni hop diye çağırmasınlar mı? Adım anons edilince ben hoplaya zıplaya koştum, birden arkamı dönüp annemlere el salladım. Ameliyathaneye girdim. Bir doktor, benden detaylı öykü aldı, ilaç allerjilerimi sorguladı falan filan ve ben çıktım geri bekleme salonuna. Benim ameliyata girdiğimi düşünmüşler. Çıktığımda Umut ortalıkta yoktu, annemin de ağzı kıpır kıpır dua ederek etrafı izlemekteydi. Bitti ameliyat dedim, annem yemedi tabi. Anlattım bilgi aldıklarını. Umutyos 5 dakka sonra çıkageldi, bildiğin yarım paket sigara içmiş inek. Diyor ki, çok kötü hissetmiş ben içeri girince. Bana göre ise, fırsattan istifade fosur fosur abanmış sigaraya. Her zamanki gibi uzlaşamadık:) Sonra süpermenimiz Melih geldi, bizi bilgilendirdi ve ben saat 12.30 gibi içeri alındım. Komple soyunup yeşillere büründüm. Bildiğin cerrah olmuş Özgür Bey geldi sonra, bana dedi ki "ciddi bir durum olursa yumurtalıklardan birini almak zorunda kalabiliriz, ama bir sıkıntı olacağını sanmıyorum". Ben de. Bu adama o kadar güveniyorum ki, sıkıntı olacağını ben de sanmıyorum.
Beni ameliyat odasına aldılar. Bol ışıklı, çok tertemiz, teknik alet edevat dolu bir salon. Red hot chili peppers çalıyordu. Bir de siyah bir doktor var, ameliyata katılan. Urfalı versiyonu var bu grubun, isot diye biliyor musun diye onla dalga geçip gülüştüler. Bu çikin esprilere ben de güldüm. Sonra Özgür Bey'e çişimin geldiğini söyledim. Biz hepsini halledicez deyip gülümsedi. Sonra anestezi uzmanı gelip bana sorular sordu. Sonra kapıdan biri Rabia diye bağırdı. Baktım Melih. Gülümseyerek el sallıyor. Arkasında Umut varmış, Melih ona da cerrah kıyafetleri giydirip içeri sokmuş, ama onu görmedim. Melih'e gülümseyerek el salladım. Tanıdık birini görmek çok iyi geldi o sırada. Sonra "yav ben uyuyorum galiba" dediğimi anımsıyorum yüksek sesle. Kopmuşum.
Uyandığımda, 5-6 yaşlarında bir çocuğun ağlama sesleri ortalığı yıkıyordu. Yoğun bakımdaydım galiba. Başucumda Umut'u gördüm. Çok güzel gülümsüyor bana. Ayılmadan önce bol bol "yımırtalıklarım nerdeeeeeeee? söyle aldılar mıııııııı? söyleeeeeee!" diye Umut'a bağırmışım. (sonradan buna çok güldük, kafayı nası bozduysam yumurtalıklarla artık) Anestezinin etkisi geçerken de insan çok feci üşürmüş, bana da öyle oldu. Dişlerim takır takır birbiine vuruyor, çok üşüyorum diyorum, Umut hemen hemşirelere söylüyor, sıcacık bir çarşafı bedenime sarıyorlar, bir an rahatlıyorum, rahatlık 10 saniye sürmüyor, dişlerim takırdamaya başlıyor yeniden. Üşümenin verdiği o tuhaf acıyı ilk kez deneyimliyorum.
Sonra bir posta beyi, gelip alıyor beni, sedyeyle kadın doğum servisine götürülüyorum. O sırada bir şeyler yerinden oynuyor, omzuma elimden şarıl şarıl kan akıyor. Allaaam noluyo nerdeyim ben? Korkuyorum, çok acım var. Karnımın içine filler girmiş, tepişmiş kör olmayasıcalar. Sanki.
Odaya geldiğimde, canım annem yanımda. Otuz yaşına gelsen de, anneden başka kimse paklayamaz seni. Orda dursun, bişey yapmasın, yeter. Varlığı yeter. Kokusu yeter. "Tamam annecim" deyişi yeter.
Öylece yatıyorum odada. Sersem gibiyim. Sadece parol içebilirim ağrı kesici olarak, alerjim nedeniyle. Neyse ki süpperto parol ağrıları kesiyor. Özgür bey çok endişelenmişti sadece parol alabileceğimi öğrenince. Onun baş ağrısını bile kesmiyomuş. Ama neyse ki ben çok ağrı çekmedim parol sayesinde. Hemşire, ilk 3-4 saat boyunca 15 dakkada bir geliyor, sonra gitgide seyreliyor gelişleri. Yaşam bulgularıma bakılıyor sürekli. Ateş, tansiyon, nabız vs. ben arada bir uyuyorum, arada bir gözlerim açık. Umut da var. Kuzum sürekli koşturuyor yazık. Arada bana bir şeyler anlatıyor. Yarım saatte biter denen ameliyat 1 saat 45 dakika sürüyor. Dangalak kist epey büyükmüş, zor olmuş çıkartılması. Neyse ki çok başarılı geçmiş ameliyat. Bunları Özgür Bey söylemiş ona. Aslında laparoskopi hastalarını aynı gün taburcu ediyorlarmış fekat benimki uzun sürdüğünden bugün hastanede kalsam iyi olacakmış. Umut bunları anlatırken arada kıllanmıyor değildim. Len bi terslik var da alıştıra alıştıra mı söyleyecekler aceba?
Neyse işte, gayet yatarken ben, hesapta olmayan bir iş geldi başıma: çiş! Amanın nasıl sıkıştım nasıl sıkıştım. Annem hemen hemşireyi çağırdı. Dedik çişim var. Hep kürek diyesim geliyor alete, sürgü denen bi alet getirdiler. Altına koyuyolar böyle minik bir lazımlık adeta. Koydular ve dediler "yap!" Allahım, bu sürecin en zor kısmı imiş! Sanırım en son 5 yaşından önce fütursuzca altına işemiş olan ben, tabii ki kendimi koyverip yapamadım! Bilmem, bu satırları okuyanlar arasında fütursuzca yatağa işeyen var mıdır? Yattığın yerden şarıldatman bekleniyor senden. Ama bir türlü bırakamıyorum ki kendimi! Annem bu duruma çok güldü. Hemşireye kalkıp tuvalete gitmek istediğimi söyledim, 6 saatten önce kalkamazsın dedi. Aha zçanski derken, artık dayanamayacağım son noktada kendimi koyverdim şarıl şarıl. "Ay anne yaa, uzun zamandır kendimi bu kadar mutlu hissetmemiştim" derken içeriye Özgür Bey girmesin mi? Sözlerimi duyunca "ay kusura bakmayın yav çişimi yapıyorum da" dedim, o da o her zamanki profesyonel ve rahat tavrıyla "oh oh çok güzel, yap yap, rahatsız olma" dedi. Bir yandan çişimi yapıp, bir yandan doktorumu dinledim. Ameliyat çok güzel geçmiş, kist ve tüm çeperleri komple temizlenmiş, cillop olmuş her bi yer, başka laparoskopi uzmanı doktorlara da ameliyat sırasında tablo gösterilmiş, çıkarılan kist patolojiye gönderilmiş ama Özgür Bey bişiy çıkmayacağını tahmin ediyormuş, normal görünümlü bir kistmiş. Doğum kontrol hapı kullanmaya başlayacak ve böylece yeniden oluşumunu önleyecekmişiz. Yine takip edecekmiş beni. Çok teşekkür ediyoruz kendisine valla. Onun da ailecek hastasıyız.
O gün hastanede bol bol uyudum, saat 9'dan sonra bişiyler içmeye filan başladım, tuvalete gidebildim, annelerin Umut'la "ay biz burda ayak uçlu baş uçlu yatarız, sen git" diye cebelleşmelerine güldüm, kistten kurtulmuş olmanın dayanılmaz hafifliği ile karnımda sarılıp sarmalanmış dört adet deliğin dayanılmaz ağırlığı arasında gittim geldim.
Ertesi sabah erkenden Umut geldi. Yazık anneciğim doğru düzgün bir gece geçiremediğinden ve ben de artık evimi çok özlediğimden hemen taburcu olmak istemekteydim. Melih ara ara uğrayarak bizi pek memnun etti. Sonra, aynı gün odaya gelecek ve rahmini aldıracak teyzenin annem yaşlarındaki kızı odaya geldi ve hem annemi hem beni çok güldürdü. Bana sürekli ıdısının dıdısınında da çikolata kisti varmış, kadın doktormuş, kist patlamış, ameliyat olmuş, şimdi iki tane çocuğu varmış diye anlattı. Sürekli sırıtan bana "sen daha çok gençsin, senin de çocuğun olur doğurursun üçer beşer, üzülme" diyerek la havle çektirdi. Sonra televizyon ceza olarak eline pimi çekilmiş bomba verilerek öldürülen askerlerden, bunun nasıl sümen altı edildiğinden bahsetti. İçim cız etti. Ulan ne biçim bi ülkede yaşıyoruz diye diye söylene söylene hastaneden çıkarıldım kocamla annem tarafından. Yaşasındı özgürlük!
Sonraki bir hafta yatakta, iki anneye bol bol naz yaparak, İnce Memed 2 ve 3'ü tamamlayarak, Virginia Woolf okuyup iyice daralarak, geçmiş olsun'a gelen can dostları ağırlayarak, telefonda bol bol geçmiş olsun dilekleri kabul ederek, güzel yemekler yiyerek, öksürmemek için uğraşarak (dikişler böğürtüyor adamı), sakın beni güldürmeyin çok acı çekiyorum diye önceden uyarılarda bulunarak geçti. Pamık prensesler gibiydim bi nevi. 20 gün de rapor, cillop.
O çirkin dikişler, 1-1.5 ay sonra yavaştan kendiliğinden düştü. Yerlerinde 1 cmlik çikin izler kaldı. Geçecekmiş öyle diyolar.
O zirzop kist gidince, hayatımda regl ağrısı diye bişiy kalmadı. 13 yıldır her ay çektiğim ve son 1 yıldır beni kıvrandırarak bazen önemli işlerimi iptal ettirecek kadar sıkıntı yaratan ve aslında kistin ipucunu veren ve fakat benim sallamadığım durum sona erdi.
Kolay bir süreç değildi. "Şeytan diyor aldır şu takım taklavatı komple, oh mis, bak bakalım bir daha sıkıntı oluyo mu" diye az geçirmedim içimden. Fakat, insanın sen kadar senle birlikte endişelenip rahatlayan/rahatlatan dostları, muhteşem bir ailesi, Melih gibi bir süpermen doktor arkadaşı, Özgür Bey gibi harikulade bir doktoru, hep yanında bir annesi ve kayınvalidesi, ve tabii Umut gibi gorcıs bir kocası olunca, her şey çok güzel oluyor.
Bugün kontrol vardı ve sonuç gayet temiz, her şey tıkırında şimdilik.
Bu da böyle bir yaşantı işte. Hiç aklıma gelir miydi?
Hamiş 1: Kafamda elli bin tilki olunca bloga da yazamadım malumunuz. Yaz yaz diye başımın etini yiyen blogumun takipçileri sevdiğim insanlar, ahanda size yazı! Dolapta pekmez, oku oku bitmez, ayşecik cik cik cik, fatmacık cık cık cık, sen-bu-o-yun-dan-çık!
Hamiş 2: Sizin başınıza böyle bi iş gelse, bu ayrıntılarla yazar mıydınız aceba? Yani şimdi bunca mahrem malzemeyi bunca açıklıkla yazmam beni terbiyesiz münasebetsiz bi insan mı yapıyor? Bilemedim. Lakin, pişman değilim.

12 Nisan 2009

Kımıl kımıl

Pazar sabahı erkenden uyanmak, "pöehhh bitti koskoca haftasonu tatili" diye erkenden hayıflanmaya başlamak, Pazar'ın keyfine gölge düşürecek bu düşünceyi 10 dakika yaşamak, sonra unutmak, sıcacık yataktan serin çamaşır makinesine doğru tükenmişçesine ilerleyip kirli çamaşırları makineye tıkmak, "vernel yine bitmiş, aklı havada insan evladı markette yitmiş gitmiş" türküsü çığırmak, vernelin içine su doldurup çalkalamak ve bu embiigüıss sıvıdan bir ölçüyü yumuşatıcı kısmına koymak, işe yarar mı bilmemek, maksat işlemi tamamlamak, makine çalışmaya başlayınca küçük karanlık ve sıkışık odada diz çökmek, totoya yer açmak, yanakları avuçlara yerleştirip, seyreylemek yıkananları..
Makine döndürdükçe rengarenk çamaşırları, zihni de döndürmek: kendi kendine ettiklerini düşünmek.. bir yandan şaşırmak, bir yandan sıkışmak.. Bir anda kendini prenses hissederken, iki dakikaya kalmadan kurumuş çamur parçasına dönüşmek.. Aslında sadece normal hissetmek istemek.. Olmamak. Dünyanın en mutlu kadınıyken, en bedbaht yüz maskesini takmak. Maskenin altını netleştirememek. Eline çalı süpürgesini almak, tozuttura tozuttura süpürmek.. Halının altına. Bahar da geldi naynirinaynaynirinaynom derken, yataktan çıkmak istememek. Çılgınlar gibi dansa gitmek istemek, sonra aynaya bakmak ve bir kurbağa görmek. Bacakları olmayan. Aynada dingin bir yüz görmek istemek. Sadece bu..
Tozuttura tozuttura bir o yana bir bu yana süpürürken, kafayı tozutmak. He he demek. Gülmek. Boynundaki sivilceye bakmak. Sarılmak. Kendine gelmek. İyi ki varsın demek.
Aslında böyle bir Pazar sabahı yaşamadığını fark etmek. İkircikli duygular yaşamak. Limbik sisteme küfrü basmak. Sonra okula gitmek. Arkadaşlarla kahvaltı etmek. Çimenlerde mayışmak.
Mayıştıkça sıkılmak.
Cümle kurmak dahi istememek.
Mek, mak. Sıyırmak.
Hamiş: Sevgilimle başka bir yere gidelim istiyorum. Sadece bacaklarımızın göründüğü bir kumsal olmasın bu yer. Her şeyimizle orada olalım. Tüm bedenimizle. Kenya'ya gidelim mesela. Takayım ağzıma bir tabak, boynuma 80 halka. Kabak dudaklı kadınlar vardı. Onlardan olayım. Güneşin altında kavruk tenlerimizle cıbıl gezelim. Sağımda, solumda, sırtımda 5 tane velet olsun. Sevgilimin saçları inek poku boyasından yapılmış pis bir sarı, bedeninde beyaz şeritler olsun. Elinde sopası, zürafa avlasın. Gelsin, dansımızı yapalım. Ankara'daki yaşamımızdan bahsedelim. Yazık yav, orada kaldılar diye eş dost için hayıflanalım. Sonra şükredelim halimize. Yaşayalım gidelim. Mutlu olalım sonsuza dek.

30 Kasım 2008

İyi ki doğdum!

İyi ki doğdum, la la la la!
Gördün mü 28 oldum!
Özgürüm kanatlandım, durmadım ayaklandım
Koşup ilerliyorum
İyi ki doğdum, ne güzel bir kadın oldum
Erkekler hep peşimde ama aklım işimde
Sınırı zorluyorum
Kalamam hayatın köşesinde
O zaman neşesi neresinde
Koysalar önüme bariyer de
Çocuk da yaparım kariyer de
diyerek, aslında 14 Kasım olan doğumgünümü, dün Memus'unkini kutlayınca buraya yazmayı akıl ettiğimi belirteyim. Bir yaş daha büyüdüm (not: 35'ten sonra yaşlanmaya başlayacağım). Yine sevdiklerim bana güzel sürprizler yaptılar. Çok güzel hediyeler, çok güzel mesajlar aldım, hatırlandım. 14 Kasım Cuma günü, öğlene doğru, mesleğe yeni başladığım zamanlarda (şimdi yılların terapistiyim ya!) çok önemli bir dosya için verdiğim görüş nedeniyle, rahat nefes alabilen çok güzel bir bir kadından gelen çok güzel bir çiçek kapımı çaldı. 28. yaşımın ilk hediyesi bir çiçek oldu derken, zor bela yetiştiğim grup terapisi dersinin ortasında, sınıf arkadaşlarım mumlar ve pastalar eşliğinde iyi ki doğdun diye bir sürpriz yapmasınlar mı? Mest oldum, zira öyle bir hengame içindeydik ki, kimsenin aklına geleceğini sanmıyordum:) Ece'ninki de iki gün sonra olduğundan, mumları birlikte üfledik.. Tabii bu süreçte, ailemden ve diyırtavıklarımdan telefonlar aldım, yine çok mutlu oldum, biraz da hüzünlendim. Biz hep doğumgünlerimizi beraber kutlardık, "80 yaşında da birlikte olalım" diye kadeh kaldırırdık:( Şimdi ikisi istanbul'da, biri Hollanda'da, biri Finlandiya'da. Bir ben kaldım Ankara'da. Neyse, napalım, gönüller bir. Umut, akşam için bir yerde yemek yiyeceğimizi ve arkadaşlarla toplanacağımızı söylüyordu, öyle de oldu:) Lakin müstakbel kocamın, benim hiiiiç sevmediğimi bile bile, Bahçeli 7. cadde'deki concon bir yerde yer ayarlamış olmasını bıt bıt dilime dolayıp, arada "ay ben de hiç sevmem buraları" dememe ve etraftakilerin dediğine göre kabalık etmeme karşın (halbüüüse çok kibarımdır, ayılıkla yakından uzaktan alakam yoktur), aldığı müthiş saat nedeniyle kendisini affettim, hehe. Görümceden bir adet kolye, enişteden bir adet fantastik çorap, elti&kocası (kayınbirader mi olur?)ndan bir adet İskambil Kağıtlarının Esrarı ve cimcoz kardeşten bir adet Kinder Süpriz çikilota hediyeleriyle iyicene coştum. İş arkadaşlarım, canlarım Yıldız hanım, Nevin hanım ve Filiz'le ise, Yıldız hanımların odasındaki geleneksel doğumgünü kutlamalarımızın Rabia ayağını, yeni gelin Filiz'in İstanbul'da olmasından mütevellit yapamamış olduğumuzdan, doğumgünümden yaklaşık 1 hafta sonra Su'dem'de kutlamaya karar verdik. Ama tabii ki benim ne manyağı olduğumu bilen dostlarım, bir adet Zara elbisesi ve bir adet Ayşe abla kolyesini önüme serivermişler ve beni derinden mest etmişlerdi bilene. Su'dem faslı ise ayrı güzel oldu. Çok seviyorum onları. Günler geçti, doğum günü kutlamalarım ve hediyelerim bitmek bilmedi: Fatma'nın tahta takvimi, birlikte çalıştığım hakim hanımın sarmısak şeklindeki magneti, henüz alamadığım, Gökçe'nin saksı çiçeği derken, benim doğum günü bu yıl, kutlu doğum haftasına dönüştü. Birine "iyi ki varsın" demenin en güzel yolu doğumgününü anımsamaktır. Doğumgünümü anımsayan herkese, birebir kutlama şansı bulduklarıma, uzaklardan arayanlara, telefonuma- feysbuk wall'uma mesaj gönderenlere, "ben sizlerle varım canlarım, ablanız kurban olsun size!" diye sulu şekilde selam ederim.
Öperim.
Edit: Büyükbabam, 5 yıl doldu bugün. Seni çok özlüyorum.

27 Ekim 2008

Blogger'ım amannn!

Haberi geçen Cuma akşamı Ankamall'da mall mall gezerken aldım. Umut'laydım. Umut'a bir telefon geldi ve oradaki ses söyledi sanırım, lakin telefonun kimden geldiğini hatırlamıyorum. Fatih olabilir mi? Yoksa Ezgi miydi? Emin olamıyorum. Nasıl ya, nasıl yaaaaa? dedim blogspot'un kapatıldığını duyunca. Ama işte elin kolun bağlı, mall gibi gezmeye devam ediyorsun o durumda.
Şimdi, bir sosyal bilimci olarak, bilgisayar ve internetin çok cüzi bir kısmından anladığımı varsayalım. Var saymasak da öyle gerçi ama neyse hadi, sonuçta çoğu şeyi sağdan soldan duyduğumla idare ediyorum. Şimdi, altına ingilizcesi de kondurulmuş şekliylen pek muhterem peace court blogger'a erişim yasağı koymuş. Yani sayfama kimsenin ulaşamayacağı var sayılıyor değil mi? O zaman, blog yazmaya başladığımdan beri inceden hayalini kurduğum şeyi, en ayısından ve ahlaksızından bi küfür savurma işini grçekleştirebilirim: la amuğa goduğumun tireh pirehhhireettiree...! Şimdilik bu kadar yeter. Oh! Pek rahatladım kız! Böyle kendi kendine boşalmak iyi oluyomuş. Maksat bu değil mi zaten? Benim düşündüğümü X, X'inkini Y, onunkini de Z duymasın ki, hafazanallah Z X ile bağlantı kurar, işler çığırından çıkar. Ya da kendimizi bu kadar önemsemeyelim, kendi blogumda yazdıklarım üzerinden gider isem, ulan kime ne benim adliye maceralarımdan, her yere geç kalışımdan, regl takıntımdan, masal'ımdan, nişanımdan? Gerekçeyi görmek istiyorum. Öylesine bir gerekçe olduğunu öngörmek zor değil, ama kim Atatük'e blogunda hakaret etmiş, veya evrim kuramına değinmiş, ogrenelim bakalım.
İşin ağır gelen tarafı, bir justice insanı, hakimlerle çalışan bir gönül kadını olarak, işin az çok iç yüzünü bilerek, daha umutsuz hissetmek. Mesela bu kararı veren hakim, internet ve internet erişimi hakkında ne bilmekte? Zabıt katiplerine "gel şu mesene'yi bi kur yavvvv!"dan öteye geçebilenlerin ellerini hörmetle öpmek istiyorum. Ulaştırma bakanımız da "mahkemeler bu işi bilmiyor, yasal boşluk var, mahkemeler ihtisas mahkemeleri haline geldikçe işler düzelecek" buyurmuş. Yavrum, kınalı kuzum, adama sormazlar mı sen orda ne mok yemeye oturuyon diye? Yahu bu iktidar ve güç sahiplerinin de olay sanki Madagaskar'da yaşanıyormuş gibi sözler etmeleri yok mu, iyice uyuz oluyorum. Evladım güç senin elinde zati, varsa yasal boşluk, doldur boşlukları, ha bakıyın.
Daha diyeceklerim var ama sizin bloglar açılır da benimki ömrü billah kapalı kalırsa diye korkuyom sevgili okur. Yoksam, küfrün bini bir para bende. Ne biçim ruh sağlığı kişisiyim ben ayol? Ahlaksız mıyım neyim? Neyse, yani 657li bi tıfıl memur statüsünde çalışmakta olan bir arkadaşınız olarak, bu ne cürret mealinden bişiler denirse bana, dualarınızı eksik komayın. Hapise atılırsam temiz çamaşır, çorap, cuğara getirin. İşkenceye maruz kalırsam Yıldırım abime habar verin. Ölürsem de kabrime gelmeyin, istemen.

09 Ekim 2008

Yeniden başlarken..

Yeniden başlamak istedim buralara yazmaya. Yeniden başlamazsam ve yeniden başladığımı da herkese duyurmazsam eksik kalacakmış, tatsız tuzsuz olacakmış, aldırışsız görünecekmişim gibi geldi. Hep geriden tırtıklayan sesleri bir kenara koyayım istiyorum şimdi. Sonra eskisi gibi fittir füttür, saçmasapan yazılar döşenmek istiyorum. Yazdan beri evirip çevirdiğim zihinsel-postlarım vardı. Mahallemizin bıçkın delikanlısı bizim apartmanın 34lerinde olduğunu tahmin ettiğim yönetici hatun kişisine "kaşaaaaar" diye bağırmış ve olaylar gelişmiş, bizim sokakta yeni neoliberal dengeler oluşmuş, evde bitmek bilmeyen tadilat süredururken, ustalara çay demleyen ben-kupalarımı kıran ustalar dengesi kurulmuş, yenge oluşumun resmi belgesi ezgibrahim nişanlanmış, doktora kaydı sırasında enstitünün "sinir krizinin eşiğindeki kadınları"yla cebelleşmiş, tam youtubeluk bir kolbastı videosu attırmış, bir şeyi 40 kere söylemişim-istemişim-yakarmışım-olmuş ve pedagog tayin istemiş, en acayibi de umut ayaş'a gelmişti.
Yazmaz olmuşum.
Evin buza kestiği dondurucu sonbahar akşamlarında battaniyeye sarılmış, gündüz vassaf''a "vay be!" demek isterken, blogumu aklıma getirmez olmuşum! Vay bana vaylar bana!
Bu sabah gestalt terapinin ilk dersinde, lidya salonunda bir o yana bir bu yana yürüyüp, ayaklarımın sonsuzlukta yere bastığını fark ederken ve "kendim geldim" der iken, aklıma geldin be blog!
kaşlarına gurban blog
gülü solana seni ölene dek seveceğim blog
şoforsun dediler kız vermediler
ya benimsin ya kara toprağın blog.

06 Temmuz 2008

İlk 5K koşum..

Başlığı Umut'tan hacıladım. 44.58 dk.'da, 5 km. koşmuş bir minik dopingsiz Süreyya olarak, tarihin tozlu sayfalarına bu eşsiz başarım da, breh breh, not düşülsün istiyorum, bilmem çok şey mi istiyorum?
Odtü'deyken ve bir 5. yurt sakinesi iken, belli dönemler gidip stadyumda fiti fiti koştuğum olmuştu, sonra kendimi nadasa çekmiştim (yoksa besiye mi demeli?, söyleyin ne demeli?). Geçen yıldan beri de zaman zaman Umut'la koşmaktayız okulda. Dün sabah da bir türlü kıçımızı kaldırıp çıkamadığımızdan, tabii ki güneşe kaldık (saat 10'a yaklaşıyordu sanırsam) ve ormanda koşalım dedik. "Ya köpekler?" demiştik ki iki adım öteden bir "hev" sesi geldi. Yok len bu köpek değil, kurbağa olabilir mi gibi bir abuk tahminde bulunmuştuk ki, hörhörhörhör efektini duyunca gerisin geriye nasıl koştuğumuzu hatırlamak bile istemiyorum. Zira o koşuş bir flaşbek şeklinde hayatımda yer edinmiş vaziyette (bkz. Yüzüncüyıl'da bilinmez bir karanlığa doğru koşmak ve imdaaaaat! diye bağırmak) :( Sonra güzel güzel rutin koşumuzu gerçekleştirdik ve tabiri caizse "börttük"! Normal insan evladının koşacağı bir sıcaklık ve saat değildi zira. O nedenle bugün dedik normal insan gibi koşalım. Başladığımızda saat 20.00'yi geçmekteydi. Ay şekerim nasıl söylesem, yüzümüze püfür püfür esen ılık akşam rüzgarı, rüzgarla dans eden yapraklar, yapraklarla dans etmesi muhtemel geberesice keneler ve biz iki tıfıl:P Koştukça koşasım geldi, koştukça coşasım. Engeller mi atlamadık, çağlayan derelerden mi zıplamadık, uçurum kenarlarından mı geçmedik, hangi birini anlatayım? Neyse, uydurmayayım, velhasıl 5 km. koşmuşum. "Muşum" diyorum, çünkü koşularımızın hesap-kitap işlerine bakan sefgilim, ben gık demeden (hele dün sıcaktaki mızlanmalarımdan sonra) bu kadar koşunca, benle duyduğu gururu anlata anlata bitiremedi. Ben de kendimi bişey sandım. Ortaya bu yazı çıktı.

04 Haziran 2008

Haberler

Artık ünlü bir insanım. Ama şöhret çok zor bir şey azizim. Hem başlığa bir gel hele. Hem de isim vermek niye? Şöhretin de kendine göre zorlukları var. İnsan bu, beşer şaşar. Bundan böyle adımı hep gazetelerde görmek isterim. Yanıma da illa ki Murat Belge'yi, Gökhan Özgün'ü kondursunlar derim. Şimdilik başka şey söyleyemen, hadi eywallah, giderim.

08 Nisan 2008

Hacıyolu Taksi

Bazı günler, ilk insani iletişimimi adliyeye gitmek (zor bela yetişmek desek daha uygun olur) amacıyla çağırdığım bir Hacıyolu Taksi şöferiyle yaşıyorum. Yaşıyorum ve öff pöff diyerek çıktığım evden, sağlık, mutluluk ve başarı duygularıyla adliyeye ulaşıyorum, üstelik bir de hep tam vaktinde yetiştiriliyorum. İşte bu nedenle millet, Hacıyolu Taksi'yi pek seviyorum, onlara, blogumda yer vermek suretiyle minnetimi ifade etmek istiyorum, ehe:) Hacıyolu Taksi'nin tüm şoförlerini tanıyorum. Niye? Çünkü, adliyeye erken gideceğim vakitlerde hep geç kalıyorum, el mecbur taksi çağırıyorum. Küçük bir taksi durağı olduklarından, üç beş arabaları da benim çağırdığım saatte başka yerlerdeyse, muhakkak yoldan bir taksi çevirerek gönderirler, güvenlik açısından plakasını da alırlar, şöfere de akıllı olmasını söylerler:) Ne iş diyecek olunursa, ben onlardan kimi için bir torun, kimi için bir abla, kimi içinse bir kız çocuğuyum, yıllardır. Ne iş yaptığımı, nerelerde okuduğumu, neyle uğraştığımı bilirler. 76 yaşındaki İsmail amcam denk gelirse, Mithatpaşa'dan inerken yol boyu hükümete söveriz birlikte, sıklıkla İ.Melih'in kulakları çınlatırız, trafik keşmekeşinden dem vururuz. O beni Karadenizli hanımefendilere benzettiğini söyledi geçenlerde, güleryüzlüymüşüm onun köyündekiler gibi. Hem dedikodu da yaparız, yarım kalan konuyu bir dahaki seferde tamamlarız. İsmail amcam az bıçkın bir dede değildir, kendisi haşin Ankara trafiğinde ilerlerken, özellikle de Akay tarafında, burnunu çıkarıyorsa önüne bir araç, hiç bozmaz istifini, aracı yavaşlatır, gözünü diker karşıdan gelen aracın şoförüne, adam el mecbur yol verir. Sonra eskilerden bahseder, pek şeker. Sanırım büyükbabama benzetiyorum onu çok. Elektrik şirketi emeklisi olan bir diğer şoför, torunu ve kızlarından bahseder, boşanma oranlarının artmış olması ona muazzam gelir, şaşırır, cıkcıklar, birlikte kredi kartlarının tü kakalığından girer, fiziksel şiddetten çıkarız. Tombul yanaklı, güleryüzlü olan bir diğeri, her gelişinde muhakkak, bir kaç apartman yukarıdaki Bilkentli kızın kendilerini her sabah mutlaka aşağıda en az 20 dakika beklettiğinden gülerek şikayet eder, içten içe dakikliğimi (sadece taksi çağırmak konusunda elbet) takdir eder. Kız kardeşi boşanmakta olduğundan, akıllarına takılmış resmi sürece ilişkin tüm soruları bir avukat arkadaşıma danışarak yanıtladığımdan mütevellit, hem beni çok boğmamak konusunda özen gösteren, hem de merak ettiklerini bir bir sıralayan sanırım durağın en genci olan şoförle muhabbetimiz taksiden inmekteyken ben, daha sonuç kısmına gelememiş olur. Ha bir de hiç muhabbet etmediğim, uzun kıvırcık saçları, iri-yapılı hali, afilli deri yelek ve ceketleriyle gayet ciddi ve karizmatik duran bir "abi" var ki, o da asla taksimetreyi açmaz, muhabbet etmez, ama güleryüzlü ve muhakkak iyi dileklidir. Yaklaşık 8 dakika süren yolculuğumuz, her birinden pek bir güler yüzle duyduğum "hayırlı işler kızım", "bol güneşler hanımefendi", "iyi çalışmalar ablacım" gibi tümcelerle bittikten sonra, ben huyu geçmiş, uykusu açılmış, sabah vakti gerekli sosyalleşme dozunu almış, gülmüş, güldürmüş biçimde taksiden iner, adliyeye yönelirim. "Hacıyolu Taksi ile güne başlamak, ayrıcalıktır" derim.

03 Nisan 2008

Başbelası olmanın dayanılmaz hafifliği

Bugün savcıya ifade verdim. Halen şaşkın ve sinirliyim! Hikaye şu: hani herifin birisi geçtiğimiz Eylül ayında beni güneşli bir öğleden sonra cep telefonumdan özel numarayla aramış, tüm yaşamsal haklarımı elimden alacağı, beni rezil rüsva edeceği, bana tecavüz edeceği içerikli bir takım okkalı ve sinkaflı (bunu da adliyede öğrendim: içinde zik mik geçiyorsa, küfrün adı sinkaflı oluyor, kolayca ifade ediliyor, hehe) küfürler savurmuş, beni "zım zım zım kim ola ki bu" düşüncelerine gark etmişti, tabii ertesi gün de ilk iş savcılığa şikayette bulunmuştum. Velhasıl, dün bir tebligat gelmiş kaleme, dün tüm gün dersim olduğundan adliyeye hiç mi hiç uğramadığımdan, bugün elime geçti: benim dosyamı takip eden savcının adının da yazdığı, Çarşamba-Perşembe günleri 14.00-16.00 saatleri arasında ifade vermek için beklendiğime dair bir yazı. Ben herhalde belli oldu artık kimmiş diye sevinerek (bkz. yargıda hız-Eylül'den Nisan'a) üst kata çıkıp, savcının huzuruna geçtim. Savcı hemen katibini çağırdı, dosyamı buldurdu ve ifade alımına başladı. Ben niye benim ifadem alınıyor anlamadığımdan, herhalde dedim, isim belli olunca şikayetime devam ediyor muyum, yoksa geri alıp uzlaşıyor muyum, ne haltsa o konuda söyleyeceğim sözler de ifade kapsamında alınıyor. Ve fakat, katip şüpheli kısmına kimin adını yazıyorum deyip de savcı benim ad-soyadı verince, hoyda breh diye kıpraştı yüreğim, noluyor yahu? derken, savcı nihayet beni arayan kişinin ismini açıkladı: İsmin ilk hecesini söyleyince, geri kalan hece ve soyadı ben tamamlayıverdim hemen. Zira, iki yıl önce dosyası bize gelen, çoook dramatik bir öykünün müsebbibi, çok yoran bir adam! İşi gücü yokmuş gibi benle uğraşan bir adam! Yabancı uyruklu eski eşiyle aralarındaki velayet davası gazetelere de yansıyan, çok belgeli, çok içerikli, çok ağır, çok kalın bir velayet dosyasıydı. Dosyada uzman raporu başrol oynadığından, tüm bağlantıları ben kurup görüşmeleri ben yaptığımdan ve raporu da ben kaleme aldığımdan adam üç imzalı raporu tabii ki bana mal etmiş, çocuğun anneye verilmesi görüşünde bulunarak aleyhine yazdığımız rapor üzerine, adamın avukatı duruşmada "psikoloğunuz rüşvet almış!" diye abuk subuk mesnetsizce celallenmiş ama tabii ki eski süpper hakimim Mustafa Bey'in gazabıyla geri püskürtülmüş, bu sefer adam beni söylemediği şeyleri rapora yazmışım iddiasıyla savcılığa şikayet etmiş, o sırada hakim de çocuğun anneye verilmesine karar verip dosyayı bitirmiş, bu esnada savcılık tabii ki benim hakkımdaki asılsız şikayet üzerine takipsizlik kararı vermiş, sonrasında da Yargıtay, kararı iki düzeltme itirazında da onaylayarak, çocuk en nihayetinde anneye teslim edilmişti. Edildiğini gazetelerden öğrendim ben gerçi. Neyse işte, Eylül'de gelen telefon üzerine bu adamdan da şüphelenmiştim ve fakat ODTÜ'nün müstesna mühendislik bölümlerinden birinden mezun olup da, afilli bir holdingte görev yapan bu afilli adamın tutup da öyle abuk subuk küfürler-tehditler etmeyeceğini/ettirmeyeceğini, benimle daha sofistike düzeyde uğraşacağını (nasıl olcekse bu?) düşünmüştüm. Ayrıca, özel numaradan da arasa, savcılığın numarayı tespit edebileceğini tahmin edebilmesi gerekirdi. Ben bir yandan şaşırmadım, öte yandan da çok şaşırdım niyeyse. Olayın özü ise, adamın adı netleşince başbelam olarak, savcılık ifadesini almak için çağırtmış, adam da yok ben aramadım, yok iftira diyerek, kendisine iftira atmış olduğum gerekçesiyle bu kez benden şikayetçi olmuş! Hey yalebbim! Bu yüzden şüpheli konumunda ifadem alınıyormuş meğer. Ben de la havle çekip, savcının karşısında gayet helecanlı, kafası karışık, şaşkın ve bıkkın bir psikolog profili çizerek, ifademde, bu adamın adının çıkmasına şaşırmadığımı, daha önce de beni şikayet ettiğini, telefondaki sesin bu adama ait olmadığından emin olduğumu, ama bir başkasına yaptırmış olmasının kuvvetle muhtemel olduğunu, kendisinin aleyhine rapor verdiğimden bana duyduğu öfke ve husumeti anlayışla karşıladığımı ancak tekrar rahatsız edilmek istemediğimi anlatıp, şikayetçi olmayacağımı belirttim vik vik öterek. Savcı da saolsun aynen geçirtti tutanağa. Tabii, şikayetçi olup olmamak konusunda epey düşündüm ay napsam ki diyerek ama objektif savcı bir yüz ifadesi bile takınmadı fikrimi netleştirmeme yardımcı olacak:) Gerçi ilk şikayet esnasında da uzlaşma kağıtlarını imzalamıştım zaten, ne uğraşcam elin antisosyaliyle! Adam bir de utanmadan zeytinyağı gibi üste çıkıp, iftira diye şikayetçi olmamış mı, tam kafa kırmalık!
Neyse yapacak bir şey yok. İçimi en çok rahatlatan, çocuğun şimdi annesiyle birlikte yaşıyor olması. Ne kadar isabetli bir karar verdiğimi de bir anlamda teyit etme imkanı sağlamış oldu bu olay:)
Her olaydan olumlu bir ders çıkaran Polyanna arkadaşınız.
Şimdilik hoşçakalınız.

11 Haziran 2007

İsim sorunsalım...

"Melaba, ben Rabia" diye başlıyorum çoğu zaman, orda-burda, kendimi tanıtırken.. Görüşme öncesi randevularda soyadımı da ekliyorum elbette. Bu dünyada "isminden çok çekmişler listesi" içine muhakkak dahil edilmesi gereken bir insan olarak, yaşla birlikte değişen ve evrilen bir "isim hikayem" de var tabii ki.
Adımı büyükbabam koymuş. Onun koymuş olması adımı çok sevmem için başlı başına bir neden zaten. Annem beni bir güzel doğurmuş, sonra da, evin ilk oğlan çocuğunun çocuğuna (esaslı torun yani:P) konulacak isim herkesçe düşünülmüş, büyükbabam herkese fikrini sırayla sorduktan sonra da kimseyi sallamayıp kendi bildiğini yapmış ve ben Rabia olmuşum. Söylenmesi kolay, yazımı çoğunlukla problem oluşturan (Rabiya değil anacım, Rabia! diye çığırmak istiyorum bazı bazı) bir isim sahibi olarak, çeşitli travmatik anılarım oldu maalesef. İlkokulda Çiğdem adlı bir arkadaşımın bana "Labila" demesiyle ben bir insanın ismi nasıl yanlış telafuz edilebilirmiş, bunu ilk kez öğrenmiştim, ki bunu sindiremeden, hemen ardından "kurabiye" geldi. "Kurabiye ne len?" demek istiyorum, buradan sesleniyorum, "Rabiye kurabiye, eki eki" diye saçmalarken beni içten içe küfrettiren, azıttıran, küstüren, göz yaşlarımı içime akıttıran:P tüm çocuklara! Bununla ilgili kafamdaki en net görüntü, Ayaş'ta teyzemlerin evinin önünde renkli istop oynarken, ilk kez tanıştığım bir kızın bana kurabiye deyip, topu fırlatması ve gülerek kaçması olmuştu. Bu ne cüret yav? Kanki olalım, sonra geç dalganı güzel kardeşim!
Ardından türk filmi özümseme sürecinde devreye Hazreti Rabialar girdi. Ne Fatma Girik'liğim kaldı, ne Hülya Koçyiğit'liğim. Bu arada, elbette Rabiş sıklıkla kullanılmakla beraber, Rabiuuuu, Rabiiiii! şeklinde de çağrılmışlığım oldu, özellikle büyükbabalarımca. Anadolu Lisesi ve İngilizce'nin ben ve tıfıl sınıf arkadaşlarımın yaşamına girmesiyle, benim ad bu sefer "rubbishbox"a evrildi. Esasında bu süreçte sanırım ben de gülmelere eşlik ediyordum, özgüven mi, savunma mekanizması mı bilemeyerek..
Tüm bu evrilme potansiyeline rağmen, adımı seviyorum. Birincisi, büyükbabamın en güzel ve en kişisel anısı bana.. Sonra, tek tük var (yaşamdaki tek derdim ya, tek olmak).. Sonra, Sinekli Bakkal'ın kahramanıyım ben. Sonra, anlamı ilginç. İlginç de değil de, alışılmadık diyelim. Rabia Arapça'da dördüncü demek. Bir isim ve en önemlisi de bir din için önemli bir isim olmasının sebebi, ilk kadın evliya Rabia'nın, ailenin dördüncü çocuğu olmasıymış. Duyduğumda "bu kadarcık mı yav?" diye şaşırmıştım. Tabii her isme kondurulan güzel, özel, parlak, ıvır kıvır gibi anlamlara geldiği de yazıyor kıytırık isim sözlüklerinde. Ama elbette büyükbabamın motivasyonu, dini bir isim olmasıydı muhakkak.
Bu motivasyonun yol açtığı beklentileri karşılamamış olsam da:) buna ilişkin ön yargısı, daha doğrusu adı üstünde "ön yargısı" bol bir ülkenin insanları olarak, düzenlediğimiz bir kongre için mailleştiğim bir adamla ilk tanıştığımız an, elini ağzına götürecek kadar çok şaşırmış, "ben seni türbanlı zannettim" demişti. İlginç, bence. Maillerin altını elhamdülillah diye imzalasam, neyse:) Mehmet, Abdullah, Hüseyinleri beş vakit namaz kılıyor kabul etmekte miyiz isimlerini ilk duyduğumuzda? Hayır. Baş örtülü hayal edilmekten/zannedilmekten imtina edeceğimden değil, hayal kırıklığının eşlik ettiği cahil cühela yüz ifadeleri görmekten, sıkıntım.. Bu belki de, genel başörtüsü yaklaşımıyla, başörtülü kadın görüldüğünde zihinde yığılan ön yargılarla alakalı bi şeydir, bilemiyorum, bulamıyorum. Belki ileride bulurum.
İmza: Rabia

29 Mayıs 2007

Ben bazen böyle miyim ki?

:)
yok, bence değilim.

25 Nisan 2007

İşteki huzur, mutluluk budur...


İkindi güneşi tepemizde, güneşin bunaltıcı etkisini azaltan hafif bir rüzgar, karşılıklı oturduğumuz masada kahvelerimiz ve dondurmalı, çikolatalı ıslak keklerimiz, telefonumun altında doktor yazısına şükrettiren kargacık bırgacık notlarımın döşendiği teksir kağıtları, uyduruk bir tükenmez kalem.. Babasının birlikte daha çok vakit geçirmek istediği 8 yaşındaki bir kız çocuğunun sınıf öğretmeniyle görüşme halindeyim.
Beysukent otobüsünde okula doğru yol alırken, zihnim, öğretmenle, şimdiye dek başka öğretmenlerle olduğu gibi, öğrenciler sınıfı boşalttıktan sonra orada kısa bir görüşme yapma düşüncesiyle dolu; erkenden okula vardığım için, çıkış zilinin çalmasını beklerken, tuvalet izniyle dışarı çıkan öğrencilerin fırtına gibi tuvalete koşup yine aynı hızla geri dönüşlerine gülmekte, duvarlarda asılı, Hollanda kraliçesi, prensi ve prensesinin okulu ziyaret ettikleri geçtiğimiz Şubat ayına ait fotoğraflara, çocukların resimlerinin serpiştirildiği panolara bakmakta, içeriden "çocuklar sessiiizzzzz!" diye sıklıkla tekrarlanan gür ve oturaklı öğretmen sesini duydukça başımı eğip, mor eteğime, şarlak mavi ayakkabılarıma, baklava desenli, beyaz, liseli kız çorabıma ve hepsi ayrı diyarda uçuşan saçlarıma bakıp "yav keşke daha usturuplu giyinseymişim" diye hayıflanmaktaydım.
Zilin çalması ve çocukların birbirini ezerek dışarı fırlamalarından sonra, öğretmen hanım, gayet sıcak, "gel çocuğum (bana çocuğum demesine sevinsem mi üzülsem mi bilemeyerek), dışarıda hem kahve içelim, hem konuşalım" diyerek yola koyulup, Ümitköy'de bir kafeye kendimizi yerleştirdikten sonra, başladık sohbete, tam 2 saat, birbirimizin ağzından lafı çeke çeke, çocuğun durumunu, anneyi, babayı, davanın esasını konuştuk..
İşte ben böyle anlarda, kahvemden bir yudum, kekimden bir dilim alıp, karşımdakini dinleyip, minik notlar alıp, sorular sorup, cevaplar verirken; mutluluğuna dair kafa yorduğum bilmem kaçıncı çocuğun öğretmeni ya da doktoru ya da psikologu ya da komşusu ya da akrabası ya da bir ebeveyniyle görüşürken, karşımdakinin çabasını, içtenliğini, derdime ortak oluşunu görürken; dışarıda çalışmayı, her gün yeni birileriyle tanışıp, bazen çok iyi dileklerle, yeniden görüşme temennileriyle, bazen "bitlendim mi len aceba" endişesi, baş ağrısıyla ayrılmayı, "home office" olayını, kafama göre çalışma saatlerini, Mamak senin Dikmen benim gezmeyi, kimine ayakkabılarla girip, kiminde kapı önünde çıkararak farklı evlere misafir olmayı, kiminin çayından, kiminin zeytinyağlı dolmasından tatmayı, kimine uyuz olup, kimine hayran kalmayı, bütün evi "evinizi görmem gerekiyor" açıklamasıyla bazen üstünkörü, bazen buzdolabı içine kadar keşfedip ayrılmayı, otobüslerde elde cadılar ajandam, cep telefonum titreşimde randevu almayı, koşturarak ve tabii ki son dakikada rapor vermeyi, velhasıl özgür ve kafama göre takılmayı çok sevdiğimi fark ediyorum.
Bugün yine kendimle temasın doruklarında, Fritz Perls'e saygılarımı sunuyorum...

27 Mart 2007

"Şeytan okuyabildiğimizden daha hızlı yazıyor"

Çok güzel bir 2007 ajandam var artık: Metis Yayınları ürünü olan bir cadılar ajandası! Evet, yılın 3 ayını geride bırakmış olmamıza rağmen, ben ajanda muhabbeti yapıyor olabilirim ama bu durumun tek nedeni, akıllı kardeşimin böyle bir ajandanın hastası olacağımı yeni keşfetmesidir, maalesef:) (bilmem mesaj alındı mı? Ablanın sevme ihtimali yüksek şeyler hemen satın alınacak, fiyatı üzerinden itinayla sökülecek, güzelce paketlettirilip ilk fırsatta ablaya sevgi sözcükleri eşliğinde hediye edilecek!)
Efendim ajanda, bir aile mahkemesi psikoloğu olarak tam bana göre! Rengi mor, kağıdı saman.. Bunlar meslekle alakasız tabii, neyse onları geçiyorum.. İçinde pek faideli bilgiler mevcut.. Yaklaşık her günün, her tarihin altında, o güne dair cadılık/büyü vs. işlerle nasıl bir alakası varsa "tarihte bu gün" tadında kısa birer not düşülmüş (mesela, 25 Mart, hem çaylak fırtınası, hem de 1199'da Papa III. Innocentus, engizisyon mahkemelerine resmen izin vermiş; daha o tarihe gelmedik ama epey kurcaladığımdan, 21 Nisan, Samsun-Vezirköprü-Bahçekonak Köyü'nde yağmur duasına çıkan halk, dualarının kabul olması için bir atın başını kesip üzerine Arapça yazılar yazarak kuyuya attılar, kaymakam soruşturma başlattı, 2001 tarihli Hürriyet, gibi). Ayrıca haftanın bilgisi, haftanın çok bilmişi, haftanın aklıselimi, haftanın büyüsü, haftanın muhteviyatı.., uzayan giden bir takım dipnotlar var..
Çok keyifli çok! Mesela Ocak ayının 2. haftasının büyüsü: Bir kimse bir kimseyi kendinden soğutmak için, o kişinin geçeceği yere kesilmiş tırnaklarını gizlerse, o da bu tırnakların üzerinden üç kez geçerse büyü tutarmış..
Bunların neden tam bana göre olduğu ve neden keyif aldığım hususuna gelince: Biz her ne kadar bu işlerin özellikle ortaçağa ya da epey geçmiş zamanlara, ya da en azından gizemli/primitif yaşam tercih eden alt kültürlere ait olduğunu var saysak da, yaşam deneyimi açısından bir deniz/derya olan aile mahkemelerinde görüyorum ki durum hiç de öyle değil! Üst düzey yöneticilerden, emniyet müdürlerine, hosteslerden doktorlara dek, bu büyü işine yaşamının bir noktasında bulaşmış ya da fazlaca zihinsel meşguliyet yansıtması ile bulaştırılmış pek çok "eğitimli" kişi mevcut.. Dolayısıyla da, duyduğum bazı yaşantılar karşısında ağzı açık kalan ben, ajandamı kullanırken bir yandan da nedir, ne değildir bu büyücülük/cadılık öğreniyorum..
Görüşmelerimde bizzat dinliyorum: Kayınvalidesi domuz yağı sürmesin diye yatak odası kilitleyenlerden, oğlu gelinine fazla bağlanmasın diye, oğlunun duşunun ortasına zart diye girip (evet, tam olarak zart!) elindeki tastaki bilmem ne içeren suyu oğlunun başından aşağı boca eden annelerden, kocası eve bağlansın diye, kocasının çayına kendi regl kanını damlatarak içirenlerden, dinlediğimde "neeaaaaggggghhhh?!?" tepkisi verdiklerimden bahsediyorum..
İşte bunların kuramsal temelini ajandamdan alıyorum;)

23 Mart 2007

Yolculuk Halleri..

Yola çıkıyorum.. Epey kısa bir mesafeye gerçi, Eskişehir'e.. Hazırlanmak için eve geldim de, birden tüm üniversite yaşamım boyunca, özellikle de ilk yıl nasıl heyecanla bu yolculukları beklediğimi, nasıl özenle hazırlandığımı, aileye anlatmak için itinayla seçilmiş, hafızamda depolanmış yaşantılarımı anımsadım. Başta bitmek bilmeyen, sonra şehiriçi bir mesafeymiş gibi hissedilen Ankara-Eskişehir yolu.. 15 dk. öncesinde hazır olunan terminal.. Leman ya da Penguen.. Walkman.. Yolda mahcup etmesin diye çantaya depolanmış piller.. Tanışılan ilginç insanlar.. "Öğrenci misin yavrucuğum?" la başlayıp sonlandırılamayan muhabbetler.. Zamanla öğrenilen psikoloji okuduğunu söylememe muhteşemliği.. Aksi takdirde "ben normal miyim?" sorusuna ebleh bir yüz ifadesiyle karşılık verme.. "Tüh niye yanına oturmuşum, sen şimdi beni analiz edersin, keh keh" esprilerine karşılık zoraki gülümsemeler.. Terminalden babanın karşılamasıyla yol boyu evde hangi yemeklerin beni beklediğine ilişkin eğlenceli sohbetler.. Kucaklaşmalar.. Aile saadeti.. Elbet sonra asabi biçimde yurda dönüş ve tabii ki sonrasında seyrelen ev ziyaretleri:)
Zamanla çocuklukta edinilmiş güzel alışkanlıklarını yitirmiş ben (bkz. temizlik, düzen, dakiklik) büyüdükçe, otobüslere zor yetişmeye, son dakika duş alıp ıslak saçla yolculuk yapıp baş ağrısı çekmeye, hele yurtdışı yolculuğu iki saat öncesi nedense çorap yıkamaya, powerpoint sunu hazırlamaya, Havaşları ucundan yakalamaya başladım.. Bu durum nasıl düzelecek, bilmem.. Durumum iç açıcı değil sanırım, 17.30 otobüsüne bineceğim, hiç bir şeyim hazır değil daha, hehe:)

16 Mart 2007

Cuma Tembelliğim..

Bugün işe gitmedim.. Yazmam gereken raporları yazmadım.. Evimi temizlemeyi planlamıştım, baktım hala yaşanabilir görünüyor ortalık, ellemedim.. Sabahtan oturdum bilgisayarın karşısına.. Epey bir internet keyfi yaptım, bu arada küçücük masada biriken çay-kahve kupalarına, eti puf paketlerine, dişlenmiş elmalara dokunmadım.. Aksine hepsini iteleyip kocaman cips kasesine, rulokat kutusuna yer açtım.. Msn’de bir sürü gereksiz muhabbet.. Biraz kitap.. Düşünceler.. Ardından dalıverdiğim iki saatlik bir uyku.. Uyandım saat 3 olmuş.. “İşyerinden ararlarsa ne yalan söyleyiversem?” düşüncesi için bir miktar enerji harcadıktan sonra da, baktım ki bu tembellik seansı bana iyi gelmiş, yapmayı planladığım kekim için mutfağa yöneldim.. Reeperbahn eşliğinde, bağıra çağıra şakımak suretiyle, annemin tarif defterine yazdırdığı “tek yumurtalı kek”i uygulamaya geçtim.. “When you're in the reeeeeeeeeeeeeperbahn”.. Şimdiye dek 2 santimetreden öte kabarabilmiş kekler yapmayı başaramamış ben, yine istikrarlı bir performans sergiledim, üstelik kalıptan çıkarırken de bir güzel parçaladım.. Aylak aylak geçirdiğim bir günün ardından da, bir sürü bulaşık yıkayarak yorgunluğun dibine vurdum..

Pişman değilim, kendimle temas halindeydim..


27 Şubat 2007

Giriş, gerekli bir şeydir..

Evet, girişiyorum.. blog zımbırtısına..
hasetimi-şükranımı burada sunuyorum, bakalım..

giriş, gerekli bir şeydir..

evet, girişiyorum.. blog zımbırtısına..
hasetimi-şükranımı burada sunuyorum..
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...