28 Şubat 2008

www.hanzo.com.tr

Hani şimdi şu pek çoğumuzun sayfasında "statcounter" adlı bir sayaç var ya.. Sayfamıza kaç kez bakılmış, hangi ülke, şehir, hatta çoğunlukla girilen kurum/kuruluşu gösteren; Google'dan aranan bir şeylerde sitemiz çıkmış ve tıklanmışsa, girilen kelime(ler)i de veren hizmet.. Neyse işte, bugün işten geldim, açtım bilgisayarımı, azıcık sörf eyledim, sonra tıkladım stat'a. Bir de ne göreyim? Vatan evladının birisi, bugün saat 17.16 itibariyle Google'da, (aynen yazıyorum) "ankara sincanda seyar calışan oruspu noları" aramış! Aranan şeye mi yanayım, imla kurallarına mı yanayım, bunun Google'dan aranıyor olmasına mı yanayım, yoksa bu aranan şey üzerine ekranda blogumun, hem de ilk sırada, belirmesine mi yanayım bilemedim, a dostlar.

24 Şubat 2008

Zemin yeşillik, şekil köfte, keyif şahane!

Dün öğleden sonra, "haydi Bahçeli'de köfte yemeye gidiyoruz" denince başta bir miktar "aman köfte yemeye şimdi dolmuşa binip oralara mı gideceğiz, mik mik bik bik" diye bir miktar mızılandığımı, ama işlem tamamlandığında mızılandığıma pişman olduğumu itiraf ederek anlatmaya başlayayım en iyisi. "Köfte yiyeceeez" gazıyla Milli Kütüphane'de indik, delişmen güneş altında, 7. Cadde Podyumu'ndaki kalabalıkta ilerledik, sonra bir sokağa sapıp hemen orada "Roka" ile burun buruna geldik. Roka, mekanın adı, olayı köfte.. Minnacık bir kaç tahta masa, etrafına dizilmiş tahtadan yedi cüceler tabureleri. Pamuk prenses misali taburelere yerleşmeye çabaladık. Oturur oturmaz, güleryüzlü bir garson (garson demeyelim gerçi, Roka insanlarından biri işte), genelde tuhafiyecilerin kullandıkları paket kağıtlardan kocaman bir tanesini masaya serdi, üstüne de naylonu yaydı gayet profesyonelce, sonra bir koşu gidip elinde büyükçe, altından sular sızan bir kevgirle geri döndü. Kevgirin içindeki "yeşilin binbir tonu, kırmızının en ışıltılısı" misali kütleyi masaya boca etti: tertemiz yıkanmış marullar, yeşil soğanlar, roka, maydanoz, taze nane, tere.. üstüne serpiştirilmiş şu minnacık domateslerden bir demet. Biz gözler faltaşı, yeşiilliğin üzerine sıkılan bolca limonu da ağzımız sulanmış halde izledikten sonra, hemen ardından gelen ayranla birlikte yeşilliğe dalıyoruz. Tertemiz yıkanmış olması ayrı bir incelik, hiç özensizce değil.. Önüme bir miktar tuz döküp tereleri tuza banıp ağzıma atarken, Ayaş'ta kuyucak günlerimiz geliyor aklıma.. Kuzu misali yeşillikte yayıldığımız, dillerimiz yemyeşil birbirimize gösterip kıkırdadığımız, "ayyy anneanne şuna bir şey de" şikayetlerimiz.. Hayallerden sıyrılmama yardımcı olma amaçlı olsa gerek, birkaç dakika içinde, yaklaşık 8-9 cm. çapındaki börek kıvamındaki ekmeğin arasına serpiştirilmiş ağızda eriyen cinsten köftelerimiz önümüze konuyor. Bu arada bol bol, arada servis edilen közlenmiş sarmısakları ve domatesleri yutuyoruz. Yavrularını besleyen anne misali, biz sevinçten dört köşe oldukça garson abi de keyiflenip, gülümseyerek izliyor bizi.. Yumuşacık ve lezizzz köftelere yumulup muhabbete dalıyoruz, muhabbetin sonunda onca soğan ve sarmısağı tüketen bünyeler olarak, dışarıda bize sataşan olursa "hohhhlamak" suretiyle düşmanı geri püskürtebileceğimizden emin, çaylarımızı yudumlamaya başlıyoruz. Çayları yudumlarken, garson abi gelip, iki hamleyle, kocaman paket kağıdını sofra bezi gibi toparlayıp götürüp çöpe atıyor. Bunca pratiklik bizi mekana daha da hayran bırakıyor. Karnımız tok, sırtımız pek, iyi dileklerle, teşekkürlerle ayrılıyoruz. Bu yazıyı okuyanlara, orjinali sanayide bulunan, şubesi Bahçelievler-7. Cadde'nin hemen yamacına kondurulmuş, 22. sokaktaki Roka'yı içtenlikle tavsiye ediyoruz..

21 Şubat 2008

Masal'da II. Perde

Esas kız ve esas oğlanın yaşamlarında, "masal" ın büyüsü artarak devam ederken, günler geçmiiiiş, geceler geçmiş. Uçsuz bucaksız kocaman saraylarda meşaleler yakılmış, görkemli kırmızı halılar üzerinde soytarılar taklalar atmış, önce yavaş yavaş, sonra hızlana hızlana davullar çalmaya başlamış. Evet, artık vakit gelmiş.
Günlerden bir gün, gecelerden bir gece... 8 Şubat 2008'i 9 Şubat 2008'e bağlayan gece, bir kaç saat önce ailesinin yaşadığı şehre adım atmış olmanın verdiği keyifle, mutfakta annesi ve kız kardeşleriyle bir yandan kıkırdayıp muhabbet ederek, bir yandan göz ucuyla bir dizideki işkence sahnelerini içi acıyarak izleyerek, öte yandan da içinde bir his "hadiii hadiii" diyerek, kıtlıktan çıkmış bir halde patlamış mısır atıştırmakta olan esas kız, anneyi garantilemenin ardından, "yeppp!" diyerek ayağa kalkmış ve babasının çalışmakta olduğu yandaki odaya dalıp, bir süredir kendilerinde kalmakta olan babaanneyi uyandırmama gayretiyle, en cici sesini takınarak, "babacımmmm, ailecek bir şey konuşmak istiyorum, birazcık buraya gelebilir misin?" demiş...
Esas kızın babası hem şaşkın, hem meraklı, "gecenin bir yarısı konuşulacak bu önemli mevzu ne ola ki?" düşüncesiyle mutfağa gelmiş, muhtemelen bir anlam veremediğinden, anneyle bakışıp gülümseşmişler.
Bu sırada, esas kızın kalbi pıtpıt atmaktaymış. Mevzubahis konu, esas oğlanın ve masalın varlığıymış. Bu, zaten yeterince heyecan verici bir mesele olmakla birlikte, kalbini daha da pıttırtan mesele, esas kızın babasının bu mevzuya nasıl bir tepki vereceğiymiş. Rivayet oymuş ki, esas kızın babası, bir akademisyen olmasına karşın ve olmasının yanı sıra, hayli milliyetçi-muhafazakar değerlere sahip (varan 1, kısaca m²), üç kız babası bir ebeveyn olarak bırakın "erkek arkadaş" kavramını, "erkek sinek" kavramına alerjik (varan 2), kızları ayrı şehirlerde okumuş, kendilerine ait evleri olmuş, her biçim yurt içi-yurt dışı seyahatler etmiş, sosyal aktivitelere, topluluk-dernek işlerine girmiş, bunlardan da haberdar ve destekleyen bir baba olmasına karşın, "benim kızlarımın erkek arkadaşları olmaz, olamaz!" gibi bir düşünceyi benimsemiş ve inanmış (varan 3, savunma mekanizması: inkar) , öte yandan, belki bunların, ha bir de dengeleyici bir eşin de etkisiyle, son derece sevimli, şirin, esprili, iki dakkada abuk ama feci kafiyeli şiirler yazabilen, artistik yetenekleri olan, çoğu kişinin de "film adam" olarak nitelendirdiği bir adammış.
Esas kız, haftalardır esas oğlanla yaptıkları provaları unutup, söze başlayacağı sırada hımılayıp hümülerken, aniden bir delü yiğit cesareti gelmiş, birden "eveeet, konu başlığı evlilik!" demiş, muzipçe anneye bakan babayı görünce biraz daha gevşeyip, "babacığım benim bir arkadaşım var, benimle evlenmek istiyor" deyip, olaya tam bir "ay şekerim valla, senle evlenicem diye tutturdu, ne haberim var ne bişiy" gibi bir anlam yükledikten sonra, aradan sıyrılıvermiş. Anne gülümserken, baba hımmmlayıp, yüzüne takındığı aşırı ciddi ifadeyle birlikte, pamuk gibi bir ses tonuyla ve bir mektuba başlar gibi, "kızım, öncelikle bunu bizimle paylaştığın için teşekkür ederiz ve evet şimdi öt bakalım" diyerek, esas oğlanın adı, sanı, işi, gücü, ailesi, memleketi, ıvırı, kıvırı hakkında sorular sormuş, anneyle birlikte.. Esas kız, iyice rahatlamış haliyle, ha bir de ezelden gevşek çenesiyle, fıttır füttür detayları anlatırken, esas oğlanla ne zaman, nerede, nasıl tanıştıklarını öterken, bir ara babanın cüssesi "sen bu çocukla bir miktar gezip tozdun galiba" cümlesiyle beraber bir miktar sallanmış (bkz. varan 1, 2, ve 3'ün çöküşü) ama yıkılmadan diğer detaylara geçilmiş. Esas kızın kız kardeşlerinin de "ay şöyle biri babişko, böyle biri annişko" şımarıklıklarıyla, olay bir güzel rapor edilmiş. Yaklaşık 1 saatlik bir konuşmanın ardından, açık sözlülükler, açık yüreklilikler, teşekkürler, kıkırdamalar ve hmmlar, hümmlerle tamamlanan konuşma, esas kızın ailesiyle esas oğlanın tanışmasının bahara doğru gerçekleşmesi temennisiyle son bulmuş. Esas kız, "yahu hiç korkmama, tırsmama, ayyy nolcek aceba endişelerime gerek yokmuş! en büyük çocuk olmak ne zor bir şey, en kritik deneyimleri ilk ben öğrenmek zorunda mıyım hep yaa?" diye bir yandan sevinerek, bir yandan tomuşarak uykuya dalmış...
Şimdilerde esas kız ve esas oğlan, pır pır, baharın gelişi ve güzelliğiyle gerçekleşecek olan, "esas oğlan-esas kızın ailesi tanışma seremonisi"ni bekliyorlamış.
Bakalım, bakalım.. Daha neler olacakmış?

14 Şubat 2008

Çocukluğun soğuk geceleri

"Çocukluğun Soğuk Geceleri", Tezer Özlü'nün en sevdiğim kitabı. Ama bu isim bana daha çok istismara, özellikle de cinsel istismara maruz kalan çocukları hatırlatıyor. O yüzden çok üşütüyor bu isim beni. Çok öfkelendiriyor, öfkelendirince titretiyor, dişlerim birbirine vuruyor, çok üşütüyor.
Bir öğleden sonra bilirkişi olarak apar topar atanmamın ardından, ertesi sabah duruşma öncesinde H., tanıklık yapacak küçük kız kardeşi, annesi ve gayretli avukatlarıyla baronun çocuk hakları kurulu önünde buluşuyoruz.. Etrafına ürkekçe bakınan H.'yi alıyorum ilk olarak, görüşme odasına. Öyküsünü önceden öğrendiğimden, ilk kendimi tanıtıyorum, onu tanımaya çalışıyorum, neden orda olduğumuzu anlatıyorum, nereye gideceğimizi, nasıl konuşacağımızı, nelerin bizi beklediğini anlatıyorum. İfadesinin alınacağı duruşma salonundan bahsederken, benzetmelerime birlikte kıkırdıyoruz, belli ki ittifak tohumlarını atmaya başlıyoruz. Sanığı, yani 4 yaşından beri H.'ye cinsel tacizde bulunan ve ilkokul 5'ten bu yana da tecavüz eden üvey babasını, ifadesi esnasında salondan çıkarttıracağımı söylüyorum. Hemen,"annemi de dışarı çıkarttırın, onun yanında anlatamam" diyor, aynı anda iki damla yaş iniyor gözünden. En marazlı yanım, karşımda ağlayan olunca gözlerimin dolmasını engelleyememem, bazen işlevsel olsa da, onun yanında güçlü biri olduğumu ve onu koruyacağımı hissettirmeliyim, gözlerimi kocaman açarak, yaşları içeri alıyorum.
Kısaca kardeşiyle de konuşup, bilgilendirme ardından, duruşma saati gelince ağır ceza mahkemelerinin bulunduğu bloğa ilerliyoruz. Ağabeyi, dayıları, kuzenleri de gelmiş. Güvenlik amaçlı. Zira üvey babanın ailesi, niyeyse, ordu gibi basmaktalar duruşmayı.
Tutuklu getirilince, duruşma salonuna giriyoruz. Tapınak gibi bir salon. Kocaman, tavanı yüksek. İnsan her koşulda ürküyor. Başkan, üyeler ve cumhuriyet savcısından oluşan mahkeme heyeti o kadar yüksekte oturuyor ki, onlara bakarken kafayı enseye yapştırmak gerekiyor.
Sanık geldiğinde öfkem ve yumruğu çakma hissiyatım artıyor. Hep kızdığım şey, yumruğu çakma hadisesi, niye tüm benliğimi sarıyor?
Sanığın etrafını saran erkek egemen jandarmalar.. Düğün salonu sahibine benzeyen mübaşir.. Herkes yerini alıyor. Kimlik tespitlerimiz yapılıyor. Duruşma gizli yapılıyor.
Önce H. ayağa kaldırılıyor. Avukatı ve ben hemen kalkıp sanığın dışarı çıkartılmasını talep ediyoruz, müşteki annenin de.. Başkan neyse ki pürüzsüz, kabul ediyor. Etmeme ihtimalinde zihnimde hazırlamakta olduğum gerekçe öbeklerine gerek kalmıyor.
H. ayakta.. Bense yanında dikiliyorum. Savcı uzaktan oturmamı işaret ettiğinde itaat ediyorum. Başkan, soruları ard arda soruyor. Irzına geçmek, nerene dokunmak, sen napıyordun demek, zorlamalardan-dayaktan söz açmak soruları beni parçalıyor, kimbilir H. kaç parçaya ayrılıyor. Ama şimdilik metanetli, güzel güzel cevap veriyor.
En son "neden kimseye bir şey söylemedin?" sorusu gümbürdeyerek geliyor. En sevmediğim soru, en hassas sorulması gereken soru, tabii ki en patavatsız biçimde soruluyor. H.'den boğuk bir "korktum" sözcüğü çıkıyor, şimdi ağlamaktan konuşamıyor.
Elini tutuyorum, oturuyor.
Psikolog hanım diyeceğiniz bir şey var mı?
Bıraksalar iki saat anlatırım.
Evet diyorum.
H.'nin nasıl incinmiş, örselenmiş bir çocuk olduğundan, flashbacklerinden, uyku sorunlarından bahsediyor, istismara uğramış olduğunun açık olduğunu dile getiriyorum. Sonra, iyice vurgulayarak ekliyorum: Cinsel istismara uğrayan çocukların niye bunu kimseye söyleyemediklerini, maruz kaldıkları olayı nasıl başta anlamlandırmaadıklarını, anlamlandırabildikleri yaşa geldiklerinde korku ve tehditle nasıl sindirildiklerini, yoğun suçluluk ve utanç duygusuyla da çok geç ifşa edebildiklerini söylüyorum.
Heyet başını sallayarak dinlerken, tüm dosya açığa kavuşmuş gibi hissediyorum.
Kısa-süreli belleği enfes çalışan başkan, söylediklerimi aynen tutanağa geçirtiyor.
Ancak asıl ızdırap şimdi başlıyor.
Kendini amerikan filmlerinde sanan ve avukatçılık oynadığı apaçık, gümbürdeyen sesine kalem sallamalarının eşlik ettiği sanık avukatı, sorularını sormaya başlıyor.
Evet o da işini yapıyor, soracak, ama karşısında bir çocuk olduğunu asla unutmayacak.
Bir kaç, nereye varacağını yordayamadığımız sorunun ardından, haykırarak ve suçlayarak cinsel ilişkiyi tarif etmesini istiyor çocuktan; belli ki, çocuğun anlatımından "aha bu değil ki, müvekkilim yapmamış" diyecek, hmm çok zekice.
Ben soruyu duyar duymaz, cesaretime hayran, kendimi ayakta buluyorum: cılız sesim gayet gür ve net: "müdahale etmek zorundayım, bu soru çocuğa sorulamaz!" diye avukattan beter kükrüyorum.
Başkan soruyu reddediyor, inciler ardı ardına dökülüyor.
H. bu kez daha bir güçlü, daha bir dik, abuk sorulara yanıt veriyor.
Neyse ki ızdırap bir süre sonra bitiyor.
Ağabeyi; küçükken geceleri kardeşinin çığlığıyla uyandığında, kardeşinin yanında üvey babasının bulunduğunu, kardeşini ağlarken gördüğünü, üvey babasının "kabus görmüş" diyerek onu yatağına gönderdiğini,
kız kardeşi; ablasıyla oyun oynacağı zaman babasının ablası H.'yi yanlarından alıp çekip bir odaya götürdüğünü, onu da "git oyuncaklarıyla oyna" diye azarladığını söylüyor.
İçimiz ürperiyor.
H. geçen yaz artık dayanamayıp, neyse ki bir arkadaşına durumu açıp da intihar edeceğini söylediğinde, arkadaşının öğretmene söylemesiyle evden alınıyor. Şimdilerde, bu durumu yıllardır nasıl fark edemediğine yanan ve evlere temizliğe giderek çocuklarının ihtiyacını karşılamaya çalışan acılı annesi, ağabeyi ve kız kardeşiyle, güvenli bir evde yaşıyor.
Sıkı bir psikolojik destek alıyor.
O soğuk geceler, ardında parça parça, örselenmiş bir çocuk bırakarak, sona eriyor.

06 Şubat 2008

Adliye koridorlarından sofistike manzaralar..

Geçen hafta arası görüşme yapıyoruz duruşma salonunun yanındaki odada, görüşme yaptığımız adam hakkında bol bol cinsel şiddet iddiası var, adamın tek cevabı "hadi ispatlasınlar ablacım" olunca haliyle bana fenalıklar basıyor, afacanlar koşarak üzerime üzerime geliyor, adam sesini yükselttikçe ben yükseltiyorum, aynı soruyu farklı şekillerde sorup hiç bir soruma yanıt alamıyorum, yanda duruşma salonunda tanık dinlerken seslerimizden rahatsız olan hakime hanım uyarmak için mübaşiri gönderiyor, mübaşir kafayı yedirtecek şekilde aklınca bize öğüt veriyor, zittir git demek istiyorum münasip kaçmıyor, o soğukta camdan yakıcı bir güneş vuruyor filan. Bir anda dellenip ayağa kalktım, "Ali Hımbır Bey, görüşmeyi burada bitirelim, biz sizi ararız tekrar" deyip tokalaşmak için elimi uzatarak, görüşmeyi gayet faşizan bir biçimde bitirmiştim ki, dışarıdan bir anda şimdiye dek böylesine rastlamadığım bağırış çağırış seslerinin yükselmesi bir oldu. Adam odadan çıktı, ben de elimde dosyayla çıkıp Yıldız Hanımcığımın odasına gidip, kimsecikler yokken bilgisayarında bir raporun değerlendirme kısmını yazıp, arada insanın içine su serpen evlat edinme davalarından birinin yolunu tutacağım, Batıkent'e doğru..
Neyse, bu planlar dahilinde kapıyı açtım, amanın ne mümkün dışarı çıkmak! 7., 9., 2., ve 3. aile mahkemelerinin bulunduğu 4. kattaki bizim koridorda bir feryat figan, muhtemelen 3. aile mahkemesinde tanıkların dinlendiği davada taraf olan bir güruh kadın ve erkek, küfürlerin eşlik ettiği bir ahenkle topluca yuvarlanıp kütle halinde güreşiyorlar! Normalde kavga sesleri duyunca tüm kalemlerdeki zabıt katipleri, yazı işleri müdürleri dahil hiç bir işe koşturmadıkları bir hızla koridora çıkarlar, gülerler, "ay bak bak nasıl vuruyor" filan derler, birileri polis çağırır, aşağıdan polisler gelir filan. Genelde beni gerdiğinden bunlar, önceleri çıkmışlığım ya da çok rastlamışlığım yoktu, ve fakat bu seferki insanı dayanılmaz biçimde kendini izlemeye davet etmekte, çünkü ortalıkta acayip bir şey yaşanmaktaydı.. Kavgayı ayırmak için araya giren kişiler, boşanmakta olan ve fakat bunu bile beceremedikleri açık karı-kocayı ve ekürilerini birbirinden ayırmışlardı ki, adamın karısına tükürükler eşliğinde savurduğu okkalı bir "oorrroo.....uuuuuu" (dikkat, her harfte üç harf vurgusu olacak) küfrünün ardından, kadının da onca dağılmış saçına başına rağmen altta kalmayıp en yüksek tonundan bir "boynuzlu köpeeeeek" diye bağırmasıyla bir anda etrafa saçılmış kütle yeniden toparlandı ve yuvarlanarak yumruklaşmaya kaldıkları yerden devam ettiler. Bense elimdeki kalın dosyaya can hıraş sarılmş, ağzım açık, gayet ebleh kavgayı seyredip, "ayyy!" sesleri çıkarıyordum ki, bir anda merdivenlerden hiç bu kadar kalabalık görmemiş olduğum adliye polisleri ellerinde telsizleri cızırt cızırt ek polis desteği isteyerek allah allah nidaları eşliğinde yuvarlanan kütleye doğru atağa geçtiler.. Allahım ne manzara! Her görüşümde tırstığım bir polis var, feci kaytan bıyık, iri kıyım bir abi, yolda görsem hapishane kaçkını diyebileceğim türden, onun böğürtüye yakın naraları bile fayda vermedi, yaklaşık 6-7 dakika sonra ancak ayırabildiler. Ki bu işi de milletin saçını çekerek, bir tanesinin yakasından tutup kaldırarak, ağızlarını kapatarak zor yapabildiler. Sanırsam polislerden birinin parmağı kırıldı, kavga edenler arasında dudağı kanayanlar, kaşı açılanlar.. Sonra tüm ahaliyi, ellerini arkadan tutup, kimini kelepçeleyip, enselerinden kedi gibi tutarak aşağıya, suçüstü kısmına indirdiler! Onca hengameye yerden kalkmış toza öksürürken fark ettik ki biber gazı sıkmışlar, bu sefer koridor ahalisi topluca öksürüğe tutuldu, aynı toz bulutu içinden ben de geçtiğimden, biber gazının insana vediği o korkunç hissi yeniden deneyimlemiş oldum. Oh, afiyet bal şeker ossun didim.
O gün onlar hakkında nasıl bir işlem yapıldı bilmiyorum, adliyeden nasıl çıktılar bilmiyorum, adliyenin 50 ayrı kapısından polis eşliğinde çıkarılmış olsalar da dışarıda birbirlerini yediler mi hiç bilmiyorum. Bildiğim tek bir şey var: topluca bir öfke kontrolü müdahalesine ihtiyaç duyduğumuz.. Yahu insan hakim karşısına çıktığı ve elde edeceği hakların kritikliği bakımından en şirin/efendi gözükmesi gereken zamanda hayvana dönüşebilir mi? Anlaşılan, pek de güzel dönüşülebiliyormuş, zati o dönüşüm nedeniyle eski karı-kocaların bitmemiş işleri de bir ömür kendilerine eşlik ediyormuş.

05 Şubat 2008

Blog yaşantım 1 yaşında!

"1 Ocak 1993'te, Ayça'nın bana yeni yıl armağanı" diye kenarına not düşmüşüm.. Fırtınalı ergenliğim süresince, özellikle de ilk kısmında, belki 150 defa okumuş olduğum İpek Ongun'un "Bir Genç Kızın Gizli Defteri" adlı kitabının girişine şöyle bir not düşülmüş:
"Bu anı defteri bana aittir.
Benim iznim olmadan defterimi
karıştıran veya okuyan, dünyanın
en terbiyesiz insanıdır.
Serra Noyan"
Bunu ilk okuduğumda, nasıl keyif almıştım.. Çok hoşuma gitmişti.. Herhalde ergenlikteki o ilk uyum ve baş etme problemlerimin bir uzantısı olan ayrışma çabalarıma karşılık gelen bu sözler, o süreçte günlük işine adım atan kardeşimin de etkisiyle beni enikonu bir günlükçü yapmıştı. Sonra gelsin ajandalar, gitsin süslü defterler.. Başucu kitabımın bu ilk uyarı cümlesi benim temel hedefim olmuştu: anne-babadan günlüğü kaçıracaksın! Ama nerdeeeeeeeee? Annem ve babam ne zaman odaya girdikerinde ben "o defter"e yazıyor olsam, yanıma yaklaşmazlar ve böylece çocuklarına ne de çok saygı duyduklarını ifade ederler, hatta babam işi oyuna çevirip bakmamak için geri geri yürür, kafasını gizler filan, tüm o "babayla çatışan genç kız" imgelemimi bozar, güldürür ve böylece de evde ben ve günlüğümün köşe kapmaca oynaması hayalim suya düşerdi. Evet suya düşerdi, çünkü günlükler hep başkalarının okuması için değil midir zati? Ben blog işini de böyle görüyorum galiba biraz. "İnternette yayınladığın bir şey için ne gizliliği ne günlüğünden bahsetmektesin bacım?" derseniz de, öyle ya da böyle tüm arızamızı, sıkıntımızı-coşkumuzu, o günkü duygu durumumuzu, olaylar üzerinden olsa bile ve ara sıra yapsak bile, her şeyimizi yansıtıp ortaya döküp, diğerlerinin okumasını umup, yorum isteyip, paylaşmıyor muyuz? Küçükken tuttuğumuz günlüklere dahi her şeyi açık açık yazamayıp kodlar, takma isimler, hayali dünyalar yaratıp, abuk subuk yazıyorduk da şimdi aynı şeyi devam ettirmiyor muyuz? Blog=günlük işte.. Belki şimdi konular değişik, e o kadar olsun azıcık, büyüdük. Bana uyuzluk yapanı değil, uyuz olduğumuz her şeyi yazıyoruz şimdi, ekonomik, politik, kültüreller dahil.. Hoşlandığımız çocukları kodlamıyoruz, aşktan-meşkten bahsediyoruz.
Velhasıl, "Bir Genç Kızın Gizli Defteri"nden üniversite yaşantıma uzanan ve üniversitenin son iki yılında iyice yavaşlayıp, sonra arada bir konu başlığı not düşülen ihanet edilmiş defterlere dönüşen günlüklerimden sonra, umut'un yaşamıma girmesiyle blog, yaşamıma girdi; umut ve blogla birlikte, yeni&güzel insanlar tanımamla birlikte, devreye didem'in, anıl'ın, ezgi'nin günlükleri girdi.. Sonra benim kardeşim-notengolugar pörtledi, ardından aslı mutlu olduğu zamanları kelimelere dökemediğini ifade edip, mutsuz zamanlarını döktürdü, neyse ki arada bir. Berfu öykülerini blog üzerinden paylaştı.. Bu sırada umut'un listeden şamil'i, fatih'i, ümit'i takip eder oldum. Sonra bilge hollanda'ya gitti, orda döktürmeye başladı, ardından alper, o yazmayı durdurmuş olsa da, neyse ki sevinç ordaki yaşamını en çıtır haliyle rengarenk aktarmaya başladı.. uzun zamandır yazıp da yayınlamadığını sonradan öğrendiğimiz özge'nin blogu çıktı sonra meydana.. En sevimlisi, deniz hanımefendi daha yaşına basmadı, hepimizden güzel blogu var.. Bilge bir gönderisinde, "aynı anda 10-15 arkadaşla mektuplaşmak gibi bu blog işi" demiş.. Öyle valla!
İşe geç gideceğim günlerde kahvemi alıp, bilgisayar başına oturup, elektronik posta kutumu (türkçeme dikkat çekiyim istedim) henüz açmadan bloglara bakıyorum. Yeni bir şeyler gördüğümde keyifle okumaya dalıyorum. Modern dünyada, arkadaşlarla en ekonomik ve hızlı haberleşme şekillerinden biri bu blog, zaman kazandırıyor hem de. Yaşasın blog! demeden önce, baktım ben de şubat-2008 ile birlikte bir yılı tamamlamışım. Kimi zaman, 1 ay içinde epey döktürmüşüm, kiminde kısa özet geçmişim. Kiminde içimi dökmüşüm, kiminde mutluluğumu paylaşmışım. Kiminde haber salmışım, kiminde mesaj vermişim.. Kiminde kiminde derken, yazının sonuna gelmişim:P

02 Şubat 2008

Post-dolmuş psikozu

Dün gece 23.00 civarı Kızılay'dan Yüzüncüyıl dolmuşuna bindik Umut'la, kafalar hafif leyla, kendimizi ikili koltuklardan birine attık. Hemen ellerimiz ceplere gitti, bozuklukları ortaya çıkarıp 3 ytl dolmuş parası denkleştirmeye çabaladık. Berfu ve Ozan'la Mülkiyeliler'de geçirdiğimiz bol esprili, bol dedikodulu, bol kahkahalı, bol ergenekon'lu, bol üniversitelerde türban meseleli sohbet ve helecanlı tartışmaların da etkisiyle keyfimiz gıcır, cepleri kurcalarken, baktık şakır şukur bozukluklarla ortaya sadece 2,2 ytl gibi bir şey çıkıyor ve elde sadece bir 50'lik var, onu uzattık mecburen "2 kişi" diye.. Kaytan tipli, yağız, dolmuş bir o yana bir bu yana giderken kendi de aynı şekilde koltuğuyla savrulan, genç irisi dolmuş şoförümüz 50'liği görünce yerinde önce bi miktar kıpraşıp, pek hoşnutsuz bir sesle "50'yi gönderenler! bozuk yok mu kardeşim" diye çemkirince Umut en sevimlisinden bir sesle, "valla baktık hocam, çıkmadı" derken ben de sanki görüyormuş beni gibi kafamı sallayıp onay verdim. Çoktan başlamış olan yolculuğumuz Milli Kütüphane'yi de tamamlamış, Balgat istikametinde devam ederken, herkesin para üstünü göndermiş olan genç irisi şöfer, koltuğunda hayli huzursuz, bir o taraf bir bu taraf hümüler iken, biz elde cüzdan para üstünü beklemekteydik. Ta-tamm! işte o en huzursuz zaman dilimlerinden...
Bendeniz, dolmuşları, şoförlerini, dolmuş yolculuklarını, polis ihtimali belirdiğinde yere çökmeyi, dolmuş ahalisiyle etkileşmeyi seven, dolmuş hastası, tasta çorbası biriyimdir. Dolmuşa binmek benim için güzeldir. Şikayet etmediğimdir. Ama tek bir itirazım vardır: Para üstü beklemek.. İnsanı istemediği halde geren, diken üstünde oturtan anlar.. Anlamlı bir para verirsiniz, döndü mü dönecek mi, bir şey sorsa duymazsınız, inmeye yakın söyleseniz cevap gelmez, inerken "ben şunu vermiştim, üstü var" dersiniz, "niye önce söylemiyon" diye azarı yirsiniz, inene kadar bir kaç kez söyleseniz adam bindiğinize pişman eder; alacağınız para üstü bişiye benzemez, bu sefer herkes "hocam şunun üstü vardı" derken siz de istersiniz, sizinki gelmez, geri alacağınız kuş kadar parayı tekrar tekrar söylemeye bu kez utanırsınız filan. Dolmuşun para üstü bekleme kısmını sevmem. Parayı net ayarlayıp binmek gerek, o da her zaman denk gelmez işte namıssız..
Neyse, bizim tek elde cüzdan, taş gibi 50'liğin üstünü beklerken ve yağız dolmuş şoförümüz de tıslayıp kımıldanırken, pazara yaklaşmaya yakın, umut'un ses muhtemelen asabi çıkacağından, ben en cici ve kibar sesimle, "ay hocam 50'den 2 kişi vardı" dedim ve koltuğumuza pısıp beklemeye başladık.. zım zım zım zım. Şoför, kafayı iki yana sallayıp öfleyerek muhtemelen kendi gibi tombalak parmaklarıyla, şakır şukur para saymaya girişirken ve biz de gerekli müdahaleyi yapmış olmanın verdiği rahatlamayı yaşarken, para üstümüz geldi efenim: geriye gelmesi gereken 47 ytl, koca bir tomar şeklinde, 7 adet 5'lik ve 12 adet 1'lik olarak adeta alay edercesine elimize sayıldı! Parayı zor bela avuçta toparlamaya çalışırken, zaten ineceğimiz yere gelmiş ve zank diye duran dolmuştan fazla sinir bozucu, pasif-agresif şöfere bir laf dahi sokamadan inmek zorunda kalmıştık..
Umut'un psikoz o esnada patladı işte: ben 1.90 boyunda 150 kilo olcaktım ki bak noluyodu, dıııııııııt, dııııııııt, görürdü o gününü ne demekmiş böyle saygısızlık yapmak, dııııııııııt, aklı sıra tavır yaptı hayvan, dııııııııt, gör bak kalabalık olsak noluyodu, dııııııt, böyle durumlarda elitist olunmaz da nolur?, dııııt, dıdıdıdııt dıdıdıdııııt, o hayvanın oyu da 1 oy, benimki de 1 oy, dıt da dıt..
Ne yaptıysam durduramadım.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...