30 Mart 2007

yüzünü dökme küçük kız...


yüzünü dökme küçük kız
bırak üzülmeyi
yalnız sen misin bir düşün
unutan sevilmeyi
her siyahın bir beyazı
gecelerin gündüzü de vardır
yüzünü dökme küçük kız
kızma onlara
yalnız sen misin bir düşün
zincir oranda buranda
her tutsağın bir kaçışı
uykunun uyanışı da vardır
yüzünü dökme küçük kız
yaşamın anlamını bul
sonra dinle kendini
yolunu bil
her siyahın bir beyazı

gecelerin gündüzü de vardır

29 Mart 2007

Kuzen Toplantısı...

Dün akşam uzun zamandır planladığımız bir şeyi gerçekleştirerek, sevgili büyük ebeveynlerimize ait 16 torunun, Ankara'da yaşayan 4'ü olarak, evli olanımızda bir araya geldik.. Dört hatun kişi bir araya gelince ne olur? Kadına atfedilmiş her şeyin muhabbeti olur elbette: Kallavi bir akşam yemeği sofrası, masada başlanmış gündeme önceden iliştirilmiş dedikodu maddeleri, fazlaca yenen yemeğin ardından, sofra keyfi bitince salon kısmına geçerek şarapların açılması, cips kaselerinin sehpaya özenle yerleştirilmesi, dudakları kapkara yapan cinsinden çekirdek, hayvanlaşınca yere fırlatılmış çekirdek kabukları, çekiştirilen kocalar, sevgililer, nişanlılar, yaklaşan bir düğüne ait ne varsa (kına gecesi, gelinlik, organizasyon), tabii ki kıl-tüy-epilasyon muhabbeti, jinekolog anıları, bol kahkaha, yandan yemiş modern dans gösterileri ve kahve falı..
Fark ettik ki büyümüşüz biz.. En küçüğü 15, en büyüğü 40, 16 kuzen olmuşuz.. Son hatırladıklarımız, kırk yılda bir, yaz tatilinde, bir araya denk gelen kardeş çocukları olarak, büyükbabamların evinin önünde, caminin dibinde, büyükbabamdan "höyyt!" azarı yeme riskini göze alamadığımızdan, azıtmamak ve cozutmamak adına kendimizi tutarak oynadığımız yerden yüksekler, saklambaçlar; balonların içine su doldurup kimde patlayacağını merak ederek birbirimize fırlatırken, en hassas eniştemin kafasında patlayan balonlar, acıkınca evin gelini anneciğim tarafından elimize tutuşturulan dut dibi siyerler ya da içli gözlemeler; bir spektrum halinde yaşadığımız ergenlik döneminde, babaannem ve büyükbabamların ilk evlilik zamanlarına ait nostaljik bir karyolanın bulunduğu, eskiden un-şeker-ceviz çuvallarının, yemişlerin, meyvelerin, her türlü gıdanın saklandığı, "kiler" olarak adlandırdığımız ufak odaya doluşarak "eki eki" kikirdemeleri eşliğinde yaptığımız ilk aşk itirafları... Gece yatmadan önce "kilerde ben yatacağım!" kavgası..
Şimdi büyümüş, "kimin boyu seneye daha uzun olacak" konulu yarışmalarımızı aşmışız.. Birbirini tuvalette gözetleyen tıfıllar gitmiş, yerlerine iş-güç-eğitim sahibi genç kuzenler gelmiş.. Yıllar geçmiş, her şey ne de feci değişmiş!
Bu feci değişiklikler fark edildi dün, sonra "büyümemize!" diyerek şaraplardan birer yudum daha alındı, kaldığı yerden dedikoduya devam edildi...

27 Mart 2007

"Şeytan okuyabildiğimizden daha hızlı yazıyor"

Çok güzel bir 2007 ajandam var artık: Metis Yayınları ürünü olan bir cadılar ajandası! Evet, yılın 3 ayını geride bırakmış olmamıza rağmen, ben ajanda muhabbeti yapıyor olabilirim ama bu durumun tek nedeni, akıllı kardeşimin böyle bir ajandanın hastası olacağımı yeni keşfetmesidir, maalesef:) (bilmem mesaj alındı mı? Ablanın sevme ihtimali yüksek şeyler hemen satın alınacak, fiyatı üzerinden itinayla sökülecek, güzelce paketlettirilip ilk fırsatta ablaya sevgi sözcükleri eşliğinde hediye edilecek!)
Efendim ajanda, bir aile mahkemesi psikoloğu olarak tam bana göre! Rengi mor, kağıdı saman.. Bunlar meslekle alakasız tabii, neyse onları geçiyorum.. İçinde pek faideli bilgiler mevcut.. Yaklaşık her günün, her tarihin altında, o güne dair cadılık/büyü vs. işlerle nasıl bir alakası varsa "tarihte bu gün" tadında kısa birer not düşülmüş (mesela, 25 Mart, hem çaylak fırtınası, hem de 1199'da Papa III. Innocentus, engizisyon mahkemelerine resmen izin vermiş; daha o tarihe gelmedik ama epey kurcaladığımdan, 21 Nisan, Samsun-Vezirköprü-Bahçekonak Köyü'nde yağmur duasına çıkan halk, dualarının kabul olması için bir atın başını kesip üzerine Arapça yazılar yazarak kuyuya attılar, kaymakam soruşturma başlattı, 2001 tarihli Hürriyet, gibi). Ayrıca haftanın bilgisi, haftanın çok bilmişi, haftanın aklıselimi, haftanın büyüsü, haftanın muhteviyatı.., uzayan giden bir takım dipnotlar var..
Çok keyifli çok! Mesela Ocak ayının 2. haftasının büyüsü: Bir kimse bir kimseyi kendinden soğutmak için, o kişinin geçeceği yere kesilmiş tırnaklarını gizlerse, o da bu tırnakların üzerinden üç kez geçerse büyü tutarmış..
Bunların neden tam bana göre olduğu ve neden keyif aldığım hususuna gelince: Biz her ne kadar bu işlerin özellikle ortaçağa ya da epey geçmiş zamanlara, ya da en azından gizemli/primitif yaşam tercih eden alt kültürlere ait olduğunu var saysak da, yaşam deneyimi açısından bir deniz/derya olan aile mahkemelerinde görüyorum ki durum hiç de öyle değil! Üst düzey yöneticilerden, emniyet müdürlerine, hosteslerden doktorlara dek, bu büyü işine yaşamının bir noktasında bulaşmış ya da fazlaca zihinsel meşguliyet yansıtması ile bulaştırılmış pek çok "eğitimli" kişi mevcut.. Dolayısıyla da, duyduğum bazı yaşantılar karşısında ağzı açık kalan ben, ajandamı kullanırken bir yandan da nedir, ne değildir bu büyücülük/cadılık öğreniyorum..
Görüşmelerimde bizzat dinliyorum: Kayınvalidesi domuz yağı sürmesin diye yatak odası kilitleyenlerden, oğlu gelinine fazla bağlanmasın diye, oğlunun duşunun ortasına zart diye girip (evet, tam olarak zart!) elindeki tastaki bilmem ne içeren suyu oğlunun başından aşağı boca eden annelerden, kocası eve bağlansın diye, kocasının çayına kendi regl kanını damlatarak içirenlerden, dinlediğimde "neeaaaaggggghhhh?!?" tepkisi verdiklerimden bahsediyorum..
İşte bunların kuramsal temelini ajandamdan alıyorum;)

26 Mart 2007

RED ve kadın üzerine..


Ekim-2006'da yayın hayatına başlayan, yazı işleri müdürlüğünü geçmişte Radikal'deki sivri ve okuması pek keyfili yazılarından tanıdığım Hakan Gülseven'in yaptığı, sistemi reddettiğini ifade ve iddia eden, maalesef yeni yeni keşfedebildiğim aylık yayın organı RED, her Mart ve nedense sadece Mart ayında tüm medyanın yaptığı üzere, kadın ve kadına ilişkin olanlara yer ayırmış.. Şahsi gözlemim, yazıların son derece nitelikli oluşu.. Ataerkil sistemi eleştirirken dahi farkında olmadan ediverdiğimiz ve aslında düzeni nasıl da benimsediğimizi gösteren her hangi bir detay, bu dergideki yazıların hiç birinde atlanmamış.. Bu da yazıları çok kendine özgü, çok "duruş"lu bir hale getirmiş.. E ben de çok keyifle okuyuverdim hepsini bir solukta.. "Kadınım, söyle ben mutlu oldum mu?" ile Ceylanpınar'da kamyonun dereye uçmasıyla ölen kadınlar, kamyona doluşturulup, gün boyu çalıştırılıp, yevmiyesini kocasına teslim ettikten sonra ev işine başlayan kadınlar, "dışarıda" olan ama aslında "içeride"mi olan kadınlar, doğaya atfedilip kişiliksizleştirilen kadınlar, tarih boyunca herhangi bir tehlikenin nedeni oluveren kadınlar, dul olduğu için taciz edilebilirliği mazur görülen kadınlar, en aşağılık ve en rağbet gören küfürlerin namusundan ve cinsel obje olma hallerinden bahsettiği kadınlar, egemen kültürün diliyle hizaya sokulan kadınlar.. Çiğdem Özcan'ın yazısında harika bir tespit: O kadınlar devletin ya da zenginlerin lütfedip yoksullara dağıttığı erzak yardımları için kapıların önünde birbirlerinin üzerine çıkıyorlar, saç saça baş başa giriyorlar. Çünkü erkekler gururlu, erkekler şerefli. Hiç bir erkek iki paket makarna için birbirinin üzerine çıkmaz. Ama kadınlar çıkar, kadın o makarnayı alıp pişirmek zorundadır, yuvayı da makarnayı da dişi kuş yapmak zorundadır. Onur, şeref kadınlar için her zaman lükstür.

24 Mart 2007

Antonio Tabucchi'den "Düşler Düşü"...

"Sevdiğim sanatçıların ne gibi düşler gördüklerini hep bilmek isterdim. Yazık ki, bu kitapta sözünü ettiklerim, ruhlarının geceleri izlediği yolları anlatan birer yapıt bırakmamışlar bize" diyen bir notla kitabına başlayan Tabucchi, anlatılarının birer varsayım olduğunun farkında olduğunu belirterek ve "öte yanda" düş görmekte olan kitabın kahramanlarının bunu hoş göreceğini umduğunu dile getirerek devam etmiş.. Çok keyifli bir anlatımla, mimar ve havacı Daidalos'tan başlayıp, başkalarının düşlerini yorumlayan Sigmund Freud'la bitirerek, kitabın sonunda "bu kitapta düş görenler" başlığıyla kısaca yaşamlarından söz ettiği, tarihte iz bırakmış yaklaşık 20 ozan, yazar, ressam ve müzisyenin olası düşlerini sembolik bir biçimde anlatmış..
Düşlerinde kocaman saraylarda kaybolduğu, yarı hayvan varlıklarla karşılaştığı, inanılmaz sirk gösterileri izlediği, 5 aileyi 5 günde doyurabilecek kadar yiyeceği tek öğünde tükettiği, kağıttan gemilerle okyanusta yolculuk ettiği, köpek balığı midesinde başka insanlarla karşılaştığı şeklinde rüyaları betimlenmiş kahramanları okurken, kendime "benim en fantastik rüyam ne idi aceba?" diye sordum elbette..
Sanırım geçen yazdı.. Dedektiflik yapmak amacıyla babamın arabasını kaçırıyorum (broadway, 96 model, nasıl?;)), sonrasında da ehliyeti olmayıp direksiyon başına da hiç geçmemiş biri olarak, arabayı nasıl oraya getirdiğimi anımsamadığım için kendime küfrederek, devamlı yanlış hareketler yapıp kalabalık yolların ortasında kalıp, sonrasında da bir tünelde sıkışıp, "frustrated" haldeyken, birden arabanın zeminindeki deliklerden Fred Çakmaktaş misali ayaklarımı indirerek fiti fiti hareketlerle yola koyuluyorum ve eve dönebiliyordum..


"Tarihe adımı yazdıracaksam daha deli/dolu rüyalar görmeliyim galiba":) diyerek, kitabı naçizane tavsiye ediyorum..

23 Mart 2007

Yolculuk Halleri..

Yola çıkıyorum.. Epey kısa bir mesafeye gerçi, Eskişehir'e.. Hazırlanmak için eve geldim de, birden tüm üniversite yaşamım boyunca, özellikle de ilk yıl nasıl heyecanla bu yolculukları beklediğimi, nasıl özenle hazırlandığımı, aileye anlatmak için itinayla seçilmiş, hafızamda depolanmış yaşantılarımı anımsadım. Başta bitmek bilmeyen, sonra şehiriçi bir mesafeymiş gibi hissedilen Ankara-Eskişehir yolu.. 15 dk. öncesinde hazır olunan terminal.. Leman ya da Penguen.. Walkman.. Yolda mahcup etmesin diye çantaya depolanmış piller.. Tanışılan ilginç insanlar.. "Öğrenci misin yavrucuğum?" la başlayıp sonlandırılamayan muhabbetler.. Zamanla öğrenilen psikoloji okuduğunu söylememe muhteşemliği.. Aksi takdirde "ben normal miyim?" sorusuna ebleh bir yüz ifadesiyle karşılık verme.. "Tüh niye yanına oturmuşum, sen şimdi beni analiz edersin, keh keh" esprilerine karşılık zoraki gülümsemeler.. Terminalden babanın karşılamasıyla yol boyu evde hangi yemeklerin beni beklediğine ilişkin eğlenceli sohbetler.. Kucaklaşmalar.. Aile saadeti.. Elbet sonra asabi biçimde yurda dönüş ve tabii ki sonrasında seyrelen ev ziyaretleri:)
Zamanla çocuklukta edinilmiş güzel alışkanlıklarını yitirmiş ben (bkz. temizlik, düzen, dakiklik) büyüdükçe, otobüslere zor yetişmeye, son dakika duş alıp ıslak saçla yolculuk yapıp baş ağrısı çekmeye, hele yurtdışı yolculuğu iki saat öncesi nedense çorap yıkamaya, powerpoint sunu hazırlamaya, Havaşları ucundan yakalamaya başladım.. Bu durum nasıl düzelecek, bilmem.. Durumum iç açıcı değil sanırım, 17.30 otobüsüne bineceğim, hiç bir şeyim hazır değil daha, hehe:)

21 Mart 2007

Baharın İlk Günü..

Bu sabah mutluluğa aç pencereni
Bir güzel arın dünkü kederinden
Bahar geldi bahar geldi güneşin doğduğu yerden
Çocuğum uzat ellerini

Şu güzelim bulut gözlü buzağıyı
Duy böyle koşturan sevinci
Dinle nasıl telaş telaş çarpıyor
Toprak ananın kalbi

Şöyle yanıbaşıma çimenlere uzan
Kulak ver gümbürtüsüne dünyanın
Baharın gençliğin ve aşkın
Türküsünü söyleyelim bir ağızdan

Ataol Behramoğlu

18 Mart 2007

Çanakkale..

1914'te, Rusların Kafkasya sınırını geçerek fiilen savaşı başlatmaları, Osmanlı'nın da I. Dünya Savaşı'nın içine çekilmesi sürecinde, Ayaşlı bir ailenin iki erkek çocuğuna da cephe yolu görünür. Ahmet Doğu Cephesi'ne, Hüseyin ise Çanakkale'ye gider. Aradan ne kadar zaman geçer bilinmez, doğudan dönen ve üst düzey bir askeri görevli olan Ahmet, Çanakkale'ye giderek kardeşini bulmak ister. Çok zorlanılsa da, kardeşi Hüseyin'i, siperde, düşmanla arasında üç saf kalmış halde bulup getirirler. O kadar zayıflamıştir ki Hüseyin, kardeşini ancak gözlerinden tanıyabilir Ahmet. Orada kucaklaşır, hasret giderirler. Hüseyin, karısını ve kızları Sahure ile Müzeyyen'i ağabeyine emanet eder. Kendisinden de bir daha haber alınamaz, evine dönemez Hüseyin..

Küçükken, kız kardeşimle, büyükbabamın dizleri dibine oturup, katalize olmuş biçimde dinlediğimiz bu öykünün esas kahramanı Hüseyin, büyükbabamın amcasıymış.. Büyükbabamın sıklıkla anlattığı bu hikayenin sonunda düşen, gurur ile acıma arasında gidip gelen ses düzeyi, derin bir nefes eşliğinde "yaa işte böyle" diyerek susması bir yandan içimi burkar; bu tür hikayelerin hep başkalarına, başka ailelere ait olduğuna yönelik ön kabul dolayısıyla da, gerçekliği çok uzakmış gibi gelir, şaşar kalır, inanamaz, ama gururlanmaktan da kendimi alamazdım..

sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"gömelim gel seni tarihe!" desem, sığmazsın.

Saygıyla anıyorum..

17 Mart 2007

17 Mart: Savaşa ve İşgale Karşı Küresel Eylem Günü


7. Dünya Sosyal Forumu'nda alınan kararla, Irak İşgali'nin 4. yıldönümünde, tüm dünyada yapılacak eylemlerle "savaşa ve işgale dur", "başka bir dünya mümkün" denecek..

16 Mart 2007

Cuma Tembelliğim..

Bugün işe gitmedim.. Yazmam gereken raporları yazmadım.. Evimi temizlemeyi planlamıştım, baktım hala yaşanabilir görünüyor ortalık, ellemedim.. Sabahtan oturdum bilgisayarın karşısına.. Epey bir internet keyfi yaptım, bu arada küçücük masada biriken çay-kahve kupalarına, eti puf paketlerine, dişlenmiş elmalara dokunmadım.. Aksine hepsini iteleyip kocaman cips kasesine, rulokat kutusuna yer açtım.. Msn’de bir sürü gereksiz muhabbet.. Biraz kitap.. Düşünceler.. Ardından dalıverdiğim iki saatlik bir uyku.. Uyandım saat 3 olmuş.. “İşyerinden ararlarsa ne yalan söyleyiversem?” düşüncesi için bir miktar enerji harcadıktan sonra da, baktım ki bu tembellik seansı bana iyi gelmiş, yapmayı planladığım kekim için mutfağa yöneldim.. Reeperbahn eşliğinde, bağıra çağıra şakımak suretiyle, annemin tarif defterine yazdırdığı “tek yumurtalı kek”i uygulamaya geçtim.. “When you're in the reeeeeeeeeeeeeperbahn”.. Şimdiye dek 2 santimetreden öte kabarabilmiş kekler yapmayı başaramamış ben, yine istikrarlı bir performans sergiledim, üstelik kalıptan çıkarırken de bir güzel parçaladım.. Aylak aylak geçirdiğim bir günün ardından da, bir sürü bulaşık yıkayarak yorgunluğun dibine vurdum..

Pişman değilim, kendimle temas halindeydim..


13 Mart 2007

Özlem: Doğum Günü Çocuğu!

Özlemciğim,
Bilmem bu fotoğrafı hatırlar mısın? Bakıldığında bilinç altına itilmeye gayet müsait bir fotoğraf gibi görünmekle beraber (korkuncuz, değil mi? hehe), aslında fantastik Portekiz seyahatimizi, EFPSA kongresini, iki minik rakı, kuş lokumu ve bolca Kapadokya broşürüyle iştirak ettiğimiz kültür gecesini, artık elimize kim tutuşturduysa tipimizi kaydıran hamur mu et mi anlaşılmayan “gıda”yı, her defasında “bu ne yav?” dediğimiz muşi muşi dansını, Porto’da kayboluşumuzu, benim panikleyişime karşın senin her zamanki soğukkanlılığını ve elbette Lizbon Havaalanı’ndaki akli gerilik krizimiz neticesinde geçirdiğimiz küfür küfür esintili uzuuuuuun bekleyişimizi :) hatırlatıyor bana.. Sen yine pek uzaklarda, Finlandiya diyarlarındasın, ama bu kez bizden ayrısın.. Otuzlarımıza doğru dört nala koşarken, yukarıdaki çıtır (!) hallerimizi hatırlayalım istiyorum..
İyi ki doğdun şekerim :)

12 Mart 2007

Kültür Farkı

Adliyenin nezih ve sakin (!) kafeteryasında görüşme yapmaya çabalayan psikolog ile, boşanma dilekçesine "karımla aramızda kültür farkı mevcuttur, şiddetli geçimsizlik vardır" diye karalamış, en zengininden en çulsuzuna dek zevkle giydiklerine tanık olup "hanzo takım elbisesi" adını verdiğim, çubuklu pijama tadında kıyafetiyle görüşmeye gelmiş maço ve bıçkın abimiz arasında bizzat yaşanmış bir diyalogdur:
psk: eşinizle aranızda kültür farkı olduğunu söylemişsiniz, ne demektir kültür farkı?
abi: kültür farkı, ıııı, uyuşmuyoruz aplacığım..
psk: nasıl uyuşmuyorsunuz, uyuşmayan ne?
abi: (sol omuz geriye doğru atılıp) benim çevremdeki insanlar kültürlü insanlar aplacığım. benim arkadaşların hepsi en aşşaaaa ortaokul mezunu.. hanfendi giremiyor ki benim ortamlara!
psk: yuh! (demek ister, diyemez..)

08 Mart 2007

Namus Belası...

Ankara’nın dümdüz ilçelerinden birinde, bakımsız apartman binasının önünde taksiden iniyoruz. Girişte, zillerin karşısında isimler yazmıyor, neyse ki açık olan kapıdan içeri dalıyoruz… Girişteki dört dairenin kapısını çalıyoruz, nitekim birinden bir kafa çıkıp, “yönetici şu kat, şu numara” diyor.. Fısıldaşarak merdivenleri çıkıp, yöneticinin kapısını çalıyoruz.. Eşi olduğunu tahmin ettiğimiz sevimli yüzlü bir teyze kapıyı açıyor, karşısında kentli oldukları her hallerinden belli iki kadın..Kim olduğumuzu sorma gereği duymadan bizi içeri davet ediyor, “geliş nedenimizi elimizdeki pembe dosyadan anladı herhalde” diye düşünüyorum.. Tuvaletten yeni çıkmış, eşofmanı üstüne kanepenin kenarına rasgele fırlatılmış pantolonunu geçirmeye fırsat bulamadan sorularımızı yanıtlamaya başlayan yönetici amca, arada komşu dedikodusu tadında lafa giren karısını susturarak objektif biçimde “üst kattaki o aile”den ne gerekçeyle şikayetçi olduklarını detaylıca anlatıyor.. Harekete geçilmesi temennisiyle bizleri uğurlayan yaşlı çifte teşekkür ederek nedense ürkek biçimde iki kat yukarı çıkıyoruz, ve işte “o” zile basıyoruz.. içler acısı bir manzara karşılıyor bizi.. ayakları çıplak, bağrışan iki çocuk.. saçı sakalı birbirine karışmış, kirli paçaları sökülmüş, konuşurken ara sıra istemsizce gülen, muhtemel bir psikotik bozukluk tanılı yaşlı bir baba.. balkondan çamaşır toplarken çocukları ayırmaya çalışan yaşlı bir anne.. ortalık dağınık ve pis.. mevzubahis kadın, yani yaşlı çiftin kızları, yeni işe başlamış, evde yok.. yatak odasında kirli çarşaflar üzerinde oturarak yaptığımız uzun görüşmeler..kapının altından uzatılan resim kağıdına çizdiğim civcivleri boyadıktan sonra, “bi deee, pisi pisi yap” diyen, belki hayatlarında ilk defa ihtiyaç duyduğu gibi ilgilenilen, bağırtıları sessizliğe dönüşen çocuklar.. Mevzubahis kadın, evde olmayan kadın, iki küçük çocuğun anası, yaşlı çiftin en küçük kızları kontrol edilemiyor, hasta, menenjit geçirmiş 2 aylıkken, muhtemel bir sınır zeka; bilmiyor ki anne-babaya vurulmaz, minicik çocuğa tekme atılmaz.. Bilmiyor ki eve yabancı erkek gelmemeli, eve erkek gelirse anne-baba evden çıkarılmamalı, bilmiyor ki saç rengi her gün değiştirilmez, sarının en ahlaksız tonuna boyanmaz, mini etek giyilmez.... Aile darmadağın, dürtüleriyle mi uğraşsınlar menenjitli, erkekler konusunda kıt akıllı kızlarının, yoksa geçim derdiyle mi, yoksa kumar borcu nedeniyle ocağı sönen oğullarıyla mı.. Yoksa 55 yaş sonrası iki küçük çocukla mı.. Ama bu kadın bunu neden yapıyor? Kim para veriyor sevişsin diye ona? Bu kadın bu işi yapıyorsa bir alıcısı yok mudur? Bu kadınsa istenmeyeni/toplumca kabul edilmeyeni yapan, çocuğuna neden küfredilir? Neden bu aileye selam veren aile apartmandan taşınmak zorunda bırakılır? Bu aile nerede yaşayacak? Bu aile elbet bir yerde yaşayacak.. Çocuklar hep kavga edecek, dedeleri oğlunu düşünecek, anneanneleri akıl hastanesinde yatan öteki kızına yanıp duracak.. Apartmanın diğer dairelerinde oturan amcalar-teyzeler, apartmanın namusu konusunda gereğini yapmış olmanın verdiği huzur ve akşam yemeğinin tokluğuyla, televizyonda birilerinin iki hafta sürmeyen seviyeli birlikteliklerini izleyecek, iki çıplak baldır daha görecek, “namussuz” birilerini daha yakın çevreden temizlemenin verdiği dayanılmaz hafiflikle uykuya dalacak..

Yaşasın 8 Mart

ve yine de

bir tadımlık bu ömrün

yarısı bizimdir bu göğün

yani yağmurların okyanus kadar

çoğalmasıdır kadın olmak

toprağın bereketi gibi

ellerinin ayasında tutmalısın yüreğini

ve suya yazı yazar gibi işleyerek aşkı

soluksuz örtülerini yer ile göğün

gergefinde nakışlamaktır kadın olmak


Azime Akbaş/Meral Vurgun

06 Mart 2007

Elişi

"savaş haberleriyle dolu
renkli gazete sayfalarını
katlayıp bir çocuk üstüste
kesiyor özene bezene
elindeki makas ile

ve insanlar oluşuyor kağıttan
tutuşmuşlar elele"

Sunay Akın

01 Mart 2007

Geç olsun güç olmasın.. "Sevgililer Günü" üzerine..

Malumunuz üzere son bir kaç yıldır milli bayram tadında kutlanan sevgililer günü, nam-ı diğer "valentine's day" hakkında ben de bir kaç kelam edeyim istedim, özellikle de, rastgeldiğim, gazetelerde yayımlanan bir haberin ardından (bkz.)... şimdi bu benim aidiyet duygumu yitirmiş şekilde her gün işyerim olduğundan gittiğim, muhtemelen Türkiye'nin en gri, en soğuk, en taş, en beton, en ciddi-en gayriciddi, en olaylı, en atraksyonel devlet dairesi (bkz. Ankara Adalet Sarayı)'nde yaklaşık 3000 kişi çalıştığından, her gün de bu devlet dairesine ne yazık ki işi düşmüş 7000-8000 kişi giriş-çıkış yaptığından, ayrıca hakiminden-avukatından-psikologundan tutun da kalem personeli-mübaşiri-odacısı-kafeteryasında çalışan yarı açık cezaevi hükümlüsüne dek, toplumsal yapı bakımdan geniş bir spektrumu barındırdığından ve Ankara'nın küçük bir örneklemi olduğundan, özellikli bir gün olsun olmasın yaşanabilecek aklınıza gelen her türlü şeyi burada gözlemlemek mümkün.. iki hafta öncesinde de, sevgililer günü münasebetiyle, sabah 9.00-akşam 17.30 arası; efenim koridorlarda elinde envai çeşitte sarınıp sarmalanmış kırmızı güllerle doğru adresi bulmaya çalışan 14-15 yaşlarında çiçekçi çalışanları (çırak daha mı uygun olur acep?), her zamankinden daha çok fönlü-havalı saç modelleri, ellerinde çiçek demetleriyle tıkır tıkır koridor arşınlayan memureler, hakimlerce 14 Şubat'ta boşanma kararı verilen eşler, eşiyle yapacağı akşamki programını şakıyarak münazara eden memure hanımların sesini bastıran orjinal küfürlü koridor kavgaları, eşine "bana çanta alabilirsin" mesajını vermiş ama karşılacağı sürpriz için endişelenen, eşinin evlendiklerinden bu yana iki sevgililer gününde de şehirdışında olduğunu söyleyen, işe gelmeyip hemcinslerine standart "sevgililer gününüz kutlu olsun" mesajı gönderen memure hanımlar, iki dakkada gittim işi hallettim deyip eşine parfüm seti almış odacılar, evde canlı çiçeğe alerjisi olan çocuklardan dolayı eşine yapma çiçek aldığını ama eşinin başını çevirip bakmadığından yakınan mübaşirler, 17.30'a doğru ellerinde gülleriyle çıkan teyzeler, pardon çalışanlar, otobüs beklerken yutacakmış gibi içine çektiği sigarasını üflerken arkadaşına "bana borç para ver la, gıza çiçek alacaadım" diyen ergenler.. tüm bu hengame sevgililer günü telaşesinin bir özetidir efenim.. artık göz ardı edemeyeceğimiz, kutlansa da kutlanmasa da gündemden düşmeyecek bir gün haline geldi bu gün.. "agenda setting" böyle bir şey işte diyerek, habere şaşmamak lazım diyorum..

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...