21 Aralık 2009

Gün dönümü

Bu sabah yataktan yine dut pestili gibi kalktım. Bilmem kaç zamandır periyodik olarak snooze tuşuna basmaktan kas yapmış başparmağımla istop ettirdim telefonu. Gözlerimi kocaman açmaya çabaladım yüzüm yastığa gömülüyken. Kaplumbağa gibi uyuyorum kaç gündür. Tersyüz. Bi de abuk subuk rüyalar görüyorum. Epey zaman önce paranoyak karısı yüzünden gözetimimizde çocuklarını görebilen bir adam vardı, çok iyi bir adam. Rüyamda o adam var. Adam beyaz kadın ticareti yapıyomuş! Aman allahım, nasıl yıkılıyorum! Sanki kocam herif! Noluyosa bana? Rüyanın etkisinden hala kurtulamamış olsam da, saat olmuş 9, kalkmak gerek. Bir kahve içmezsem mümkün değil kendime gelemem. Tek göz kapalı aşağıya iniyorum. Dünden tokum hala, sadece bir fincan kahve istiyor canım. Dün, yani caaanım Pazar gününü, rapor yazarak geçirdik sevgili yildizanimla. Yediği her haltı normal gören, bizi de salak zanneden bir adamın raporu. 11'de gelmeden yıldızanim, Umut nefis ekmek pişirdi: ballı ve cevizli. Bunu yiyen 10 sayfa raporu 10 dakkada yazıyomuş, öyle süper bişiymiş dedi. Yıldızanim, bize Mudo'dan çok şahane bi demlik almış gelmiş. Değişik bir yeşil renk, sapı da hasırdan. O kadar güzel ki, onu mutfağa değil, televizyonun önüne koydum. Seyrediyorum.
Dün öyle bir yandan güzel, bir yandan pisti. Rapor yazmak çirkin iş, bir sayfa yazıyı bir saatte anca çıkarıyoruz, darmadağın anlatımları toparlarken. Bir de yavı yuvu ne varsa gülüyoruz. "Bu rapor zksen bitmez bugün" demişim gayriihtiyari, iki saat güldük komik bişiymiş gibi. E sinirimiz bozuldu tabi, raporun ve görüşmelerin detayını bi bilseniz!
Bunları düşünerek, kahveyi hazırladım. İçilecek kıvama gelene dek, masanın üstüne dağılmış notları toparladım, yarım raporu adalet.gov.tr uzantılı mailime atıp laptopu kapattım. Başka adrese gönderirsen adliyede kalırsın sap gibi. Devlet-i ala, memırlar iş saati laga luga yapmasın diye pek çok siteye girişi yasak eyledi. Yahoo, hotmail, gmail, kompile yasak, feysbuk, blogger saymiyorum bile. Amaaa, bakanlık sitesi açık, tamam bu normal. Vefekat tüm bankaların webleri de açık. Sen sen ol, devlet işi durakoysun, aman diyim banka işini geciktirme.
Kahvemi elime aldım. Hala bir şeyler toparlıyorum masadan, bir yandan. Ormanda beyaz bir siluet dikkatimi çekti. Kadının biri üzerinde pofidik bembeyaz bir mont, bişiyler yapıyor. İyice bir yanaştım cama. Sandım ki yürüdü, koştu vs. esniyor. Anam biraz daha izledim, ayol kadın resmen kendi kendine dans ediyor! Nasıl güzel, nasıl güzel! O anki hislerim bi garip, orada olmak istiyorum, yanında. Ama eşlik etmiycem, sadece izliycem onu. Duyan da sanacak, kadın modern dans, break, mireyk yapıyor. Anacım kadın gayet Tanyeli gibi ellerini böyle makara sarar gbi büküyor, büküyor, Seda Sayan gibi saçları attırıyor, ayaklar desen Malatya yöremizden bir halk dansının figürlerine gark olmuş vaziyette. Nasıl alakasız, ama nasıl da kuğu gibi, nasıl da rahat, acaba izlendiğinin farkında mı? Kadının teki, pijamasının içinden göbeğini kaşıya kaşıya, vay yavrum vay!, diye diye onu izliyor. İzledikçe gevşiyor. Aklına koşturması gerektiği gelene dek. Sonra taksiye atlayıp işine gidiyo bu kocakafalı. Taksi, kadını izliycem diye geç kaldığı için.
Taksi, bizim evden adliyeye 30 tutuyo. Eskiden Küçükesat'taki evinden işe beş kala çıkan ben, her gün işe taksiyle gitsem bu kadar ödemiyodum. Lakin, buranın dolmuşları otobüsleri bi cins, aynı sürede Ayaş'a gidersin, öyle uyuzlar. Bi de buranın insanları gerizekalı. Maceralarımı ayrı bir başlık altında yazacağım: Ben ve toplu taşımanın anlamı...
Dünden bitmeyen rapor, adliyede, haydi bir simit-çay faslı yapalım, aman bi yarının randevusunu halledeyim, dur kalemden çağırıyolar derken saat 3'te zor bitti. Ama cillop oldu, cillop! Asla yapmayacağımız bişiy yaptık: Türk örf ve adetlerinden dem vurduk. O an hepimiz kükreyen birer asena idik. Çocuğu, yabancı kökenli anneye geri verdik. Hoooop, kaldırıyosun veriyosun. Çok zevkli.
Sabahki kadını herkese anlattım. Ama bazen çok komik bir şey anlatırsın, kimse gülmez ya, olayın tam da orasında olmak lazımdır. Benim gündüz düşüm de arkadaşlarda öyle bir etki yarattı. Hıh, dedim. Ben de akşama dans edicem, ne var? Akşam buluşup tango yaptık sevgilimle. Başta böyle sevgili sevgili dans ediyodu. Yorulunca yine kocaya dönüştü: beni bekle de, niye ezbere hareket ediyosun da, çeksene ayağını ordan önce. Ulan ayağıma bassa ben suçlu oluyorum! Tangodan, kavga etmeden çıktığımız ya birdir, ya iki.
Eve geldik, oturduk laptop başına. Böyle bir yaşam istemiyorum. Bunu istemediğime o kadar eminim ki! Ama bunu sürdürüyor olmam, yine de bir miktar hoşlaştığım anlamına gelir mi? Sanmam. Daha çok basiretsizliğimden gibi. Şöyle çatır çutur risk alabilen biri olmak isterdim. Başlarım sana da, senin gibi işe de okula da vs. diyip çarpıcan kapıyı. Bende o da yok.
Elde güzel bir haber var. Ocak'ta eleğimsağma Paris'ten bildirecek. Ama bildiremeyecek, çünkü Umut çalışırken, o Bilge ve Özge ile Paris'in altını üstüne getirecek! Ama daha amirlerimin bundan haberleri yok. Henüz izin yok, hayaller ve planlar var. Nam nam!
Bi de biz evleneli 6 ay olmuş bugün. Yuh! Lan biz şimdiden o sıkıcı çiftlerden olduk da bittik bile! Karşılıklı kukumav kuşu gibi çalışıp duruyoruz. Ya da Umut çalışıyor, ben her zamanki gibi, orda burda finkte. Şimdi aklı ormanda dans etmekte. Ben de bi gün ince topuklu, necmi imzalı dans ayakkabılarımla ormana dalmazsam, saçlarımı üfüttüre üfüttüre tel makara sarmazsam, önce vücudumu sonra kafamı geriye attırmazsam, hücuma geçmiş havlayan köpekleri görünce topuklamazsam, üstüm başım yırtılıp perperişan elbisemle turan güneş'e çıkmazsam, bir taksinin önüne atlayıp son anda durdurmaz ve ölümün ince nefesini ensemde hissetmezsem, taksiciye çek yavrum adliyeye demezsem, suçüstü kapısından kimlik göstermeden personelim ben diyip geçmezsem, hakim beyin kapısına dayanıp "Aaaaah Evvroopaaaa!" türküsü çığırmazsam, bana da risk almıyo bu demesinler!

20 Kasım 2009

Laparoskopik kistektomi

Bugün, başlıkta adını zikrettiğim ameliyatımın üstünden 3 ay geçmiş olacak ki, kontrol için hastaneye şey ettim, yani Hacettepe kadın-doğum, veyahut obstetrics ve jinekoloji da denebülür, oraya..
Hikaye geçen Temmuz'da başladı. Biz daha balayından döneli 1 hafta olmamış, gayet mıçmıç bir şekilde yaşar iken, bir gece ansızın geliverdi bir sancı. Saat 3 filan, nolüyo len diye diye tuvalete gittim. Klozette kıvranıyorum ama ses de çıkarmamaya çalışıyorum. Sanki bişiler yapabilsem geçicek ağrı ama tık yok! Bir yandan kıvranırken bir yandan da yüzümü aynaya dönmemle böyle bembeyaz bir tiple karşılaşmam ve oha demem bir oldu! O panikle koşar (hatta koşamazsın iki büklüm sürüklenirsin) Umut'u uyandırırsın, ölüyorum galiba diye ağlarsın, aarrhh/urrgghh/oahufkfufkf türü sesler çıkarırsın, o ovalar karnını ama geçmez, sıcak su torbası filan derken ağrı biraz hafifledi ve ben uyumuşum. Sabah yine hafiften başladı ama daha tolere edilebilir vaziyetteydi. Umut bir koşu eczaneden metsils diye tadı .oka benzeyen bi ilaç getirdi. Efenim bunu içen takır takır sökülüyomuş bööle gaz maz ağrı mağrı kalmıyomuş, fakat 2 mi 3 mü ne çiğnedim, hiç bi işe yaramadığı gibi akşama kadar da o iğrenç tadı ağzımdan gitmedi. Neyse işte, Umut işe gitti. Benim de öğleden sonra Ulucanlar'a gitmem lazım, ev ziyaretine. Biz tabi iki bilmiş, bunun gaz ağrısı olduğundan çok emin olduğumuzdan hastaneye gitmek filan aklımıza gelmiyor.
Öğleden sonra, yataktan kalktım, iki büklüm giyindim, tam dik duramıyorum, o halde gittim adliyeye. Sevgili iş arkadaşım M. de bu halim nedeniyle bana eşlik etti ve ev ziyareti yaptık, adliyeye döndük, ben hala iki büklüm. Akşam 5 gibi benim surat yine beyazlamaya tipim kaymaya başlamıştı ki, Umut geldi ve gittik Y. Yıl hastanesine. Tetkik metkik derken, ordaki pratisyen hekim "karnınızda yoğun gaz var, endişelenecek bi durum yok gibi ama bence siz en iyisi genel cerrahisi olan bir hastaneye gidin, apandisit filan olabilir" dedi. Yolda Melih'i arayarak
Hacettepe'ye doğru yola düştük. Aslında acıktığında midesinden başka bişiy düşünemeyen kocam "eve bi gidelim, bi yemek yiyelim, bi bakalım, bi arayalım Melih'i filan diyodu" ama zaten artık nevri dönmüş ben "hoytarebeah, sen beni düşünmüyosun da vik vik vik" diye diye.. Öyle işte..
Hastane kısmı feci oldu. Beklenmedik. Sanıyoruz ki iki piş piş bi mişmiş diyip gönderecekler bizi eve. Ama zaten hemen yanımıza inen Melih'in tavırlarından anlamalıydık. Melih, tıpkı bir çocuğa anlatır gibi tane tane güzel güzel "epey solgun görünüyorsun, şimdi sana mayi vericekler, bu gece burada kalabilirsin, jinekolojik bi durum olabilir" filan diye konuşmaya başladı. Daha ben "ne jinekolojik durumu, nası yaaa?" diye kendi içimde düşüncelere gark olamadan, kendimi Hacettepe'nin acilinde bir sedyenin üstünde, Melih bana damar yolu açar iken buldum! Sonrası evlere şenlik: Pek çok doktor tarafından muayene, ultrasonlar, 3 şişe mayiye rağmen çişimin bir türlü gelmemesi, uykumdan yeni muyaneler için uyandırılmam, kan alımları, acil servisin bilindik ama yine de uzak gelen trajik gürültüleri, ağlama sesleri, hırıtılı nefesler, endişeli bekleyişler, ailelerden, hakimlerden telefonlar.. Umut'un kah ayak ucumda kah baş ucumda bekleyişi. Ve benim yine bi sürü şeye uyuz oluşum.
Uyuz olunmaz da ne olunur abicim? Sözde ülkenin en kallavi hastanelerinden biriyiz. En iyi tıp fakültelerinden biri. Şimdi dr. geliyor (bunlar çoğunlukla kadın doğum'un asistanları, gecenin o vakti asistanlar var imiş). İlk soru: evli misin bekar mısın? Abicim, yani bakire olup olmadığımı mı soruyosun? Anlaşılan onu soruyor, çünkü evliysen muayeneyi ona göre yapacak, allah ne verdiyse dalıyor abim. Yahu, belki ben bekarım fakat bakire değilim, gayet de aktif bir cinsel yaşamım var. Veyahut evliyim fekat kocamnan bi türlü sevişemedik, vajinismusum ben belki. Adam gibi sorsana, bakire misin değil misin diye? Ya da dr. geliyor, ki bu dr.lar gelir gelmez hemen bi karın muayenesi yapıyorlar ilk, bastırıp çekiveriyorlar ellerini, ben acıdan zıplıyorum. Sonra başucumdaki dosyayı alıyor, bakıyor, "hmm evliymişsin, ne kadar oldu?" bende böyle kuzu gibi bi ses: Valla daha 3 hafta bilene olmadı, diyorum. Sonra bana böyle elini kolunu aça aça anlatmaya başlıyor: Rabik Hanım, şimdi daha çok yeni evlisiniz tabi, o bölge (viç van?) nizin florası yeni bir döneme uyum sağlayacak, falan filan". O bölge en mahrem bölge. Böyle hiç ucuna bucağına dokunmadan çevresinden konuşuyoruz. Yahu abicim, ben o kadarlık evliysem sen ne biliyosun benim o kadar zamandan beri seviştiğimi? Bu nasıl otomatik bir kabuldür tövbe tövbeeee? Belki ben 12 yaşından beri hoyda breh sevişiyorum, flora mlora hak getire gari? Flora kuramın çöküyor o vakit. Yani doktora kendi kendine, ama öyle değil, şöyle böyle diye açıklama yapmazsan, kendi bildiklerine giderler, benden söylemesi. Halbüüüse, gayet net iki-üç soru soracaksın: Aha jinekoloji tıp ilmine benden de bir katkı olsun:
1. Bakire misin, değil misin?
2. Ne zamandan beri cinsel ilişki yaşıyorsun? Daha da çeşitlendirilebilir. Kapiş?
Velhasıl, acil gecesi bizim için zor bir geceydi. Bir posta beyi (posta beyleri diye bir grup var, eskinin hastabakıcısı olsa gerek) tarafından tekerlekli sandalyeye bindirilmiş halde ultrason odasına götürülen, arkasında kocasının yetişmeye çalışan ayak seslerini duyan (posta beyi usain bolt'dan halliceydi valla), çişini altına kaçırmak üzere olan ben (3 şişeden sonra nihayet sıkıştıydım), gecenin 2'sinde, hastanenin boş ve loş koridorlarında ilerlerken, kendimi Tezer Özlü kitaplarında gibi hissettim. Öyle yalnız, çaresiz, depresif hissettiğimi, kendime acıdığımı hatırlıyorum. Ulen Rabik, daha dün Umut'la uyduruk bişiye anıra anıra gülüyoduk, şimdi şu acınası hallerine bak!
Sabah oldu, 9 temmuz sabahıydı anımsıyorum, acil tıp asistanları filan vizit ettiler beni.. Bu sırada yine jinekolojiden asistanlar neyim geldiler. her gelen bir de şu bey muayene edecek sizi diyor, ben havalelerde ay nolur artık istemiyorum diye, tabii içimden. Ancak artık yavaş yavaş anlaşılmaktaydı ki, cillop gibi bir kistim vardı sağ overde. 3.5 çarpı 4 cm boyutlarında. Karnımı ağrıtan oymuş. Tıfıl şey.
Saat 11 gibi, benden daha bitmiş haldeki sevgilim, işlemleri halletti ve biz çıktık hastaneden. Sevkim olmadığından bakanlık kartım rehin kaldı. Ama nasıl mutluyuz, oh kurtuluyoruz ya şu hastaneden, evimize gideceğiz ya, sevgilim bana yayla çorbası yapacak, ben koltukta uzanıp dinleneceğim ya mır mırr. Sanki kaçar gibi uzaklaşırken Anıl aradı. Melih bize ulaşamamış onu aramış: Anıl'ın da doğumunu yaptıran bu işlerin piri Tekin hocayla konuşmuş, hoca uygunmuş şimdi bir de onla görüşebilirmişiz. Melih sayesinde kraliçeler gibi bakılıp değerlendiriliyorum fakat artık nasıl sinirlerim bozulduysa ben bu telefonla birlikte başladım ağlamaya: nasıl ağlıyorum ama, gitmek istemiyorum, yeterrrrr, kist varmış işte anlaşıldı nolcaksa olsun gitmiycemmmmm. Umut beni iknaya çalşıyor: aşkım bak bi de o görsün merak etme uzun sürmez bile". Paşa paşa geri döndük mecbur. Tekin hoca görmeden orda bir asistan sanırım en baş olanı, beni yine muayene etti. Şimdi efenim, bu cani doktorların muayene dediği ve benim yeter len diye kaçtığım prosesin adı transvajinal ultrasonografi. Normal karından yapılan ultrasondan (ki onu da yaptılar ve o gayet sıkıntısız bişiy, acayip sıkışık halde gıdıklanıyorsun bir aletle) daha sağlıklı veriler sunduğu için kist mist hikayesinde onu tercih ediyorlarmış. Adından da anlaşılacağı üzere vajinayı trans geçen bişiy bu. Bildiğin, uzun ince bi aletle sevişiyosun abi. Onu bir güzel bir jelle coitus'a hazır hale getiriyolar, sonra da allah ne verdiyse, kanırta kanırta aha şurada şurada gördüm diye diye kisti izliyorlar. Yani böğürmem boşuna değil. Öyle canı çok tatlı değilimdir, acı eşiğim de gayet yüksektir, fekat bu bildiğin çin işkencesi. Iyyak!
Asistanlar muayene edince sonuçları Tekin Hoca'ya götürdük, akça pakça pek şeker bir adam, tam bir tonton dede. Söyledikleri çok rahatlattı beni. Vay be, öylecene durabilirmiş içimde, no problemo. Hastaneden ayrılmadan önce ca-125 diye bir kan ölçümü için kan verdim. Bu da her over kisti olan hatuna yapılan bir ölçümmüş, tümör belirteciymiş, pazartesi sonucunu al getir bize dediler. Çıktık, eve geldik. Ev gözüme bin kat daha güzel gözüktü o gün. Saray gibi. Bi nevi.
O haftasonu biraz bunalım takıldım: İnternetten oku oku, depresyona gir. Ne kanser olma ihtimalim kaldı, ne infertilite olasılığı. Bildiğin kısırlık! Hayır, çok seviyorum veletleri, zaman zaman bi tane de benden çıksa nasıl bişiye benzer aceba diye düşünmüşlüğüm vardır fekat çocuk yapmanın ille de şart olmadığı kanaatindeydim. (Gerçi bana göre insanlar çocuk yapmayacaklarsa evlenmemeliler. Ne gerek? Ama len o zaman biz niye evlendik? de denebilir ki bu ayrı bir yazı konusu olsun) Ya da olmayabilir, mis gibi evlat edinirsin. Koruyucu aile olursun filan. Ama birinin/birilerinin/internetin insana "ya zaten istesen de çocuk doğuramaycan zaten, hah!" demesi insana fena koyuyormuş. Doğurmayacaksam ben doğurmayayım. Kendi insiyatifimle, diğ mi ama? Velhasıl, o hafta sonu buhranlarda koşan bi rabik oldum ben.
Sonracığıma, pazartesi günü ca-125 sonucum için hastaneye gittim. Tahlil neticesini, Tekin Hoca'dan önce beni muayene eden Özgür isimli asistana ve sonra da Tekin Hoca'ya göstereceğm. Hedef belli. Haftasonu okumalarımdan ca-125 ölçümünün normal değerinin 0-35 arasında olduğunu öğrenmiş idim. Forumlarda kadınlar yazışmış: ay benimki 296 çıktı, nolcak filan? diğer kadınlar hemen vah vah koş koş doktora sor allah kurtarsın babında şeyler yazmışlar. Dedim, hah, yüksek çıktıysa zçtık!
Neyse işte, sonucu aldım kadın-doğumun sekreterliğinden, baktım hemen, orda dört haneli bişiy yazıyor: 1215. İşte Rabik, işte. hayatın sonu. Bildiğin kansersin oğlum sen! Yumurtalık kanseri. Zaten sinsi bişiymiş, bak sen daha hayata ilişkin ne hayaller kurarken hiç çaktırmadan sinsi sinsi yemiş seni. Daha çok gencim ben yauv! Bir yandan hüzün, bir yandan isyan derken, asistan Özgür'ü aramaya koyuldum muayene odalarında. Bu arada Umut arıyor zırt pırt, kendisi İstanbul'da kongrede. Ama o kadar hassaslaştım ki telefonda konuşcak halim yok, Umut'un da sesini duyunca benim ses iyice çatallaştı, yüzüne kapattım yoksa ağlıycam. Doktoru görmeden ağlamamam gerek. Nerde len bu Özgür derken odalardan birine girdim, oradaki uzun boylu çok yakışıklı kibar bir doktor buyrun dedi. Dedim ben Özgür Bey'i arıyorum. Hangi Özgür diye sordu bu kez. Valla soyadını bilmiyorum, çok uzun boylu bir Özgür Bey, kendisi baş asistanmış dedim. Bunun üzerine bu iyi kalpli genç adam kocaman bir kahkaha patlatarak, "gelin ben bakayım size, benim adım da Özgür, zaten onlar size baksalar da sonra gelip bana soracaklar" dedi. Anladım ki, kıdemli biri. Dedim "ben geçen perşembe acilde yattım, kistim varmış" sözümü bitirmeden bu Özgür Bey, " aa tamam, siz acildeki hastamızsınız, sonuçlarınıza ben bakmıştım zaten" dedi. Dedim, ca-125 sonucu istenmişti, galiba biraz yüksek çıkmış. Sonuca bakınca gayriihtiyari bir "ouvvv" sesi çıkardı. "Hakikaten yüksek çıkmış, gelin bir de ben muayene edeyim" dedi. Bildiğin işkence yeniden başladı, fekat bir farkla, bu Özgür Bey hiç öyle acayip kanırtmalar yapmadığından ben daha az rahatsızlık hissettim. Sonra birlikte Tekin hocaya gittik falan filan derken, neticede, koç gibi bir kistimin olduğu, ca-125 değerimin bu kadar yüksek olmasının tek başına bir kanser göstergesi olamayacağı, kaldı ki ultrason görüntülerinde kistin anormal bir görünümünün olmadığı, ayrıca regl dönemi başlangıç ve bitimlerinde bu değerin hep yüksek çıktığı, benimkinin de bu dönemde ölçüldüğü her iki doktor tarafından bana söylendi. Ben bol bol soru sordum, Tekin Hoca da bana "sen zor hastasın "deyip gülerek Özgür Bey'e "sana kolay gelsin" dedi. Sonra bana "sen bu Özgür Bey'e iyi yapış, çok iyi doktordur" falan diip Özgür Bey'i gazladı. Bu arada da sürekli, "bu kist alınabilir deeee, alınmayabilir de; ameliyat olabilirsin deeeee, olmayabilirsin de, bunla bir ömür yaşayabilirsin deeeee, yaşamayabilirsin de" deyip, beni sinir etti. Daha net söylemler bekleyen bir hasta tipiyim ben. Tamam anladım, ameliyatla kistin alınmasına karar verecek kişi benim ama, sen de bir bilen doktor olarak, riskleri konusunda azcık yönlendirici olmalısın, diğ mi ama? O gün beni, yine ve yeniden "takip edicez seni, çok hoplayıp zıplama bu arada patlamasın kist" diyerek ve 1 ay sonra regl bitiminde gelmemi istediklerini söyleyerek şutladılar. Yoksa ben daha çoook soru sorardım.
O bir ay boyunca normal yaşamıma geri dönmeye çabaladım. İnsanın kaygıdan arınmış ebeveynleri olması süper bişey. Annem beni gazlayıp durdu. Bi de sürekli nazar değdi sana vahvah tühtüh diye odağı çok başka noktalara çekti ve ben de çok süper ötesi bir insan olduğumdan nazar değimiş olduğuna kendimi ikna ederek, gerçekliklerden uzaklaştım. Oh mis. Tabii bu süreçte kist ara ara ağrı yapıyordu. Varlığını sürekli gözüme sokmaktaydı. Koşmaya çıkıyoruz, daha iki dakka olmamış, sağ pelvisin ordan tık tık bişiy arıza yapıyor, tabii benim moral hemen yerlerde. Umut'a bol bol naz yaptım. İstediğim bişiy olmayınca kist hemen ağrıyıveriyordu niyeyse, hehe. Yok o kadar da insanlıktan çıkmadım. Henüz.
Bir ay geçti ve ben bu süreçte bu dangalak kistten kurtulmaya çoktan karar vermiştim bile. Rahat hareket edemiyorum. Kendini belli etse bir dert, etmese bir dert. Ortada ağrı yokken len yoksa patladı mı bu salak, şu an o pis kist sıvılarıyla yavaş yavaş zehirleniyor olabilir miyim, yoksa yaşamımın son 3 dakikası mı? filan gibi hezeyanlara kapılmaktaydım. Gittim Özgür Bey'e. Bu arada kendisi süpper bir doktor. İnsan bu kadar mı rahatlatıcı olur yav? Bana çok iyi gelen bir tarzı var. Belki duymak istediğim şeyleri söylediğinden.. Bu nedenle ilk zamanlardaki kadar korka korka gitmedim kendisine. Muayene sonucunda süpersonik kistimin 1 santim daha büyümüş olduğu görüldü. Bak hele terbiyesize dedim. Özgür Bey "bunu artık alalım "dedi, ben zaten dünden hazırım. Ca-125 tekrar ölçüldü. 65'e gerilemiş değer. Komple bir oh çektik. Ameliyat öncesi son görüşmeye Umut da geldi. Özgür Bey'le tanıştı. Odasından çıkar çıkmaz, "bi kadın doğumcu için fazla yakışıklı, ama yapıcak bişiy yok" deyip beni çok güldürdü. O da doktoru çok başarılı buldu, velhasıl 26 Ağustos 2009 Çarşamba günü ameliyat randevusu olarak verildi.
Ameliyat öncesi gerekli tetkikler yapıldı. Akciğer grafileri, kan ölçümleri, diğer sağlık sorunlarının bilgilendirilmesi. Tabii bu süreçte süpermen Melih yanımızda. O olmasa her şey bu kadar tıkır tıkır gitmezdi. Ailecek çok seviyoruz kendisini. Hiçbişiy yapmasa da severdik gerçi, orası ayrı.
Ameliyattan bir gece önce anneler geldi. Ben bu arada gayet rahatım. Salak gibi, başıma geleceklerden habersiz yerli yersiz konuşup duruyorum. Kapalı ameliyat olcam nasıl olsa. Çok ciddi bir kanama olursa açığa dönüşebilir. Genel anestezi aldıktan sonra, biri göbek deliği altı, biri pelvis kemiği altı, biri de pikini bölgesinde bir yerden üç kesi açıp ordan birinden kamera birinden çatal bıçak sokup kisti alıyorlar, sonra patoloji sonucunu bekliyoruz. Niyeyse hiç acı çekmeyeceğimden çok emindim ama gördüm sonra acı neymiş. Tek korkum, aspirin, metamizol, prepifenazol alerjm olduğundan, sap bir anestezistin gelip bana bu maddeleri dayaması ve benim kist aldırırken hayatımdan olmam. Amma korkuyomuşum ben de ölümden haa!
Gece 12'den sonra bişiy yemedim içmedim. Sabah annem, ben ve Umut hastaneye yola çıktık. Umut'un annesi evde kaldı. Sabah yeniden bir son muayene. Bu arada ben tabii transvajinal ultrasonografi ile iyice can ciğer arkadaş oldum. Bi tane de eve mi alsam len aceba diye düşünmedim değil:P Muayene sırasında bi tane daha bişiy görmesin mi Özgür Bey? haydaaaa, ne biçim bi bölgesin sen abicim? Ne fışır fışır habire bişiyler kaynatıyosun, üretiyosun, yok ediyosun? Ben küfrederken Özgür Bey başka bir doktor çağırıp ona da gösterdi. Soyun giyin, tekrar soyun, çarşaf sarın filan ben zaten aç susuzum, iyice bittim tabi. Ha bu arada, kadın doğum camiasına bir önerim daha var. Abicim niye kadınlar sarınsın diye çift kişilik beyaz çarşaf koyuyosunuz oraya? Onu da 10a katlamışlar, ne sarabiliyosun ne bişiy. Sarınmak için gayet yeterli bence, tek kişilik çarşafı ikiye böl yeter. Yani o ölçülerde bir çarşaf gayet uygun. Hem daha ekonomik olmaz mı?
Neyse, gelen doktor da iyice kurcaladı beni ve görünen yeni kistin adet öncesi dönemde oluşan sağlıklı bişiy olduğu fark edildi. Sonra günlük operasyonların yapıldığı ameliyathane denilen yere indik üçümüz. Sonra birden beni hop diye çağırmasınlar mı? Adım anons edilince ben hoplaya zıplaya koştum, birden arkamı dönüp annemlere el salladım. Ameliyathaneye girdim. Bir doktor, benden detaylı öykü aldı, ilaç allerjilerimi sorguladı falan filan ve ben çıktım geri bekleme salonuna. Benim ameliyata girdiğimi düşünmüşler. Çıktığımda Umut ortalıkta yoktu, annemin de ağzı kıpır kıpır dua ederek etrafı izlemekteydi. Bitti ameliyat dedim, annem yemedi tabi. Anlattım bilgi aldıklarını. Umutyos 5 dakka sonra çıkageldi, bildiğin yarım paket sigara içmiş inek. Diyor ki, çok kötü hissetmiş ben içeri girince. Bana göre ise, fırsattan istifade fosur fosur abanmış sigaraya. Her zamanki gibi uzlaşamadık:) Sonra süpermenimiz Melih geldi, bizi bilgilendirdi ve ben saat 12.30 gibi içeri alındım. Komple soyunup yeşillere büründüm. Bildiğin cerrah olmuş Özgür Bey geldi sonra, bana dedi ki "ciddi bir durum olursa yumurtalıklardan birini almak zorunda kalabiliriz, ama bir sıkıntı olacağını sanmıyorum". Ben de. Bu adama o kadar güveniyorum ki, sıkıntı olacağını ben de sanmıyorum.
Beni ameliyat odasına aldılar. Bol ışıklı, çok tertemiz, teknik alet edevat dolu bir salon. Red hot chili peppers çalıyordu. Bir de siyah bir doktor var, ameliyata katılan. Urfalı versiyonu var bu grubun, isot diye biliyor musun diye onla dalga geçip gülüştüler. Bu çikin esprilere ben de güldüm. Sonra Özgür Bey'e çişimin geldiğini söyledim. Biz hepsini halledicez deyip gülümsedi. Sonra anestezi uzmanı gelip bana sorular sordu. Sonra kapıdan biri Rabia diye bağırdı. Baktım Melih. Gülümseyerek el sallıyor. Arkasında Umut varmış, Melih ona da cerrah kıyafetleri giydirip içeri sokmuş, ama onu görmedim. Melih'e gülümseyerek el salladım. Tanıdık birini görmek çok iyi geldi o sırada. Sonra "yav ben uyuyorum galiba" dediğimi anımsıyorum yüksek sesle. Kopmuşum.
Uyandığımda, 5-6 yaşlarında bir çocuğun ağlama sesleri ortalığı yıkıyordu. Yoğun bakımdaydım galiba. Başucumda Umut'u gördüm. Çok güzel gülümsüyor bana. Ayılmadan önce bol bol "yımırtalıklarım nerdeeeeeeee? söyle aldılar mıııııııı? söyleeeeeee!" diye Umut'a bağırmışım. (sonradan buna çok güldük, kafayı nası bozduysam yumurtalıklarla artık) Anestezinin etkisi geçerken de insan çok feci üşürmüş, bana da öyle oldu. Dişlerim takır takır birbiine vuruyor, çok üşüyorum diyorum, Umut hemen hemşirelere söylüyor, sıcacık bir çarşafı bedenime sarıyorlar, bir an rahatlıyorum, rahatlık 10 saniye sürmüyor, dişlerim takırdamaya başlıyor yeniden. Üşümenin verdiği o tuhaf acıyı ilk kez deneyimliyorum.
Sonra bir posta beyi, gelip alıyor beni, sedyeyle kadın doğum servisine götürülüyorum. O sırada bir şeyler yerinden oynuyor, omzuma elimden şarıl şarıl kan akıyor. Allaaam noluyo nerdeyim ben? Korkuyorum, çok acım var. Karnımın içine filler girmiş, tepişmiş kör olmayasıcalar. Sanki.
Odaya geldiğimde, canım annem yanımda. Otuz yaşına gelsen de, anneden başka kimse paklayamaz seni. Orda dursun, bişey yapmasın, yeter. Varlığı yeter. Kokusu yeter. "Tamam annecim" deyişi yeter.
Öylece yatıyorum odada. Sersem gibiyim. Sadece parol içebilirim ağrı kesici olarak, alerjim nedeniyle. Neyse ki süpperto parol ağrıları kesiyor. Özgür bey çok endişelenmişti sadece parol alabileceğimi öğrenince. Onun baş ağrısını bile kesmiyomuş. Ama neyse ki ben çok ağrı çekmedim parol sayesinde. Hemşire, ilk 3-4 saat boyunca 15 dakkada bir geliyor, sonra gitgide seyreliyor gelişleri. Yaşam bulgularıma bakılıyor sürekli. Ateş, tansiyon, nabız vs. ben arada bir uyuyorum, arada bir gözlerim açık. Umut da var. Kuzum sürekli koşturuyor yazık. Arada bana bir şeyler anlatıyor. Yarım saatte biter denen ameliyat 1 saat 45 dakika sürüyor. Dangalak kist epey büyükmüş, zor olmuş çıkartılması. Neyse ki çok başarılı geçmiş ameliyat. Bunları Özgür Bey söylemiş ona. Aslında laparoskopi hastalarını aynı gün taburcu ediyorlarmış fekat benimki uzun sürdüğünden bugün hastanede kalsam iyi olacakmış. Umut bunları anlatırken arada kıllanmıyor değildim. Len bi terslik var da alıştıra alıştıra mı söyleyecekler aceba?
Neyse işte, gayet yatarken ben, hesapta olmayan bir iş geldi başıma: çiş! Amanın nasıl sıkıştım nasıl sıkıştım. Annem hemen hemşireyi çağırdı. Dedik çişim var. Hep kürek diyesim geliyor alete, sürgü denen bi alet getirdiler. Altına koyuyolar böyle minik bir lazımlık adeta. Koydular ve dediler "yap!" Allahım, bu sürecin en zor kısmı imiş! Sanırım en son 5 yaşından önce fütursuzca altına işemiş olan ben, tabii ki kendimi koyverip yapamadım! Bilmem, bu satırları okuyanlar arasında fütursuzca yatağa işeyen var mıdır? Yattığın yerden şarıldatman bekleniyor senden. Ama bir türlü bırakamıyorum ki kendimi! Annem bu duruma çok güldü. Hemşireye kalkıp tuvalete gitmek istediğimi söyledim, 6 saatten önce kalkamazsın dedi. Aha zçanski derken, artık dayanamayacağım son noktada kendimi koyverdim şarıl şarıl. "Ay anne yaa, uzun zamandır kendimi bu kadar mutlu hissetmemiştim" derken içeriye Özgür Bey girmesin mi? Sözlerimi duyunca "ay kusura bakmayın yav çişimi yapıyorum da" dedim, o da o her zamanki profesyonel ve rahat tavrıyla "oh oh çok güzel, yap yap, rahatsız olma" dedi. Bir yandan çişimi yapıp, bir yandan doktorumu dinledim. Ameliyat çok güzel geçmiş, kist ve tüm çeperleri komple temizlenmiş, cillop olmuş her bi yer, başka laparoskopi uzmanı doktorlara da ameliyat sırasında tablo gösterilmiş, çıkarılan kist patolojiye gönderilmiş ama Özgür Bey bişiy çıkmayacağını tahmin ediyormuş, normal görünümlü bir kistmiş. Doğum kontrol hapı kullanmaya başlayacak ve böylece yeniden oluşumunu önleyecekmişiz. Yine takip edecekmiş beni. Çok teşekkür ediyoruz kendisine valla. Onun da ailecek hastasıyız.
O gün hastanede bol bol uyudum, saat 9'dan sonra bişiyler içmeye filan başladım, tuvalete gidebildim, annelerin Umut'la "ay biz burda ayak uçlu baş uçlu yatarız, sen git" diye cebelleşmelerine güldüm, kistten kurtulmuş olmanın dayanılmaz hafifliği ile karnımda sarılıp sarmalanmış dört adet deliğin dayanılmaz ağırlığı arasında gittim geldim.
Ertesi sabah erkenden Umut geldi. Yazık anneciğim doğru düzgün bir gece geçiremediğinden ve ben de artık evimi çok özlediğimden hemen taburcu olmak istemekteydim. Melih ara ara uğrayarak bizi pek memnun etti. Sonra, aynı gün odaya gelecek ve rahmini aldıracak teyzenin annem yaşlarındaki kızı odaya geldi ve hem annemi hem beni çok güldürdü. Bana sürekli ıdısının dıdısınında da çikolata kisti varmış, kadın doktormuş, kist patlamış, ameliyat olmuş, şimdi iki tane çocuğu varmış diye anlattı. Sürekli sırıtan bana "sen daha çok gençsin, senin de çocuğun olur doğurursun üçer beşer, üzülme" diyerek la havle çektirdi. Sonra televizyon ceza olarak eline pimi çekilmiş bomba verilerek öldürülen askerlerden, bunun nasıl sümen altı edildiğinden bahsetti. İçim cız etti. Ulan ne biçim bi ülkede yaşıyoruz diye diye söylene söylene hastaneden çıkarıldım kocamla annem tarafından. Yaşasındı özgürlük!
Sonraki bir hafta yatakta, iki anneye bol bol naz yaparak, İnce Memed 2 ve 3'ü tamamlayarak, Virginia Woolf okuyup iyice daralarak, geçmiş olsun'a gelen can dostları ağırlayarak, telefonda bol bol geçmiş olsun dilekleri kabul ederek, güzel yemekler yiyerek, öksürmemek için uğraşarak (dikişler böğürtüyor adamı), sakın beni güldürmeyin çok acı çekiyorum diye önceden uyarılarda bulunarak geçti. Pamık prensesler gibiydim bi nevi. 20 gün de rapor, cillop.
O çirkin dikişler, 1-1.5 ay sonra yavaştan kendiliğinden düştü. Yerlerinde 1 cmlik çikin izler kaldı. Geçecekmiş öyle diyolar.
O zirzop kist gidince, hayatımda regl ağrısı diye bişiy kalmadı. 13 yıldır her ay çektiğim ve son 1 yıldır beni kıvrandırarak bazen önemli işlerimi iptal ettirecek kadar sıkıntı yaratan ve aslında kistin ipucunu veren ve fakat benim sallamadığım durum sona erdi.
Kolay bir süreç değildi. "Şeytan diyor aldır şu takım taklavatı komple, oh mis, bak bakalım bir daha sıkıntı oluyo mu" diye az geçirmedim içimden. Fakat, insanın sen kadar senle birlikte endişelenip rahatlayan/rahatlatan dostları, muhteşem bir ailesi, Melih gibi bir süpermen doktor arkadaşı, Özgür Bey gibi harikulade bir doktoru, hep yanında bir annesi ve kayınvalidesi, ve tabii Umut gibi gorcıs bir kocası olunca, her şey çok güzel oluyor.
Bugün kontrol vardı ve sonuç gayet temiz, her şey tıkırında şimdilik.
Bu da böyle bir yaşantı işte. Hiç aklıma gelir miydi?
Hamiş 1: Kafamda elli bin tilki olunca bloga da yazamadım malumunuz. Yaz yaz diye başımın etini yiyen blogumun takipçileri sevdiğim insanlar, ahanda size yazı! Dolapta pekmez, oku oku bitmez, ayşecik cik cik cik, fatmacık cık cık cık, sen-bu-o-yun-dan-çık!
Hamiş 2: Sizin başınıza böyle bi iş gelse, bu ayrıntılarla yazar mıydınız aceba? Yani şimdi bunca mahrem malzemeyi bunca açıklıkla yazmam beni terbiyesiz münasebetsiz bi insan mı yapıyor? Bilemedim. Lakin, pişman değilim.

10 Eylül 2009

Sel


Sevgili Dostlar,

Kotumserlige kapilmaca yok. Hayat bir mucadeledir. Bu sel felaketini de bu mucadelenin bir parcasi olarak degerlendirip eski gunlerimize donmek icin canla basla, askla sevkle calisacagiz. Eskisinden daha da guzel bir vakif yapacagiz. Yarin cok daha kotu bir sel felaketi bekleniyormus. Nasil mumkunse! Elimizden geldigince hazirlaniyoruz. Kucuk cocuklarimizi anneleriyle birlikte Istanbul'daki evlerimize yolladik. Vakif'ta sadece eli is tutan gencler kaldi. Gormeden anlasilmaz ama felaketin boyutlarini anlatmaya calisayim. Su anda camurdan bir vakfimiz var desem abartmis olmam. Bodrum kat bastan asagi, giris kati bir bucuk metre kadar su altinda kaldi. Bahcedeki su dune kadar boyu asiyordu. Simdi suyu gitti diz boyu balcigi kaldi. Cizmeyi birakmadan ayaginizi balciktan kurtarmaniz zor. Selin surukledikleri meyve agaclarinin arasina takilmis, agaclari egmis, kocaman bir bariyer olusturmus. O yemyesil bahceden geriye eser kalmadi. Coluk cocuk hep birlikte o kadar da cok emek vermistik ki... Hayvanlarimiza yem icin ektigimiz onlarca donum tarla batakliga dondu. Seralarimiz kimbilir nerelerdeler. Komsu haradaki onlarca at boguldu. Muhtesem atlardi. Hep birlikte kosmaya basladiklarinda zemini zangir zangir titretirlerdi. Cocuklarimiz, o atlari kucucuk boylariyla citin ustunden uzanarak, bahceden kopardiklari tutam tutam cimlerle beslerlerdi. Minicik ellerle atlarin koca koca dislerini yanyana gormenin keyfine doyum olmazdi ... Baskalarina para kaynagi olan o atlar bizim nese kaynagimizdi. Gitti gider canim atlar. Tiyatro salonumuz taninmaz halde. Su anda icine bile girilemiyor. Mutfagimiz kullanilmaz durumda, icine zor giriliyor. Camasir makinalari, bulasik makinalari, kurutma makinasi, buzdolaplari, firinlar, sogutma depolari, kalorifer kazani... Medeniyet namina ne varsa yok oldu. Et stogumuz perisan. Kokusmadan gommek gerekiyor. Ama nereye? Her yer balcik. Su, elektrik, telefon, internet kesik elbet. "Dereboyu"ndaki evime uzun sure ulasamadik. Aziz Nesin'in en onemli notlari oradaydi. Sel, agac kutugunden karavana kadar, ne bulmussa onune katmis tum siddetiyle akiyordu. Neyse ki ev yikilmadi ve notlara bir sey olmadi. Mucize diyesim geliyor. Kullanilmaz hale gelen koltuk, kanape, yatak yorgandan ya da tamamen suya gomulen elbise depolarimizdan soz etmiyorum bile. Bitirmek uzere oldugumuz "Sanatci Evi" perisan. Yeni bastan yapacagiz. Kitap depolarindaki on binlerce liralik Aziz Nesin kitabi mahvoldu. Aziz Nesin'in yillarca biriktirdigi gazete koleksiyonunun buyuk bir kismini ciltletmistik. Buyuk olcude parasizliktan ama bir miktar da ihmalkarliktan ciltletemedigimiz binlerce gazete hamur oldu. 1976'nin Politika gazetelerini gordum. Icim acidi. Mezunlar dahil butun buyuk cocuklarimiz Vakf'a geldiler. El birligiyle Vakf'i temizlemeye calisiyorlar. Felaketin boyutunu anlamak icin gormek, yasamak lazim. Iki tesellimiz var:1) Hicbirimize bir sey olmadi. 2) Aziz Nesin'in butun arsivi kurtarildi. Cocuklarimizin ilk aklina bu notlar gelmis. 3000 dolayinda dosya... Inanilmaz bir surat ve imrenilecek bir isbirligiyle cocuklar butun dosyalari su basmadan kutuphaneden ikinci kata cikarmislar. Sabahin korunde uykularindan firlayip... Cocuklarimizin kimisi haylaz kimisi yaramaz kimisi soz dinlemez olabilir, ama hic gormedikleri Aziz Dede'lerinin notlarinin ilk kurtarilacak esya oldugunu biliyorlar.. . Egitim iste boyle bir sey olmali. Her seye karsin iyimserligimizi elden birakmayacagiz ama. Surekli ileriye bakmaya and ictik. Mucadeleye devam!

Sevgili Dostlar, Nesin Vakfi'nin ana binasini depreme karsi guclendirmek gerekiyordu. Bu sel felaketiyle birlikte binanin zemini daha da zayiflamistir. Binayi guclendirmenin maliyeti 350-400 bin lira arasinda. Sel felaketi dolayisiyla zararimizin da (insan gucunu saymazsak) 250 bin TL dolayinda oldugunu saniyorum. Bizim boyumuzu fersah fersah asan meblaglar bunlar. En zor zamanlarimizda hep yanimizda olan sizlerden butcenize gore bir katki bekliyoruz. Internetten bagis icin: https://secure. cs.bilgi. edu.tr/nesinvakf i/bagis.php.

Banka hesap numaralarimiz asagida. Cok tesekkurler. Sizlere ve gelecege inancimiz sonsuz. Hepimizden sevgiler, saygilar.

Ali Nesin (www.nesinvakfi. org <http://www.nesinvak fi.org/>)

*TL hesaplari:*

İş Bankası, Parmakkapi Subesi Sube kodu 1042 Hesap no. 0714327

*Ziraat* Bankasi, Catalca Subesi, Sube kodu *130, *Hesap no.* 952 22 32

- 5001*

*Vakıf Bank,* Catalca Subesi, Sube kodu 237, Hesap no. 434 84 59

*Posta Çeki* no.*164 00 09*

* *

*Euro hesaplari*

*Ziraat Bankası*, Catalca Subesi, sube kodu *130, Hesap no. 952 55 01 --

5003 (IBAN: *TR 80000 1000 1300 9525501 5003)

*Vakıf Bank*, Catalca Subesi, sube kodu *237, Hesap no. 400 79 36*

Dolar hesabi:

*Ziraat Bankası*, Catalca Subesi, sube kodu *130, hesap no. 952 55 01 --

5001* (*IBAN: *TR 37000 1000 1300 9525501 5001)

*Vakıf Bank*, Catalca Subesi, sube kodu *237, hesap no. 400 79 37*

*CHF hesabi*

*Ziraat bankasi,* Çatalca Şubesi, sube kodu *130, hesap no. 952 55 01 --

5002* (*IBAN: *TR 10000 1000 1300 9525501 5002)

Swift Kodlar:

Ziraat Bankasi, Çatalca Subesi Swift kodu: TCZBTR2A

Vakif Bank, Çatalca Swift kodu: TVBATR2A

(Ali Nesin'in duyurusudur)

09 Eylül 2009

30. yıl

09.09.1979'da evlenen sevgili annem ve babam, şu afilli günde, yani 09.09.2009'da, 30. evlilik yıldönümlerini kutlamaktalar. Düşününce ne acayip. 30 yıl olmuş. Ben de bir o kadar tanığıyım bu ilişkinin. Hatta küçükken bu ilişkinin çok daha evvelden tanığı olduğumu sanırdım. Annemlerin yatak odasında ağır, kalın, bordo bir perde vardı. Düşümde de loş bir salon vardı kalabalık, ortasına 2 metrelik korniş çakmışlar, işte o yatak odasındaki perdeyi germişler, ben perdenin arkasına gizlenmişim, kimse görmeden, öylece gülümseyerek dans eden annemle babamı izliyorum. Bunu düşünüp mutlu olan bir çocuktum ben, niyeyse. Orada olmamın mümkün olmadığını anlamam ve gerçeği kabullenmem biraz uzun sürdü, ama olsun. Bence güzel bir çocukluk hayali. Neyse işte, mevzu ben değil onlar zaten. Otuz yıldır çocuğuyum onların. Böyle sakin, çoğu zaman kaygıdan uzak, ama her duruma hakim hallerinin hastasıyım. Bir de bana "al sana iki başbelası, bunlarla harala gürele hayatı öğreneceksin"e vesile iki kardeşimin de ebeveynleri olmalarına, her birimizin ayrı derdiyle, ayrı neşesiyle, ayrı arızalarıyla bıkmadan mücadelelerine, yaşam enerjilerine hayranım. Yirim. İkisini de.

21 Temmuz 2009

Evlendik biz!

Hatta bugün 1. ay dönümümüz! 21 Haziran 2009 günü, saat 15.00 civarı, büyüdüğümüz şehirde, yani Eskişehir'de, Çınaraltı'nda, ailelerimiz, akrabalarımız, arkadaşlarımız, yani tüm sevdiklerimiz bizim için oradayken, sevgilimle birbirimize "dostum, var mısın bir ömür?" diye sorduk. Hayal ettiğimiz gibi bir seremoniyle cevabımızı kutladık. Annemin büyükbabamdan miras "düğün iki kişiye, ne var deli komşuya?" sözünü bir süre belleğimizden silmemiz neticesinde, cümbür cemaat kuaför seanslarına, geleneksel Ayaş kına gecesine, fotoğraf çekimlerine, gelin çıkarma zımbırtısına, bol batıl adete, yani pür telaşeye gark olduk. Hızımızı alamadık, işin en kıyak kısmına geçtik, balayı diye diye İtalya'nın altını üstüne getirdik! Eve döndük, niye dinlenemedik? derken, ne maceralar atlattık, tam yumoş bir çift olduk, bu sırada iki de kuzen evlendirdik. Sözün özü, denizde kum, bende bloga yazılacaklar listesi. Bir süre geriye saracağım. Yıllar sonra döndüğümde, ilk günkü heyecanla orada dursunlar istiyorum.

30 Mayıs 2009

Hollanda'ya hoşgeldiniz..


Bana genellikle özürlü bir çocuk büyütmenin nasıl bir şey olduğunu sorarlar.
İşte anlatıyorum...

Bir bebek sahibi olacağınızı anladığınızda yaşadığınız duygu,
İtalya'ya güzel bir seyahat planı yapmaya benzer.
İtalya hakkında bir sürü kitap ve broşür alırsınız ve harika planlar yapmaya başlarsınız.
Coliseum, Mikelanjelo'nun Davut'u, Venedik'teki gondollar.
İtalyanca bir kaç sözcük bile öğrenirsiniz. Her şey çok heyecan vericidir.

Aylar süren beklemeden sonra o gün gelir çatar. Bavullarınızı toplar, yola çıkarsınız. Bir kaç saat süren yolculuktan sonra, uçağınız havaalanına iner. Hostes mikrofonu eline alır ve "Hollanda'ya hoş geldiniz" der.

"Hollanda mı?" dersiniz. "Ne demek istiyorsunuz? Ne Hollanda'sı? Ben İtalya'ya bilet almıştım. Benim İtalya'ya gitmem gerek. Tüm yaşamım boyunca İtalya'ya gitmenin düşünü kurdum ben."

Fakat uçuş rotasında bir değişiklik yapmışlardır. Hollanda'ya inmişsinizdir ve orada kalmanız gerekir.

Önemli olan sizi korkunç, iğrenç ve pis bir yere, açlığın ve hastalıkların ortasına bırakmamışlardır. Sadece farklı bir yerdesinizdir.

Bu yüzden çıkıp yeni broşürler ve kitaplar almanız ve yepyeni bir dil öğrenmeniz gerekmektedir. Ve daha önce hakkında hiç bir şey bilmediğiniz insanlar tanımak zorundasınızdır.

Gittiğiniz yer sadece farklı bir yerdir. Oradaki yaşam, İtalya'dakinden daha yavaştır, İtalya kadar etkileyici değildir. Fakat, bir süre orada kaldıktan sonra nefesinizi tutar ve çevrenize bir bakarsınız... ve Hollanda'nın yel değirmenlerini fark edersiniz... ve lalelerini.
Hollanda'nın Rembrandtları bile vardır.

Fakat tanıığınız herkes İtalya'ya gidip gelmektedir... Sürekli orada geçirdikleri güzel günleri anlatmaktadır. Ve yaşamınız boyunca "Evet, benim de gitmem gereken yer orasıydı. Ben de aynı planı yapmıştım" dersiniz.

Bu nedenle duyduğunuz acı asla, asla dinmez... Çünkü yitirdiğiniz düş çok önemli bir düştür.

Ancak... Tüm yaşamınızı İtalya'ya gidemediğiniz için üzülerek geçirirseniz, Hollanda'nın güzelliklerinin hiç birinin tadını çıkaramazsınız.

Emily Perl Kingsley

Not düşelim: Taşındık malum ve tüm her şeyimi, teeee lisanstan kalma ders notlarımı filan yeniden elden geçiriyorum. Dosyaların içinden çıkanlardan biri bu yazı da. Aile eğitimi yaparken Tını'da, pek etkilenmiş, saklamışım. İşitme engelli kuzularla çalışma günlerimden. Bana yaptıkları resimlere filan kıyabilecek miyim bilmem. Saklasak da mı saklasak, saklamasak da atsak, netsek?

21 Nisan 2009

Selahattin Şenol'un ardından..

Selahattin hocam aramızdan ayrılalı tam 1 yıl olmuş. Şu anda hissettiklerim haberi aldığım andaki duygularımdan çok farklı değil. Bu 1 yıl benim için çok çabuk geçti. En sevdikleri için nasıldı, kim bilir? Neler yaşadıklarını az çok tahmin edebilsem de, tam olarak bilemem elbet; bildiğim tek şey, ben 22 Nisan 2008'de, bloğumda hocama bana kattıkları için teşekkür ettikten sonra, ve o yazının üzerinden kah 1 gün, kah 1 ay, kah 99 gün geçtikten sonra bile hala, gmailime düşen ona yazılan notlar, eksikliğinin nasıl hissedildiğini ifade eden yazılar, sonradan ve tekrardan edilmiş teşekkürler.. İstedim ki onlar, yeryüzündeki milyonlarca blogdan birinin tozlu arşivindeki daha tozlu yorum sayfalarında, çok çok daha tozlanmasın. Adına yazılmış bir gönderide karşımızda dursun, anlı şanlı:
Fırat Gazel dedi ki...

Her ölüm erken derler ya, Selahattin hocanın ölümü hepsinden erken... Onu fazla tanımazdım, çok bir görüşmemiz de olmamıştı. Oğlumu bir kez götürdüm, sonra da bir kaç kez ailece telefonla görüştük. Bu kadarcık bir ilişkiye rağmen, göçüp gittiğini duyduğumda çok derinden sarsıldım. Oğlum için sarsıldım, bu çocuklar için sarsıldım. Neler gördük bu camiada! Onun gibi ahlaklı, namuslu ve yetkin birisinin artık hayatımızda olmayacağını bilmek azap verici. Nedense bende bir his bırakmıştı. Aral bir sorun yaşayacak bile olsa Selahattin hoca çözer diyordum içimden. Şimdi kim, kimler çözecek bilemiyorum. Nur içinde yatsın.

24 Nisan 2008 Perşembe 10:09

Sil
Blogger İbrahim DEMİRAL dedi ki...

Rabiacım başın saolsun diyim. Ülkemizde eğitilmiş, kendini eğitmiş çok az insan var. Senin anlattığın kadarıyla değerli hocamızda böyle biri. Tekrar başın saolsun diyorum.

25 Nisan 2008 Cuma 14:08

Sil
Blogger Didem AVDAN dedi ki...

"iyiler erken ölür!"

25 Nisan 2008 Cuma 16:48

Sil
Adsız Adsız dedi ki...

İyi insandın Selahattin. Mekanın cennet olsun. İsmail Yavaş.

26 Nisan 2008 Cumartesi 00:37

Sil
Adsız Adsız dedi ki...

Hayat hem çok hızlı geçti onun için hem de çok yavaş...aklıma gelicek en son insandı çünkü o güçlüydü,o uzundu,o dimdikti çözümler için onun tv programları izleniyordu,radyo programları dinleniyordu,kitapları okunuyordu,o bir babaydı,o doktordu,o hep sorunlara çözüm getirmişti,o her sorunun cevabıydı...ne kadar çok şey katmış aslında ülkesine insanlarına... ailesine, arkadaşlarına, ülkemizin insanına daha verebileceği çok şey vardı ama... Gazi Üniversitesinin salonuna girdiğimde gördüğüm o müthiş kalabalık ve herkesin gözlerinin kızarıklığı ne kadar sevilen bir insan olduğunu anlatıyordu..Yaptıklarının ne derece önemli oldugunu ispat etmişti...Onun için o kürsüye çıkıp konuşmak için herkes sıraya girmişti ama o anda kelimeler tükeniyor, dakikalar geçmiyordu. herkesin tek söylediği ve inanmak istenen tek şey bunun "şaka" olmasıydı..eminim şuanda huzurludur o kadar güzel tablolar vardı ki onun için çizilmiş o kadar büyük bi kalabalık var ki onu seven... Ama hayatın tek ve geri dönüşü olmayan gerçeği Ölümdü..hastanenin bir köşesinde konuşan iki temizlikçi, kantinde çay veren çaycı, hemşireler, kapıdaki sevenleri herkes O'nu konuşuyordu... isyanımız bu zamansız gidişdi..herşey o kadar ani ve yaralayıcı oldu ki inanmak çok zor olucaktı bunu görebiliyordum o dakikalarda...O kadar çok şey bırakmıştı ki gerisinde O'nun unutulması gibi birşey sözkonusu değil...Onunla tanıştığım için kendimi gerçekten çok şanslı hissediyorum..Yerinde huzurlu yat mutlu uyu çünkü burada herşey senin istediğin senin ögrettiğin gibi olucak...bizde Bir Gün Anlayacağız Neden Sessizce Gittiğini....A.K

26 Nisan 2008 Cumartesi 12:20

Sil
Adsız Gül ŞENOL dedi ki...

Buraya yazı yazan herkese çok teşekkür ederim... Kapanmayacak olan bu büyük yaramın acısı böyle paylaşımlarla biraz olsun hafifliyor. Onun kızı olmaktan, 22 seneyle sınırlı kalsada onun bilgisinden sevgisinden enerjisinden bir pay alabilmekten dolayı çok gururluyum... "Aslan babam", ilk aşkım, en büyük özlemim, seni çok seviyorum...

13 Mayıs 2008 Salı 14:28

Sil
Adsız Adsız dedi ki...

selahattşn hocanın ölümü çok erken oldu. onun hastasıydım.böyle iyilik sever birinsan görmedim.keşek ölmeseydi.ölüm ona hiç yakışmadı.keşke bu bi rüya olsa. gözümü açsam başımda selahattin hocayı görsem.çok acı bi durumç.a allah rahmet eylesin mekanı cannet olsun toprağı bol olsun allah aileisne sabır vaersin

14 Mayıs 2008 Çarşamba 18:54

Sil
Adsız Adsız dedi ki...

keşke onu hiç tanımasaydım diyorum.Oğlumu belki de bizim çok büyüttüğümüz tipik ergenlik bunalımlarını çözmemize yardım etmesi için ona götürdüğümde o naif ve bir o kadar sevecen yaklaşımları ne kadar güven vermişti bana.İlgisi ve hoşgörüsü mütevaziliği ile birleşince saygım bir kat daha artmıştı.Bugün evet ne yazık ki bugün vefatından neredeyse bir ay sonra acı bir tesadüf ile öğrendim yaşamdan koptuğunu.Üzüldüm.İçim acıdı.Keşke tanımasaydım dedim bencilce.Şimdi ne yapacağım dedim.Oğluma ne diyeceğim.Çok erken oldu bu hocam.Erken bıraktınız bizleri.Toprağınız bol olsun Allah tüm sevenlerinize sabır versin

18 Mayıs 2008 Pazar 20:44

Sil
Blogger bbozok dedi ki...

Yattığın yer nur olsun ailecek çoook üzüldük.sevgi seli cenazenizdende belli idi çook erken oldu ölüm size hiç ama hiç yakışmadı.allah eşinize ve kızınıza uzun ömürler ve bol sabırlar versin

21 Mayıs 2008 Çarşamba 16:09

Sil
Blogger brcnk dedi ki...

gerçekten çok üzüldüm hastasıydım ve onu gerçekten çok seviyordum
öldğünü üzülürüm diye annem söylememiş bugün doktorumdan öğrendim.Mekhanı cennet olsun.ailesine allah bol sabır versın

28 Mayıs 2008 Çarşamba 21:20

Sil
Blogger brcnk dedi ki...

bugün öğrendim öldüğünüğü sarsıldım.Onun hastasıydım.Selahattin beye ilk gittiğimde bile iyi,güven veren,rahatlatıcı havası bana güven verdi.Çok iyi biriydi.Ne diyebileceğimi bilmiyorum sadece çok erken gitti ailesinin başı sağolsun toprağınız bol olsun...
BURCU ÖRNEK

28 Mayıs 2008 Çarşamba 21:28

Sil
Adsız ceren dedi ki...

Doktor amca beni çok erken bıraktığın için çok üzgünüm.Seni çok seviyorum.
Vefatını bugün öğrendim .Ailesine tüm sevenlerine baş sağlığı diliyorum.Yeri doldurulamayacak bir insan ve doktordun bizim için mekanın cennet olsun.

09 Haziran 2008 Pazartesi 15:24

Sil
Adsız Adsız dedi ki...

Ben Hacettepe Tıp Fakültesi'ndenim. Selahattin Hoca bir kez "hekim kimliği" paneline gelmişti bizim okula. O kadar tatlı anlattı ki okul günlerini, çok sevmiştim. Ne zaman TV'de yakalasam izlerdim o sağlık programını. Ben daha dün öğrendim vefat ettiğini, çok üzüldüm. Çok erken yaşta bir kayıp. Ailesine ve GÜTF ÇRS ailesine sabırlar diliyorum.

17 Haziran 2008 Salı 11:16

Sil
Blogger selin şenol dedi ki...

selahattin amcam ölümünden kısa süre önce sana gelcektim ama hastaydn gelemedim , keşke diyoruz şimdi annemle nolursa olsun gitseydik çok erken bıraktın bizleri seni çok seviyoruz mekenın cennet olsun

23 Haziran 2008 Pazartesi 12:45

Sil
Adsız Ayşen dedi ki...

2003 yılından 2005 yılına kadar oğlum yanımda gezmediğim hastane uzman kalmamıştı.Oğluma hiperaktivite teşhisi koyup , kullanılması çok sakıncalı hiperaktivite ilaçları veriliyordu. Ama araştırıyordum. hiperaktiflikle hiç bir ilgisi yoktu. Birşey vardı ve ben onun ne olduğunu bulabilecek hiç bir uzman bulamıyordum.Sürekli kendimi suçluyordum.4 Tıp fakültesi ,çocuk psikologları... ama hepsi sonuçsuz kalıyordu. Verdikleri ilaçları kulanıyorduk hastalığı daha çok fazlalaşıyordu. Bütün bedeni istemsiz hareketlerle titriyor , titremeler oturduğu yerden düşeçek kadar artıyordu.Ve sonunda Selahattin Hocayı tavsiye ettiler ona gittik.Hiç kimsenin bakmadığı bir pencereden baktı.Oğlum üstün yetenekli olduğu için beyin yaşı ile kas yaşının uyumsuzluğundan kaynaklanan bir problemdi.Hastalığının 13 yaşında biteceğini söyledi.Kaslarının güçlenmesi için ilaç verdi ve kabusumuz sona erdi.Bir vitamin ilacıyla.Muayenehanesine gittiğimizde hastaneye gelmemizi isterdi.Bu akşam oğlum yine rahatsızlanmaya başladı. Telefonunu bulmak için internete girdim şok haberi yeni aldım.Ne yazdığımıda ağlamaktan bilmiyorum.Şimdi kime güvenip oğlumun sağlığını teslim ederim.Hocam nur içinde yat.Bize yaptığınız iyilikler sevdiklerinizin karşısına çıksın .Rabbim sevdiklerinizi korusun ,onları sizin gibi iyi insanlarla karşılaştırsın.

05 Aralık 2008 Cuma 00:27

Sil
Adsız Müh. Özlem Akkuş dedi ki...

8 ay boyunca aklıma gelmediği bir gün bile olmadı. Kazandığım - mezun olduğum okulumu, mesleğimi, en önemlisi insan ve hayat ile ilgili öğrendiklerimi borçlu olduğum Selahattin Şenol hocamın eksikliğini hep hissedeceğim.

11 Ocak 2009 Pazar 17:18


12 Nisan 2009

Kımıl kımıl

Pazar sabahı erkenden uyanmak, "pöehhh bitti koskoca haftasonu tatili" diye erkenden hayıflanmaya başlamak, Pazar'ın keyfine gölge düşürecek bu düşünceyi 10 dakika yaşamak, sonra unutmak, sıcacık yataktan serin çamaşır makinesine doğru tükenmişçesine ilerleyip kirli çamaşırları makineye tıkmak, "vernel yine bitmiş, aklı havada insan evladı markette yitmiş gitmiş" türküsü çığırmak, vernelin içine su doldurup çalkalamak ve bu embiigüıss sıvıdan bir ölçüyü yumuşatıcı kısmına koymak, işe yarar mı bilmemek, maksat işlemi tamamlamak, makine çalışmaya başlayınca küçük karanlık ve sıkışık odada diz çökmek, totoya yer açmak, yanakları avuçlara yerleştirip, seyreylemek yıkananları..
Makine döndürdükçe rengarenk çamaşırları, zihni de döndürmek: kendi kendine ettiklerini düşünmek.. bir yandan şaşırmak, bir yandan sıkışmak.. Bir anda kendini prenses hissederken, iki dakikaya kalmadan kurumuş çamur parçasına dönüşmek.. Aslında sadece normal hissetmek istemek.. Olmamak. Dünyanın en mutlu kadınıyken, en bedbaht yüz maskesini takmak. Maskenin altını netleştirememek. Eline çalı süpürgesini almak, tozuttura tozuttura süpürmek.. Halının altına. Bahar da geldi naynirinaynaynirinaynom derken, yataktan çıkmak istememek. Çılgınlar gibi dansa gitmek istemek, sonra aynaya bakmak ve bir kurbağa görmek. Bacakları olmayan. Aynada dingin bir yüz görmek istemek. Sadece bu..
Tozuttura tozuttura bir o yana bir bu yana süpürürken, kafayı tozutmak. He he demek. Gülmek. Boynundaki sivilceye bakmak. Sarılmak. Kendine gelmek. İyi ki varsın demek.
Aslında böyle bir Pazar sabahı yaşamadığını fark etmek. İkircikli duygular yaşamak. Limbik sisteme küfrü basmak. Sonra okula gitmek. Arkadaşlarla kahvaltı etmek. Çimenlerde mayışmak.
Mayıştıkça sıkılmak.
Cümle kurmak dahi istememek.
Mek, mak. Sıyırmak.
Hamiş: Sevgilimle başka bir yere gidelim istiyorum. Sadece bacaklarımızın göründüğü bir kumsal olmasın bu yer. Her şeyimizle orada olalım. Tüm bedenimizle. Kenya'ya gidelim mesela. Takayım ağzıma bir tabak, boynuma 80 halka. Kabak dudaklı kadınlar vardı. Onlardan olayım. Güneşin altında kavruk tenlerimizle cıbıl gezelim. Sağımda, solumda, sırtımda 5 tane velet olsun. Sevgilimin saçları inek poku boyasından yapılmış pis bir sarı, bedeninde beyaz şeritler olsun. Elinde sopası, zürafa avlasın. Gelsin, dansımızı yapalım. Ankara'daki yaşamımızdan bahsedelim. Yazık yav, orada kaldılar diye eş dost için hayıflanalım. Sonra şükredelim halimize. Yaşayalım gidelim. Mutlu olalım sonsuza dek.

10 Nisan 2009

Prenses Leyla

Saraydaki odam mor boyalı olsun. Kapısında hizmetkarım dursun. Raporlarımı o yazsın. İmzamı soytarım çaksın. Hocalar ayağıma gelsin. Ben yatağımda uzanırken onlar ders anlatsın. Grup terapisi sarayın topkadifeli avlusunda yapılsın. Avluyu vezir süpürsün. Grup özeti yazmak yasaklansın. Mutfakta safranlı pilavlar pişsin. Kokusu burnuma düşsün. Başcariye ayaklarımı ovsun. Hürrem Sultan kaşlarımı alsın. Geciken faturalarımı defterdar yatırsın. Yukarı kata asansörle çıkılsın. Kalburabastılar gümüş tepsilerde servis edilsin. Sunumlarımı sadrazam hazırlasın. Saçlarım kuleden aksın. Kırıklarını bahçıvan alsın. Dolaşan yerlere gül taksın. Doktora zahmetsiz yapılsın. Emir demiri kessin. Emirleri fareler kemirsin. Umut savaştan erken dönsün. Fetih anılarını kısa tutsun. Oymalı mescidin önünde koşu parkuru olsun. Bardaklar üzümle dolsun. Sarayın gömme balkonu boğazı görsün. Gelinliğim tam istediğim gibi dikilsin. Haftasonları hiç bitmesin. Her gün Cuma akşamüstü olsun. Taşların arasından şarkılar duyulsun. Gönlüm neşeyle dolsun.
Bunu yazan tosun.

30 Mart 2009

Güle güle..



Aile Mahkemesi'ne ilk atandığım zamanlardı. Ne yapacağım, nasıl yapacağım, ne acayip, hangisi doğru kaygılarımı hem telefonda hem dernekte gidermişti sevgili hocam. Türkiye'de adli psikoloji deyince akla gelen ilk ve en değerli isimlerden, sevgili Gülçin Demir'i dün, 29 Mart 2009'da, anlamsız bir seçim gününde kaybettik.
Desteğini hiç unutmayacağım. Huzur içinde uyusun..

29 Mart 2009

Dün, Bahar ve Aşk

Okul ve iş temposu, aslında buraya çok sık düşmek istediğim evlilik hazırlıkları notlarım konusunda pek engelleyici oluyor sevgili takipçilerim. Şu aralar hayatımda o kadar çok şey, o kadar hızlı, o kadar umulmadık ve o kadar accayip bir biçimde ilerlemekte ki, ben sıklıkla "dizimi kırıverem, bloğuma yazıverem" diyorum, ancak yazamadan bambaşka bir şey bambaşka bir süperlikte karşıma çıkıveriyor, onu yazamadan bir başkası geliyor.. Velhasıl 2009 yılının ilk ayları benim için feci hızlı geçiyor.
Esas hikaye Umut'un sahibinden.com'dan ormanın dibinde muhteşem bir ev bulmasıyla başladı. Diyorum bu adam şanslı diye.. E, benim gibi bir kadınla evleniyor olmak boru değil azizim:P, şans bulmazsa bilmemne bulur adamı (bilmemne kısmı hayalgücünüze göre tamamlanabilir). Neyse, biz eve pür neşe gittik baktık, haliyle bayıldık, banyonun kuş kadar olması, çamaşır makinesini mutfağa koymak durumunda kalacak olmam, evin giriş kat olması bile vız geldi bize.. Ama tabii, anneler ortaya o kadar çok endişe koydular ki, özellikle de "ilk katta ev ısınmaz, donarsınız" konusunda, biz de hem onları hem kendimizi ikna etmek için, Kızılay'da günlük güneşlik, Or-An'da kar-tipi olan bir gün, sitedeki tüm birinci katların kapılarını çalıp "ısınıyor musunuz?" sorusunu yönelttik. Aldığımız cevaplar doyurucu olunca da, tutuverdik evi. Oh mis! Hemen sonrasında merdivenleri elden geçirdik, temizledik derken, Umut eve taşındı ve ben bu ortak kurumun cinsiyeti hapsedilmiş kısmı olarak henüz evcağızıma taşınamadım (bkz. geleneksel değerlere karşı koyamayan kız kısmısı; aile eşrafında bomba etkisi yaratmak istemeyen düşünceli hatun diye de reframe edebiliriz). Küçükesat'taki evle iki arada bir derede kalmaya/takılmaya devam.
Evi tutmadan evvel, dayanamayıp bir kısım koltuğumuzu almış idik zaten. Evi tuttuktan sonra da el atılması gereken eşya vs. işleri sürecinde, o kadar cok Bilkent'teki Tepe'ye, Panora'daki Mudo'ya ve Siteler'de dayımın "gelin bakın sizi nereye götürüyorum?" dediği izbe yerlere gittik ki, gittiğimiz yerlerdeki satış görevlileriyle ahbap olduk, adeta yoklama verdik, kıl ettik kılçık ettik hepsini. Yok berjerlerin kumaşı kırmızı pötikareli olacak, yok yatak odasının gardrobu zart kapılı, yemek masasının ayağı zurt çivili derken, ve bizim müstakbel ev çingen evi olma yolunda hızla ilerlerken, dayı desteği, dekorasyon siteleri ve Umut&Rabia ikilisinin hayalgüçlerinin de etkisiyle bişiylere benzetmeye başladık ortalığı. Salonun ortasında kocaman ve tam istediğim tonda kıpkırmızı bir kütüphane duruyor ki, hastasıyım.
Naci dayım bizi möhüm yüklerden kurtardı. Hayalimizdeki şekli tarif ettik, gitti buldu, en ham haliyle ortaya koydu. Hayalimizdeki rengi tarif ettik, en cillop ustaya boyattı. En süpper dayı unvanına mazhar oldu.. Halledilmesi gereken bir yığın iş var daha elimizde, ufaktan girişiyoruz tek tek, keyif keyif..
Tabii bu arada, "her genç kızın ruyyyası" diye vikviklenen gelinlik işine de "hadi len artık, uyuz musun?" dürtülmeleri neticesinde adım atmış bulunuyorum ki, o bambaşka bir blog yazısı konusu.. Ne de olsa kıl tüy bi iş azizim. 3 saat giyeceğin zımbırtıya 300 kilo enerji harcıyorsun. Enerjiyi harcayalım, konuyu bu post'da harcamayalım.
Bekleyelim, görelim daha. Yazar neler eylemiş?

08 Mart 2009

Bugün

Kadın

En çok konuştuklarımız en az yazılanlar.
Başta hava..
Psikolojide, havanın bizi nasıl etkilediğine ilişkin araştırmalar bildiğim kadarıyla yok. Güneşli, yağmurlu günlerde ruh halimizin değişkenliği sıradan konuşmalarımızdan öteye gitmez. İklimlerin türümüzün evriminden de öte davranışlarımıza, toplum yapısına etkisi yeni yeni ele alınıyor. Oysa, nice uygarlığın varoluş biçimi, tarihe yön veren kimi
savaşların sonuçları, iklimle de ilgili.
Anne babaların çoçuklarından söz ederken, çocuğumuz yerine, çocuğum demeleri gibi, kendimizle o denli meşguluz ki gözümüz görmüyor benden, bizden ötesini.
Kadınlar erkeklerden nasıl farklı?
Soruş tarzım erkek egemen dünyanın ifadesi. “Erkekler kadınlardan nasıl farklı?” diye sormak, aklımızdan pek geçmez.
Şaşılacak bir şey değil.
Bugün dünya kültürüne egemen Ortadoğu dinlerinin kutsal kitaplarında, tanrı önce
erkeği yaratmış, sonra da, yalnız kalmasın diye kemiğinden parça kopartığı kadını.
Kadın olmak zor.
Türkiye kadına oy verme hakkını başka bir çok ülkeden önce tanıdı. Ama oylarımızla seçtiğimiz yasalarımızı yapmakla görevlendirdiğimiz mebuslardan, `Kaç çocuğunuz var?’ diye sorulduğunda, kız çocuklarını saymayacakları halde, nasıl giyinmeleri konusunda insan hakları adına fetva verenler, zinayı suç saymak isteyen başbakanlar yok mu? Başlık parası ödeyecek gücü olmayan yoksullar Hindistan’da kız çocuklarını öldürüyor. Kuzey Afrika’da, kültüre sahip çıkmak adına haz alma uzuvları duyarsızlaştırılan kızlar sünnet ediliyor. İleri demokrasilerde bile fuhuşa zorlanan kadınlar köleleştiriliyor. Birden fazla çocuk sahibi olmanın yasak olduğu Çin’de de istenmeyen kız çocukları kürtajla alınıyor. Bu ülkenin nüfusunda kadın erkek oranı o denli sarsıldı ki, alışılagelmiş toplum yapısını tehdit eden on milyonlarca kadınsız erkek türümüzün tarihinde bir ilk.
Gene de, 20. yüzyıldan itibaren sosyalist ülkelerin öncülüğünde, kadınların yasalar önünde, erkeklerle eşit haklara sahip olmaları konusunda atılan adımlar bir çok ülkede gündelik yaşantı-mızın artık sorgulanmayan parçası. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü hem nereden nereye gelindiğinin ifadesi hem de süregelen eşitsizliğin.
Ancak eşitlikle farklılık birbirlerini dıştalamamalı.
Kimi çevrelerde eşitlik kavramı, kadın erkek farklarını, kadını kadın, erkeği erkek yapan psikolojik özellikleri incelememizi tabulaştır-mak pahasına putlaştırıldı... Beylik konuşmala- rımıza konu olan erkek ve kadın psikolojileri üzerine kitaplar çoktan yazılmış olmalıydı. Kız çocuğumuz olmadığında hayıflanmıştım kadınları daha iyi tanıyabilme şansımı yitirdim diye. Birbirimizi tanıyacağımıza bireysel ilşjkilerimiz-de saç yoldurtuyor, terapistlere taşınıyor, hem cinsimizle yan yana geldiğimizde, yapay bir samimiyetin dayanışmasıyla, cehaletimizi yansı-tan fıkralarla, genellemelerle cepheleşiyoruz.
Kadınlar daldan dala atlar, erkekler sebatlıdır değil mi?
Araştırmalar kadın beynindeki iki yarım küre arasındaki bağlantıların, erkeklere göre daha yoğun olduğunu, bu nedenle, erkeklerin tek bir faaliyete odaklanırken, kadınların aynı zamanda birden çok şeyi yapabildiğini gösteriyor.
Aramızdaki farkları, türümüzü zenginleştiren, bizi bütünleştiren öğeler olarak görmek
yerine, kadın erkek eşitliğini dogma yaptığımızdan, gözlemlerimizi, düşüncelerimizi, duygularımızı sansürlemeyi tercih ediyoruz.

Gündüz Vassaf

02 Mart 2009

Yarın

Kamuoyuna;
Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de Mart'ın ilk haftası “Dünya Seks İşçileri Günü” olarak kutlanıyor. 3 Mart günü bizler de dünyadaki tüm meslektaşlarımız gibi sokaklarda olacağız.
Seks işçileri olarak tarihin en eski iki yüzlülüğünün kurbanlarıyız. Yok sayılmamıza, damgalamamıza, şiddetten delirmemize yol açan bu iki yüzlülüğe son vermek için sokaklara çıkıyoruz. Yüzleşiyoruz.
Şiddet her an her gün gündemimizde. Maruz kaldığımız saldırıları hakettiğimiz düşünülüyor. Polislerin tavrını çok iyi bildiğimiz için polis bizim için son seçenek konumunda. Üstelik günden güne artan şiddet ve terör sadece bizi değil tüm toplumu kuşatıyor. Emniyet Güçleri sokakları kargaşaya terk ettiği gibi bir de kendi şiddetini arttırarak üstümüze geliyor. Sokakta suça meyilli, kriminel kişilerin doğrudan hedefi haline geliyoruz. Cezalandırılmayacakla rını çok iyi bildikleri için cüretleri, saldırganlıkları her geçen gün artıyor. Yine emniyet güçleri “gürültü”, “trafiği engelleme”, “teşhircilik” gibi asılsız suçlamalarla bizlere para cezaları kesiyor. Direnmemiz durumunda işkence ve zorla kesilen ceza makbuzlarına imza atmak durumunda kalıyoruz. Tüm bunların etkisiz kaldığı durumda da infaz timleri kuruluyor, kimliğini asla tespit edemeyeceğimiz sivil polisler ellerinde demir sopalarla üstümüze yürüyor. Her gün ayrı versiyonu çekilen bir korku filminin değişmeyen kurbanlarıyız dersek abarttığımız düşünülmemelidir.
Sokaklarda çalışmak bizler için en son çare olduğu halde “aile babalarını yoldan çıkaran”, “çoluk çocuğun ahlakını bozan” ve mikrop saçan ahlaksızlar olduğumuz düşünülüyor. Devletçe güvenliği sağlanan kapalı mekanlarda, her bireye tanınan sosyal ve sağlık güvencelerinden faydalanarak çalışabilmek istiyoruz. İşin gereği olan rutin sağlık kontrollerinin de bu kapsamda devlet tarafından yapılmasını talep ediyoruz. Bu sadece bizim için değil toplum için de fayda sağlayacaktır diye düşünüyoruz. Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıkların Önlenmesi İçin Seks İşçilerinin çalışma koşullarının mutlaka iyileştirilmesi gerekir. Bu dünyadaki tüm sağlık otoritelerinin kabul ettiği bir gerçektir. Her meslekte olduğu gibi bu mesleğe de belli standartların getirilmesi hem toplum hem de bizler için yarar sağlayacaktır.
Bizler çok iyi biliyoruz ki en ideal kanunlar da çıksa bakış açısı değişmedikçe, bizler toplum olarak, seks işçileri olarak örgütlü bir biçimde kendi hükmümüzü işletmedikçe yanlış uygulamalar da değişmeksizin devam edecek.Kaldı ki mevcut kanunlar dahi işletilmiyor. Kontenjan kota gibi uygulamaların kanunda yeri olmadığı halde Geneleve Girmek İçin başvuru yapan 30 000 kadın hala bekliyor. Polis devleti değil hukuk devleti istiyoruz. İnsan Haklarının sözde değil özde uygulanmasını bekliyoruz. Örgütlenme hakkının kendi kurduğumuz örgütler için de geçerli olmasını talep ediyoruz. Buradan tüm Türkiye’ye ve dünayaya ilk selamımızı gönderiyoruz. Bundan böyle de mücadelemizin aralıksız devam edeceğini buradan herkese ilan ediyoruz.
Ayrımcılığı artık istemiyoruz, ancak ayrıcalık da istemiyoruz yalnızca doğumla beraber her birinizin kazandığı anayasal haklarımızı kullanabilmek istiyoruz. Seks işçilerine gösterilecek saygı bir lütuf değil anayasal bir sorumluluktur, ondan da önce aslında insan olmanın asgari bir gereğidir.
Atıldığımız namus cehenneminden güneşe çıkmak için 3 Mart Günü, akşam saat 18:00’de kırmızı şemsiyelerimizle Galatasaray Meydanı’nda olacağız. Tüm seks işçilerini, duyarlı kamuoyunu ve basını basın açıklamamıza bekliyoruz.

Kadın Kapısı

Kırmızı Şemsiye Seks İşçileri İnsiyatifi

Lambdaistanbul GLBTT Dayanışma Derneği

Amargi Kadın Dayanışma Kooperatifi

DSİP (Devrimci Sosyalist İşçi Partisi)

KEG Cinsiyetçiliğe Karşı Dayanışma Ağı

25 Şubat 2009

Kadının adı

Bugün duruşma salonunda, daha önceden raporunu çiziktirdiğim bir çiftin boşanma kararı tutanağa geçirilirken, kararın gerekçesine ilişkin yapılan açıklamalardan edindiğim bilgilere göre;
-evli bir çift, önce detaylara bakalım:
.kadın tecavüzcüsüyle evleniyor
.adam çalışmıyor pek, temizlik vs. işinde çalışan kadının maaşına da el koyuyor
.sistematik fiziksel şiddet var
.kadın dayanamayacak noktada, annesine sığınıyor
.annesi "yuvanı yıkamazsın, sığınma evine git" diyor
.kadın zor durumda, işyerinde tanıdığı ve tek desteği olan başka bir adama sığınıyor.. kaçıyor da diyebiliriz, bohçasıynan.
-Bizim medeni kanun olayı şöyle formüle ediyor: evlilik süresince adam kadını dövdüğü için az kusurlu, kadın sadakatsiz davranıp başkasına kaçtığı için ağır kusurlu.
-Kadının kız kardeşi tanıklık yaparken, "öyle tokat falan da değil, sopayla döverdi" diyor; hakim tutanağa geçiyor: "davalı normal tokat atmazdı, sopayla döverdi".
-Başka bir şey yapamadığımdan; duruşma salonundan, tüm "normal tokat" yiyen kadınlara, oradan sistematik şiddet görenlere, tecavüze uğrayanlara, intihara zorlanan, cinayetlere kurban gidenlere, hepsine, hepimize, adil bir dünya diliyorum. Öfkemi büyütüyorum.

16 Şubat 2009

Bugün 16 Şubat

İyi ki doğmuş,
Tam bu şekil bir adam olmuşsun
İyi ki tanımışım seni
İyi ki varsın
İyi ki benimsin
İyi ki sevgilimsin
İyi ki bi daha benden kaçışın yok
Severim seni pek çok
Al şu papatyaları bir kok
Yimeğini yidirdim karnın tok
Altın kuru sırtın pek
Her anımız renk renk
Ben senin çilek
Sen benim böcek
Durdursun biri beni hemen
Aşk şiiri kaçıyo elden.
Rabia Aliye Hanımefendi

15 Şubat 2009

Tango mon amour

Dün tangoya başladık sevgilimle.. Tango güzel danstır, büyüleyicidir, aşktır, tutkudur, içinde ambivalant duygular barındırır, üstelik Arjantin genelevlerinden çıkmıştır, insanı sarmalayan bir hikayesi vardır. Filan ya.. Biz pek bunları konuşup da, "aman hayde bi başlayalım" diyerek başlamadık Umut'la. Bir kaç ay önce, işyerinden bir arkadaşının bu ayarlamayı yapacağını ve haber vereceğini, Ocak-Şubat gibi başlanacağını söylemişti Umut, ben de "ha tamam" demiş ve "evet yahu gidelim" demiştim. O kadar. Len valla o kadar, ha. Çok ilginç. Hiç oturup da üstüne konuşmamışız, cık cık. Hiç bana göre bir hareket değil. Kurcalamam lazım, niye gidiyoruz, neye gidiyoruz, ne amaçla, ne beklentiyle filan diye. Hatta Umut'un daha önce de bir tango deneyimi olduğunu, deneyim dediğim, bir derse gidip sonra bıraktığını dün derse 15 dakika kala stüdyoyu ararken öğrendim. Ortak bir hayal kurmamışız tangoya dair.. O bana sordu mu, sen neden istiyorsun diye. Muhtemelen hayır. Sormadı ama ben söyleyeyim. Ben de tango dendi mi "ayyy" diye bir mayışan, dans ve figürlerden öte, şu bacakların pıtır pıtır bir o yana, bir bu yana ahenk içinde savrulduğu uçuşlara, kıpkırmızı dudaklara, siyah ve seksüü elbiselere, hülyalı bakışlara hasta bir insandım. Hastaydım, o kadar. İşin benim için somutlaşmış hali, Madrid'in rengarenk meydanlarında, rengarenk sürprizlerle karşı karşıya kalıverdiğimiz, 2005 yılının Nisan ayı sonlarının hafif rüzgarlı bir akşam üzerine tekabül eder. Plaza de Mayor'da ana menümüz "ekmek arası kalamar-bira"mızı hüpletmiş, deli danalar gibi sokak sokak dolanırken, denk gelivermiştik bir tango şova.
Törkiş turist ömerler olarak hemen fotoğraf makinelerimizi hazırlamış, aman tanrım içerikli kız nidaları eşliğinde hayran mayran seyre dalmıştık. Turuncuya kaçan kızıl saçlı, gayet de boyu biz kadar, aman da beli de incecik bir hatunla, fırça saçlı, gayet de normal vücutlu bir adam, fittür füttür dans etmekte, takip edemediğimiz bacak hareketleriyle "vaaaaay!" dedirtmekteydiler. Muhtemelen kızlar kendilerini hatunun yerinde, oğlanlar (bir oğlan vardı gerçi aramızda, ama olsun) kendilerini adamın yerinde hayal etmekte, ağzımız açık izlemekteydik. Hatırladığım, zihnimden geçen düşüncelerden biri de, "aaa, ben de yapabilirim!" olmuştu. Olay elbette ki çok zor görünmekteydi. Fakat ben artık kafamdaki tangocu kadın ve adamları artık ne denli soyut, ne denli beşerden uzak, ne denli hayal ötesi, insan üstü düşlediysem, karşımızda piti piti dans eden kadının hiç de ihtişamlı olmayan, pazardan alınma duran siyah etek-bluzu, tamam çok güzel olan ama eski-tozlu dans ayakkabıları, çok net hatırlıyorum adamın arası sökülmüş ve sonrasında herhalde acemi biri veya kendisi tarafından zigzag dikilmiş, gözümüze gözümüze sokulan pantolonu, bana bunu dedirtmişti: ben de yapabilirim! Bunlar da bizim gibi insandılar, üstelik sokaklarda görüp tiplerine dumur olduğumuz İspanyol amcalar ve gayet de haset ettiğimiz İspanyol hatunlar gibi de değildiler. Alt komşu Hafize ve bakkal Hüseyin efendi, misal. Öğrenmişler, yapıyolar, ama çok da güzel yapıyorlar. Şimdi bu satırları didik didik eden okuyucu, sözüm sana: yok ne saçma çıkarımlar yapmışsın, yok o eski ve tozlu ayakkabılar deneyim göstergesi, yok bunlar sokak dansçısı, şapkayı da koymuş ortaya para istiyorlar deme! Ben böyle düşündüm, sen başka türlü düşünürsün, ne de olsa sen de insansın. Bak bak..
Blogger yavaş ama gayet çirkin çekmiş olduğum diğer fotoları da koyayım:
Son olarak da;
Evet, görüldüğü üzere, her yazımda olduğu gibi, bu eserimde de tarihçe koymadan duramadım. Velhasıl, canlı canlı izlediğim o enfes gösteri sonrası, tango benim için yapılabilir bir şey haline gelmiş, yapmak istediğim zımbırtılar listeme girmiş, lakin ben aradan geçen yıllar içinde ne parasal ne vakitsel olarak münasip durumda olmuş idim. Geçtiğimiz bahar aylarında, internetten epey bir tarama yapmış, Ankara'daki tango insanlarına, kurs takvimlerine-fiyatlarına, milongalara özenmiştim ama sonra yine kalmıştı. Demek ki, bir başkasının benim için ayarlayıp, "hadi!" demesi gerekiyormuş, şaşırmadım kendime. Ha, şimdi uygun muyum, vakitsel-parasal? Yaz başında evleniyorum, ev tuttuk, eşya baktık filan derken feci vakit harcıyoruz, adliyede Şubat dosyaları daha bitmedi, Mart yığılmış vaziyette, bu dönem de dört dersim ve bir seminerim var, araştırma daha sürüyor, üstelik grup terapisinde liderlik bende, hoyda bre! Konuyu dağıtmayayım, haftada bir gün, bir saat ders ve sonrasında iki saat pratik, bakınca gayet makul. Üstelik dünkü derste sergilediğimiz performans nedeniyle, bizi tango yasaklısı da edebilirler, zira ilk dersi kaçırmış ve gayet eblehçe bakarak derse başlayan iki tip olarak, kıkırdamadan duramayarak ve artık nasıl gözüküyorsak bir ara kadın hocanın (adını unuttum) gelip gülerek, "siz ne kadar komik görünüyorsunuz, napıyorsunuz?" demesi ve müdahalesi üzerine, bizim tango macerası pek uzun süremeyebilir diye düşünmeye başladık:) Üstelik de bu tangoda tüm kontrol erkekteymiş, amanın hiç bana göre değil! Üstelik de hayat felsefesi "uydur uydur yapıver" olan Umut ve kalas benle bu iş hem çok uzun sürer, ama hem de çok güleriz ve çok eğleniriz gibime geliyor.
Winamp'ta Seyyan Hanım ve ilk Türk tangosu "Mazi". Gideyim, sevgilime "bu tangoyu bana lütfeder misin cicim?" diyeyim de geleyim..
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...