rabia çelebi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
rabia çelebi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Şubat 2009

Tango mon amour

Dün tangoya başladık sevgilimle.. Tango güzel danstır, büyüleyicidir, aşktır, tutkudur, içinde ambivalant duygular barındırır, üstelik Arjantin genelevlerinden çıkmıştır, insanı sarmalayan bir hikayesi vardır. Filan ya.. Biz pek bunları konuşup da, "aman hayde bi başlayalım" diyerek başlamadık Umut'la. Bir kaç ay önce, işyerinden bir arkadaşının bu ayarlamayı yapacağını ve haber vereceğini, Ocak-Şubat gibi başlanacağını söylemişti Umut, ben de "ha tamam" demiş ve "evet yahu gidelim" demiştim. O kadar. Len valla o kadar, ha. Çok ilginç. Hiç oturup da üstüne konuşmamışız, cık cık. Hiç bana göre bir hareket değil. Kurcalamam lazım, niye gidiyoruz, neye gidiyoruz, ne amaçla, ne beklentiyle filan diye. Hatta Umut'un daha önce de bir tango deneyimi olduğunu, deneyim dediğim, bir derse gidip sonra bıraktığını dün derse 15 dakika kala stüdyoyu ararken öğrendim. Ortak bir hayal kurmamışız tangoya dair.. O bana sordu mu, sen neden istiyorsun diye. Muhtemelen hayır. Sormadı ama ben söyleyeyim. Ben de tango dendi mi "ayyy" diye bir mayışan, dans ve figürlerden öte, şu bacakların pıtır pıtır bir o yana, bir bu yana ahenk içinde savrulduğu uçuşlara, kıpkırmızı dudaklara, siyah ve seksüü elbiselere, hülyalı bakışlara hasta bir insandım. Hastaydım, o kadar. İşin benim için somutlaşmış hali, Madrid'in rengarenk meydanlarında, rengarenk sürprizlerle karşı karşıya kalıverdiğimiz, 2005 yılının Nisan ayı sonlarının hafif rüzgarlı bir akşam üzerine tekabül eder. Plaza de Mayor'da ana menümüz "ekmek arası kalamar-bira"mızı hüpletmiş, deli danalar gibi sokak sokak dolanırken, denk gelivermiştik bir tango şova.
Törkiş turist ömerler olarak hemen fotoğraf makinelerimizi hazırlamış, aman tanrım içerikli kız nidaları eşliğinde hayran mayran seyre dalmıştık. Turuncuya kaçan kızıl saçlı, gayet de boyu biz kadar, aman da beli de incecik bir hatunla, fırça saçlı, gayet de normal vücutlu bir adam, fittür füttür dans etmekte, takip edemediğimiz bacak hareketleriyle "vaaaaay!" dedirtmekteydiler. Muhtemelen kızlar kendilerini hatunun yerinde, oğlanlar (bir oğlan vardı gerçi aramızda, ama olsun) kendilerini adamın yerinde hayal etmekte, ağzımız açık izlemekteydik. Hatırladığım, zihnimden geçen düşüncelerden biri de, "aaa, ben de yapabilirim!" olmuştu. Olay elbette ki çok zor görünmekteydi. Fakat ben artık kafamdaki tangocu kadın ve adamları artık ne denli soyut, ne denli beşerden uzak, ne denli hayal ötesi, insan üstü düşlediysem, karşımızda piti piti dans eden kadının hiç de ihtişamlı olmayan, pazardan alınma duran siyah etek-bluzu, tamam çok güzel olan ama eski-tozlu dans ayakkabıları, çok net hatırlıyorum adamın arası sökülmüş ve sonrasında herhalde acemi biri veya kendisi tarafından zigzag dikilmiş, gözümüze gözümüze sokulan pantolonu, bana bunu dedirtmişti: ben de yapabilirim! Bunlar da bizim gibi insandılar, üstelik sokaklarda görüp tiplerine dumur olduğumuz İspanyol amcalar ve gayet de haset ettiğimiz İspanyol hatunlar gibi de değildiler. Alt komşu Hafize ve bakkal Hüseyin efendi, misal. Öğrenmişler, yapıyolar, ama çok da güzel yapıyorlar. Şimdi bu satırları didik didik eden okuyucu, sözüm sana: yok ne saçma çıkarımlar yapmışsın, yok o eski ve tozlu ayakkabılar deneyim göstergesi, yok bunlar sokak dansçısı, şapkayı da koymuş ortaya para istiyorlar deme! Ben böyle düşündüm, sen başka türlü düşünürsün, ne de olsa sen de insansın. Bak bak..
Blogger yavaş ama gayet çirkin çekmiş olduğum diğer fotoları da koyayım:
Son olarak da;
Evet, görüldüğü üzere, her yazımda olduğu gibi, bu eserimde de tarihçe koymadan duramadım. Velhasıl, canlı canlı izlediğim o enfes gösteri sonrası, tango benim için yapılabilir bir şey haline gelmiş, yapmak istediğim zımbırtılar listeme girmiş, lakin ben aradan geçen yıllar içinde ne parasal ne vakitsel olarak münasip durumda olmuş idim. Geçtiğimiz bahar aylarında, internetten epey bir tarama yapmış, Ankara'daki tango insanlarına, kurs takvimlerine-fiyatlarına, milongalara özenmiştim ama sonra yine kalmıştı. Demek ki, bir başkasının benim için ayarlayıp, "hadi!" demesi gerekiyormuş, şaşırmadım kendime. Ha, şimdi uygun muyum, vakitsel-parasal? Yaz başında evleniyorum, ev tuttuk, eşya baktık filan derken feci vakit harcıyoruz, adliyede Şubat dosyaları daha bitmedi, Mart yığılmış vaziyette, bu dönem de dört dersim ve bir seminerim var, araştırma daha sürüyor, üstelik grup terapisinde liderlik bende, hoyda bre! Konuyu dağıtmayayım, haftada bir gün, bir saat ders ve sonrasında iki saat pratik, bakınca gayet makul. Üstelik dünkü derste sergilediğimiz performans nedeniyle, bizi tango yasaklısı da edebilirler, zira ilk dersi kaçırmış ve gayet eblehçe bakarak derse başlayan iki tip olarak, kıkırdamadan duramayarak ve artık nasıl gözüküyorsak bir ara kadın hocanın (adını unuttum) gelip gülerek, "siz ne kadar komik görünüyorsunuz, napıyorsunuz?" demesi ve müdahalesi üzerine, bizim tango macerası pek uzun süremeyebilir diye düşünmeye başladık:) Üstelik de bu tangoda tüm kontrol erkekteymiş, amanın hiç bana göre değil! Üstelik de hayat felsefesi "uydur uydur yapıver" olan Umut ve kalas benle bu iş hem çok uzun sürer, ama hem de çok güleriz ve çok eğleniriz gibime geliyor.
Winamp'ta Seyyan Hanım ve ilk Türk tangosu "Mazi". Gideyim, sevgilime "bu tangoyu bana lütfeder misin cicim?" diyeyim de geleyim..

20 Eylül 2008

Gavur İzmir

Gavur İzmir lafına çok gülüyorum yahu. O yüzden başlığa koydum. Baktıkça kıkırdayayım istedim. Umut'un Güzel İzmir başlıklı gönderisini gördüğümde "ulen ben de gavur İzmir koyyim bari" diye içimden geçirmiş idim. Ama bu içimden geçirişin, arada derinlerimde bi yerlerden kopup gelen, tüm benliğimi sararak beni esiri eden ve "sınır tanımayan arıza hatunlar" kategorisindeki konumumu sağlamlaştıran, "Umut ne yaparsa ve ne derse ve ne isterse tersini yap" dalgasıyla hiç alakası yoktu. Öhöm, neyse konuyu dağıtmayalım: Gavur İzmir deyişimin ne o ilk akla gelen siyasi dallamalıklarla (yazmayalı ağzım da bozulmuş, haydin hayırlısı), ne de İzmir'e yönelik bir düşmanlıkla alakası yok. Sadece bu tamlamayı çok feciiii komik buluyorum. Onca zamandır yazmayışımda da, bir türlü bu bir haftalık İzmir macerasını kaleme alamayışımın etkisi olduğunu düşünürsek aslında gavur diyebiliriz kendisine. Tabii pek güzel olmasının da etkisi var. Aman ya neyse ne, amma uzattım, ez yuujıl.
28'inde bir insan olarak, İzmir'i daha bu yaşımda yeni görmüş olmam size de garip gelmiyor mu? Şahsen bana pek geldi. Ya fırsat olmamış, ya başka bişiy olmuş, ben bunca zaman görmemişim bu herkesin görmüş olduğu ve durumuma "auvvv" diye şaşırdığı şehri. Ha, gördüm dediğim de, arabadan gördüm, hehe. Çünkü esas olarak İzmir' e yakın bir kaç yer gezdim o kadar. Beğendim de.
Hikaye, benim Balıkesir'e gitmem ve Umut&anne&baba ile yapılan sabah kahvaltısı sonrası İzmir yollarına düşmemizle başladı.
İlk durak Selçuk idi. Sıcaaaaaaaaaaaaaaak diye ciyak ciyak geçen bir seyahat.
Bi miktar dinlenme ve Şirince..
Şirince'ye bayıldım. Bayılmamda, Sevan'ın Müjde'ye ettiği ve aile içi şiddetle haşır neşir bir insan olarak bu konu üzerine yapılan tartışmalarımızın mistik bir etkisi var mıdır, bilemen. Köye girişteki sıcak görüntülerden daha sıcağı, köyün içine dalışımız ve teyzelerle samimi sohbetler edişimiz, köpek havlamalarından tırsışımız (malum, travmam var), tabi ki kiliseyi dolanışımız, bol foto çekişimiz ve köyün öğleden sonraki en mahmur hallerine tanık oluşumuzdu.
Şirince'den sonra akşam yemeğini Kuşadası'nda yeme fikri ilk başta kulağa hoş gelse de, yıllarca Kuşadası diye hayal ettiğim yerden çooooooooook öte bir yerle karşılaşacağımı kim bilebilirdi? Elbette gerizekalı gibi, turkuaz denizin ortasında bir ada ve üstündeki tek tropikal ağaca tünemiş öten binlerce kuş hayal etmemiştim. Ama, pesss! dedirtecek denli bir betonarme görüntüye nazır akşam yemeği de değildi hayal ettiğim.. Yimeeemizi yidik, hava karardı, ortalık daha da canlandı ve kısa gezintimiz esnasında ilginç sahnelere gark oldum. Hiç bu kadar çok, geometrik şekil olarak sıralanmış, hepisi birbirinden upuzun ve incecik rus hatun gördüğümü hatırlamıyorum. Nasıl bu kadar kusursuz olabiliyorlar, ilginç. Neyse devam edelim.
Ertesi sabah, erkenden Efes'e gittik. Efes gezimiz şahaneydi, a dostlar. Bir adet müze kartım oldu, bir takım teatral gösteriler izledik, feci bir sıcağın altında milyonlarca turist ve biz, dört nala koşarak, tarihe yolculuk yaptık. Ancak, bu unutulmayack ve çok eğlendiğimiz geziyi anarken, Sezar'ın hakkı Sezar'a diyorum ve Umut'a en derin teşekkürlerimi sunuyorum. Kendisine ne inceden bir mesaj vermiş, ne de direkt söylemiş idim. Fakat, o süreçte de (yani atletlikten önce) turist rehberliğine soyunan sevgilim, sen otur tatil öncesi Efes çalış rabia'ya anlatcam diye, bana pek güzel rehberlik etti. Kendisini burada kimbilir yine hangi esprime kıkırdarken ve fakat kitabı elinden bırakmazken görüyoruz, :P:
Artemis tapınağı, Meryem Ana Evi, müze, Selçuk, Şirince, kabak çiçeği dolması, şimdi aklıma gelmeyen pek çok detay derken... Alaçatı.. Alaçatı'ya da bayıldım.
Rüzgar, sörfçüler, kumru, damlasakızlı lokma, damlasakızlı dondurma, damlasakızlı türk kahvesi, damlasakızlı kurabiye, damlasakızlı plaj havlusu ilen geçti ömrümüz yemin ediyorum. Ancak, akşamları rüzgarla birlikte, podyum gibi yolda ve hakikaten orayı podyum zanneden kadınların arasında gayet pespaye biçimde arşınladık rengarenk atmosferi. Şiparka mıydı neydi, yoksa sıktım mı, orda nefis zeytinyağlı yemekler yedik, orta kahve miydi, yoksa hala mı sıkıyorum, değişik bişeyler içtik, balığın dibine vurduk başka bi yerlerde. Hatta aklıevvel iki sevgili olarak, ilişkimizin swot analizini bile yaptık rüzgarlı bir alaçatı akşamı, hahhayyt! :) Analiz sonrası bi miktar birbirimizi örselemiş olabiliriz, lakin ilişkiye faydalı geldiğini ve renk kattığını da bizzat kendimde deneyimlemiş bulunmaktayım, yaptığımın ne kadarı doğru bilemeyerek, hehe..
Bir akşam da Ernur'ların yazlığına gittik ve enfes bir mangal partisinin tam ortasında bulduk kendimizi. Hem yiyecekler, hem içecekler, hem rüzgar ve hem de Ernurların hiper histrionik ve ishal köpekleri Kontes unutulmazdı:)
Son akşam, Ernurlar ile birlikte Tolgalar'da toplandık (lerler, larlar, yusyuvarlar, kremalı börek).. Deniz ve Tolga balık dolması mıydı neydi öyle leziz bişiye imza attılar, Deniz'in hazırladığı diğer tüm enfessto şeyleri mideye indirdik ve tabii ki, Deniz, Sevim ve ben bol bol EFFL anısı dinledik. Bu anıları yaklaşık 2 yıldır dinliyorum ve her dinleyişimde, aynı şeyi dinlesem de, yine aynı heyecanla ve merakla devamını bekler biçimde gülebiliyorum, hevesle anlatmalarının keyfine ortak olabiliyorum. Bu durum, o akşam, yatakhanede her sabah, birinin (sanırsam Bilge'ye ait idi o parmak), play tuşuna basmasıyla birlikte bangır bangır çalmaya başlayan 1 Mayıs marşıyla güne hazırlandıklarını öğrendiğim ve tabii ki çok güldüğüm bu bir avuç ergenin o dönemin verdiği enerjiyle yaşadıkları bir dizi sıradışı olay dizisinden mi, yoksa bir süre önce yaşamıma giren bu insanların hepsini ayrı ayrı seviyor olmamdan mı kaynaklanıyor, bilemiyorum. Ya da her biri aynı olayı farklı detaylarla anlattığından, bilmem ki:) O akşam da bu durum net biçimde ortaya çıktı ve aynı olay üç farklı çerçevede "yok ya öyle değildi", "hayır ya o şu değildi, buydu" cümleleriyle uzuuuun süre açıklanmaya çalışılınca, anlaşıldı ki, olayların kahramanları 50 yaşına geldiklerinde iş iyice sarpa saracak, n tane anı n ayrı versiyonda anlatılacak, bundan ötürü bir veri tabanı fikri ortaya atıldı, yapımını da Umut üstlendi. Yoğunluk münasebetiyle halen icraat olmasa da, o akşamın geldiği nokta olan bu fikri buraya düşmekte yarar olabilir diye düşündüm, bilmem iyi mi yaptım. Son gün, Ankara'ya dönmeme saatler kala da, Swiss Kanton adlı afilli bi yerde kahvaltı yaptık cümbür cemaat. Güzel oldu, yine bol bol güldük, sonra da güzel dileklerle ayrıldık.
Velhasıl, bana pek iyi gelen, dinlenmeli, gezmeli, rüzgarlı, kıkırdamalı, muhabbetli, kavuşmalı, Özlem'li, Umut'lu, efil efil bir tatil oldu. Ağustos'un ilk haftası, kalbim neşeyle doldu.

30 Ağustos 2007

Assos Günlüğü

17 Ağustos, 2007-Cuma
Bu sabah Assos'a doğru yelken açmak için, erkenden (sabah 06.00!) kalkıp, Gökçeada'dan 07.00 vapuruyla ayrılabilmek adına limana koşturduk. "Yav ne iyi yaptık da erken kalktık" keyiflenmeleri eşliğinde yaylana yaylana yol alırken, durakta dolmuş bekleyen insanları, durmaksızın bizi sollayan araçları görünce, bu işte bir iş olduğunu, tek erken kalkanın biz olmadığını nihayetinde anladık ve önümüzdekilere "kaçıl!" diye bağırmak suretiyle, hızlıca, önce liman zannettiğimiz başka bir yola ve sonra hak yolu bulup doğru tarafa seyirttik. Amanın o da ne? Gökçeada'ya gelirkenki gibi, "acaba alacak mı bizi vapur, sığabilecek miyiz?" sorusunu aynen telaffuz etmekte idik. Bu arada delişmen de bir bilet kuyruğu oluşmuştu ki ben de inip, kuyruğun uzunluğuna baktıktan sonra ön tarafa gidip, "arabalar için de mi kuyruğa girmek gerekiyor?" diye gerizekalıca bir soru sorup, "evet, laynnn!" tadında aksi tonda cevaplar eşliğinde kuyruğun sonuna geçtim. Artık tam mı uyanamadım, yoksa zaten mi gerizekalıyım bilemiyiciim ama, insanlar barut fıçısı misali gişede tek memur olmasından ve yavaş ilerlemeden şikayet ederlerken, ben de diyaloglara karışıp, yüksek sesle, önce "yav 6 vapuru için 4'de mi kalkicaz hayret bişi, cık cık cık" dedim (zati 6 vapuru yok ki, dakkasında dank etti ama lafı ettiydik bi kere, önümdeki adam bi dönüp acıyarak bana baktı), sonra da "herkes biletini almadan vapur kalkmaz herhalde" cümlesinde "vapur" yerine "rapor" dedim! Hahhayt! :) Ne salak görünüyodum kimbilir.. Neyse, hemen başa çıkma mekanizmalarımı harekete geçirip, "millet daha uyuyo, annamamıştır işallah kimse" diye düşünüp kendimi avuttum. Kayık de bari, rapor denilir mi ayol vapura? Neyse, sonra şanslı biz sığdık el kadar vapura da, Çanakkale yoluna düştük. Amma velakin, Gökçeada'dan ayrılmayı hiç canımız çekmedi. Gökçeada'dan Çanakkale'ye dönüş için gerekli yolları aştıktan sonra, ver elini Assos! Yine yılan misali kıvrım kıvrım yolları arşınlayıp diğer adıyla Behramkale'ye geldik. Kadırga Koyu'ndaki Dolphin Pansiyon'a yerleştik. Yunus diye bir varlık olmasaymış dünyada isim bulma, tasarım konusunda filan çok acı çekecekmişiz. Her şeyin adı dolphin mi olur kardeşim? Hele yunuslu yüzükleri hiç sevmem. Neyse, bir öncekiyle hemen hemen aynı formattaki pansiyonun hemen önünde yer alan ve koy boyunca sıralanmış her pansiyonca bir takım atraksiyonlarla parça pincik bölünmüş (yok renkli minder, yok işaretli şemsiyeler) kumsalda ikindi vaktine dek yatışşş. Bu esnada, bir adet yer kapma kavgasına tanık oluş. Bir de Ülker Teyze formatında bir teyzenin, bir kıza, yüksek ve kart sesiyle, kız sormadığı halde Cuma günü olması münasebetiyle ibadetini yapıp da plaja indiğini anlatması, elbisesini çıkarıp, mayosunu düzeltirken, "o iş ayrı bu iş ayrı" diye vıdı vıdı konuşurkenki sevimliliği. Sonra bir adet kendine getirici duş ve iskeleye/antik limana gidiş.. Liman çok renkliydi.


Denize nazır bişiyler içtik oturup, sonra da iskele keşfine yöneldik. Arka taraftaki taş otelleri ve "camping"leri çok beğendik, fiyatları da el yakmayan cinstenmiş, soruşturduk, bir dahaki sefere burada kalalım dedik. Sonra ışıklı ortamlarda abuk subuk birbirimizi fotoğrafladık, "siz mi uydurdunuz bunu?" dediğim dondurmacıdan azar da işitmek suretiyle bir acayip dondurma yedik, ağzı burnu çikolataya buladık.


Hava kararmadan o ip gibi yollardan dönelim diye, çok geç olmadan yola düştük, antik tiyatroya, kale kırıntılarına, harika manzaralara şaştık, kaldık. Akşam yemeği saatini yakalayıp, salata tabağındaki marulları, domatesleri uçuran rüzgar eşliğinde balığımızı tırtıkladık. Bira keyfiyle loş ışıkta kitap okuduk. Uyku vakti gelince, odanın duvarında ne aradığını anlayamadığım ve hiç mi hiç hazzetmediğim elöpen denen sürüngeni öldürmeye kıyamayınca (ya da yakalayamayacağımızı anlayınca mı demeli?) pansiyonun sahibini çağırdık. Minnacık sürüngenden korkup kendisini çağırdığımıza gülen ama başarılı bir hareketle penye bir kumaş içine hayvanı hapsederek iki adım ötedeki otların arasına bırakarak "oldu mu len akıllı bıdık?" dedirten sahip, sonra bize sık sık karşılaştığı yılan ve akreplerden bahsederek ve ardından da elindeki spreyi kapı girişine sıkarak uykumuzu açınca rüzgarda epey daha muhabbet ettik. Öğlen, Assos'a ilk geldiğimiz bir kaç saat içinde, sıklıkla birbirimize bakıp "cık! ay Assos böyle bi yer miymiş" abuklamalarımızı artık dillendirmedik, anlaşılan biz burayı da sevmiş, gönülden benimsemiştik...

18 Ağustos, 2007-Cumartesi
Bu sabah kahvaltıda yine bıkbıklayıp, cıkcıkladık. "Yav Ege burası, domatesin üzerine biraz kekik serpersin, üstüne zeytinyağı gezdirirsin" dedik, bu tür işletmelerde bazı ufak detaylara özenmenin hem fiziksel, hem ruhsal ortamı nasıl değiştirebileceğinden dem vurduk, ahkam kestik, tabii birbirimize.. Sahibe teyze biraz sert hatundu, tokatlar filan:P Saat 15.00'e dek yine deniz-güneş-kum üçlüsü ardından, Kaz Dağları'nın büyüsünü ve civardaki eski Rum köylerini keşfetmek üzere yola koyulduk. Bugün çok güzeldi yav. Hayatımda hiç bu kadar oksijene boğulmuş muyumdur, hiç bu kadar yeşile gark olmuş muyumdur, alabildiğince deniz görüntüsüne hapsolmuş muyumdur, ve tüm bunların neticesinde bünyede acayipleşme yaşayıp bu kadar şımarmış mıyımdır? Zım zım sesiyle yola düşüşümüz ve arka taraftaki kamping alanları ve masmavi deniz boyunca Küçükkuyu'ya varışımızın ardından, Adatepe köyüne çıkmadan önce, ilk olarak Zeus Altarı'nda dolandık. Eski adamlar ağızlarının tadını bilmişler, en kutsal saydıklarını en güzel yerlere kondurmuşlar, törenlerini burada yapmışlar. Edremit Körfezi ayaklarımızın altında.


Tanrı Zeus'un Hera'ya burada aşık olmasında fazlaca bir normallik yok mu zaten? Çok güzeldi ta ki Reha Muhtar tadında rahatsızlık verici bir ses tonu ve heyecanla ziyaretçilerin altarı nasıl mahvettiklerini anlatan bir muhabirin susmayacağını ve bu sesi daha fazla çekemeyeceğimizi anlayana dek, yoksa biraz daha kalabilirdik. Ter dökerek tırmandığımız yoldan bu sefer rahatça geri döndük. Bir kaç dakika sonra Adatepe'ye vardığımızda bu kez bizi başka bir sürpriz bekliyordu: taş evleriyle nefis bir görüntü sergileyen sessiz, huzur dolu bir köy.. Her yer zeytin ağaçlarıyla bezeli...


Önce köy meydanında, çiçekli masa örtüleriyle bezenmiş tahta masalara yayılıp, limonata ile serinledik, ardından uzun uzun çay keyfi yaptık.


Sonra köy keşfine çıktık. Ortalıkta çıt yok. Arada bir köpek havlamaları duyuluyor. Güzel güzel evler.. Hüseyin Meral Zeytinyağı ve Sanat Evi'yle burun buruna geldik. Hüseyin Bey olduğunu tahmin ettiğim kibar bir adam, evin içine girmemizi, eşinin henüz gelmiş kişilere üretimle ilgili bilgi verdiğini söyledi. Girdik, ben tabii Anadolu bozkırlarından kopup gelmiş bir çocuk, zeytinyağından ne anlarım? Umut'a kadehte zeytinyağı ikram edildi. Tattı. Bizden hemen önce gelmiş olan, fazla yapay kokan bir entelektüellikle "oğğğ dets veriyyy nağyyysss" diyen ve istese 50 şişe zeytinyağını ABD'ye gönderip gönderemeyeceklerini soran, akademisyen olduğunu tahmin ettiğimiz ve yandan yemiş Einstein modeli saçlarını sağa sola savurup, elindeki kadehi koklayarak bir yandan da eşinin söylediklerine "salak mısın? pışşşııııkkk!" tadında ters cevaplar veren amcaya daha fazla tahammül edemeyip dışarı çıktık. Hüseyin Bey'in, hoş ve kibar eşi, adamın türkçe-ingilizce karışımı sorularına daha ne kadar maruz kaldı bilmem. Ben tabii kapı hastası. Buna bayıldım işte: Çok yaratıcı!


Köyde bir süre daha turlayıp, eski köy ilkokulunun felsefe, edebiyat, sanat seminerlerine ev sahipliğini yaptığı meşhur Taş Mektep'e kadar çıkıp, manzara seyrinin ardından, diğer oksijen/keyif/huzur/zeytin/eski Rum evleri/sıcaklık dolu köye, Yeşilyurt'a yollandık. Oraya da iki misli bayıldık.


Akşam serinliğinde kapı önlerinde oturan ya da kahvede çayını yudumlayan candan köy halkı, erişte, tarhana, reçel tezgahları kurmuş teyzeler, Adatepe'ye oranla daha bakımlı evler... Her zaman olduğu gibi köy meydanındaki çay bahçesinde oturup, "buralara yerleşmeli, vidi vidi vidi" dedik, masadan masaya sevimli ve yaşlı amcalarla sohbetler ettik. Uzun, ince, kıvrımlı yollardan geri dönerek, Athena Tapınağı'nı görmeden gitmeyelim istedik. Farkında olmadan, görülmesi en münasip saatte gelmiştik sanırım, rüzgara direne direne.. Hakikaten, dünyada güneşin en güzel battığı yer burası olabilir mi acaba?


"Ya of yarın dönüyor muyuz yani?" sızlanmalarıyla pansiyona dönüp, salatamızı haşin rüzgarla paylaşmama telaşesi içinde köftelerimizi yuttuk, biramızı yudumladık. Yarın uzun, yorucu ama güzel olacağını umduğum bir yolculuk bizi bekliyor: Assos'tan çıkıp, Edremit Körfezi boyunca ilerleyerek, Altınoluk, Akçay, Ören'i geçip Ayvalık'ta tostlara yumulup, akşam 9'da Ankara'ya doğru yola koyulacağız. Kendim yazdığım "dı oricinıl" bir cümleyle bu tatile veda etmek isterim: Hey Esteban, tatil finito!

29 Ağustos 2007

Gökçeada Günlüğü

14 Ağustos, 2007-Salı
Benim Aslı, "git git bitmiyo" derdi Çanakkale için, hakikaten öyleymiş.. Yerine yerleşememeli-rahat edememeli, 10 saat süren yolculuk sonrası otobüsten indiğimde ayaklarım tam anlamıyla pide gibi, kocamandı; alerjim de azıttı, iyi mi? Nasıl bir burun akıntısı belli değil. Neyse ki Umut 15 dakika içinde geldi ve "Gökçeada'ya nasıl gidilir?" konulu yolculuğumuza başladık. Çanakkale'den Eceabat'a geldik, ordan Kabatepe Limanı'na.. Böyle miydi ki? Niye yer-yön zerzevatım yok benim? Vapur yolculuğu güzeldi, bir sürü plan, son iki haftadır yapılanlar, edilenler, onlar tüketilince de 1 haftayı dolduracak çetinlikteki yazılarla dolu Radikal 2 üzerinden tartışmalar. Ortak noktaya varamamak, böylece hiç sıkılmamak, habire atmak-tutmak. Konuştuklarımızdan Abdullah Gül ve Yaşar Büyükanıt haberdar mıdır? Neyse, ada göründüğünde "taytanik" misali görüntüler sergiledik. Kocaman bir ada, boz.


Bakalım içi nasıl? diye düşündüm, okuduklarım gibi mi? Sonra vapurdan atladık ve zım zım zım zım yola düştük. Gökçeada merkezini geçip, Kaleköy'deki Sahil Motel'e vardığımızda acıkmış ve yorgunduk. Sevimli, basit, beyaz, bahçesi topkadife bezeli, sıcak bir pansiyon.. Kışları Eryaman'da oturup, yazları Gökçeada'da pansiyon işleten, oğul garsonluk, baba temizlik, anne aşçılık yaparken birbirleriyle tatlı tatlı didişen, çatalı unutunca elli kez özür dileyebilen, bir sevimli aile. Odaya yerleşip, iki lokma yemekten sonra, ada keşfine başladık. Kıvrım kıvrım, daracık yollar.. Habire ağzında bir şeyler geveleyen, sakallı, çirkin, ama yine de "ahaha şuna bak!" tepkisi verdirten dağ keçileri..


Camlar sonuna kadar açık, yüzümüzde Gökçeada rüzgarı... Bir de torpido gözünden rembetiko cd'si çıkmaz mı? Nasıl keyifliyiz! Önce Gizli Liman'a gittik. Tepemizde güneş, yerde kızgın kum, masmavi deniz.. Ama bagajdan çıkan şemsiye Gökçeada'nın haşin rüzgarına dayanamayıp pişmemize ramak kala, "yok" dedik, arabaya atlayıp, önce Laz Koyu'na gittik, orası da gayet muhterem ve muhteşemdi, "ama önce keşfetsek her yeri" dedik, ve devam edip "bizim gubidik bakanlığın gubidik tesislerine de göz atalım" dedik. Dediğimiz gibi gubidik cevaplarla karşılaştık, "burada kalınmasa da plajı kullanılabilir ama her şey sayılı, giremezsiniz" cevabını yedik, "peki dostum, hey man!" dedik. Sonra sanırım yaklaşık 20 dakika tek bir canlıya diyeceğim ama, keçiler vardı, tek bir araca-insana rastlamadan daracık ve kıvrımlı yollarda ilerledik, Aydıncık Plajı'na vardık. Hem Umut'un sörf okulu da buradaymış zati. 1-2 saat kaldık plajda. Nasıl sakin, dingin ortalık. Evet, tatili sabaha kadar dans-eğlence-hareket-aksiyon gibi algılamayan zihniyet için doğru yer Gökçeada. Daha gezeceğim, göreceğim.. Akşam üzeri, plajdan kalkıp, köylere doğru yol almaya başladık. Böylece de ilk günümüzde adanın çevresini (26 km. miydi?) bir turlamış olduk. İlk adresimiz Zeytinliköy oldu.. Tam şenlik vaktine denk getirip de Gökçeada'ya geldiğimiz için, yollar İstanbul'dan, Yunanistan'dan gelen araçlarla dolu..


Zeytinliköy'e girişte arabayı park edip, başka bir kültüre yelken açacakken, sonradan adının Yanni olduğunu öğrendiğimiz ihtiyar amcamızla karşılaştık. Pek tabii ki, temel sosyalleşme insanı, her gördüğüne selam veren, gülücükler saçan Umut, "iyi akşamlar amcacığım, Gökçeada'daki köylerin en büyüğü burası mı?"diye sorup, amcadan da en huysuz sesle, "ne bileyim ben canım, mezurayla mı ölçtüm?" diye yanıt alınca, Umut'un suratı, önce üçte bir oranında; bizimle paralel yürüyen amca, oğluna ait olduğunu da sonradan öğrendiğimiz kahveye oturduğumuzda bize yine aksi davranıp masaya oturtmak istemeyince (meğer orası onun köşesiymiş, ben de böyle buyrun diye başka bi yer göstermiş idim nezaketten kırılarak) üçte iki oranında; ve Umut sigara ikram edip de amca bize pis bir bakış atıp "yuh artık ayılar, hazzetmedim sizden" misali içeri kaçınca üçte üç oranında, yani tümüyle asılıverdi. Resmen sarardı soldu Umut yaa, "yavrım, hayatında ilk kez mi terslendin?" diyorum, ses yok. Ama adamımı tanıdığım kadarıyla, hayatında ilk olabilir. Neyse, Madam'ın Kahvesi'nde meşhur dibek kahvesini yudumladık. Madam 2004'te ölünce uçak mühendisi olan oğlu işletmeye başlamış kahveyi.. Madamın kocası olan bizim Yanni amcada da hafif demans belirtileri ortaya çıkınca (ki anlamıştım ben cingöz:P) işler biraz zorlaşmış sanırım. Yanni amcam, yardım edeceğim diye, temiz bulaşıkları kirlilerle filan karıştırıyormuş, bunlar dedikodu kısmı. Kahvemizi yudumlarken, evlerin balkonundan gelen Rumca konuşmalar, en çok hazzettiğim üstüne ısrarla bastırılan r'ler, "len köy teyzesi böyle mi olur?" dediğim şık hanımefendiler, Rumca konuşarak gelen çiftin, birini görüp Türkçe konuşmaya geçmesi, feci bilingual bir ortam, ama gözlemlemek nasıl keyifli. Ordan kalkıp, girişte tabelasını gördüğümüz Beşiktaşlı Hristo'ya gittik, tatlı yemeye.. Orada, ben dondurmalısından, Umut dondurmasızından sakızlı muhallebileri mideye indirdikten sonra, "yav bu işte bir yanlışlık mı var? Yemek-tatlı-kahve iken, biz ne yaptık?" derkene, hayatında ilk kez terslenmiş ve kolu kanadı kırık serçe misali etrafa ürkek bakışlar atan ve sürekli "kültür şoku yaşıyorum" diyen Umut, Hristo amca ve karısıyla muhabbeti ilerletip, ilgi görüp, yarınki şenlikle ilgili bilgiler öğrendikçe eski halini almaya başladı:) Hristo amca ve karısından "yarınki şenlikler nasıl olur?" konulu kısa bilgi alımımızdan sonra, oradan kalktık ve akşam yemeğimizi Barba Yorgo'nun köy meydanına kurulu tavernasında yemek üzere, Tepeköy'e doğru yola çıktık. Tabii ki hem ünü hem de bayram zamanı olması dolayısıyla ortalık tıklım tıklımdı ve biz garsonlardan birinin önüne dikilip "biz geldik ama rezervasyonumuz yok" diyerek en tatlı gülücüğümüzü takındık. Garson (garson gibi de değiller aslında Yorgo'nun yeğenleri tadında genç dinamik çocuklar) bize "Türksünüz değil mi?" bakışı attıktan sonra, "sizinle Taki Bey ilgilenecek" dedi. Taki de sağolsun bize hemen üst üste yığılmış plastik masalardan birini iki kişilik olacak şekilde ayarlayıverdi.


Koca ve kalabalık köy meydanında ev yapımı şarabımızı yudumlayıp, yunan salatası, lakerda ve yunan cacığımıza sonrasında da nefis ızgaralarımıza yumulup, fondaki yunan müziğine eşlik etmeye çalışıp, rüzgarla ürperirken... her şey harikaydı, zaten tatilin ilk gününe de bu yaraşırdı...


15 Ağustos, 2007-Çarşamba
Bu sabah çok güldüm. Dün gece şoktan şoka koşan Umut, sabahleyin asimile olmaya hazır biçimde gözlerini kocaman açıp, "bugün bayram!" diye bölererek uyandı, suratında koca bir gülümseme.. Kahvaltımızı yapıp, Aydıncık plajına koşturduk ve tüm gün plajda malak gibi yattık. "Pişt, sörf yapmicak misin?" diye arada dürtüklediğim Umut, bir ara "ben bir bakayım" diye gidip, sonra belinde bişiy takılı geri döndü, meğer o da sörf bişiysiymiş. Türklere ait, Rum yerleşkesi olan Gökçeada'da, Bulgarların açtığı ve İngilizce konuşulan sörf okuluna ait tahtayla açık denizde bir oraya bir buraya gidip geldi, düşe kalka:) Azıcık insan var zati plajda, herkesin muhabbetlerine kulak misafiri olduk, ister istemez. Arkada çoluk çocuk sörf yapan bir grup var, helal dedim başka da bişiy diyemedim zaten. Dün Hristo amca bize "acıkınca Tepeköy'e gidin" demişti ama kıçımızı kaldırmaya üşenip, cankfuud tüketimi yaptık. Tabii yine 5 gibi kalktık ve Tepeköy'e koyulduk, dün gece vakti gördüğümüz köyü, bugün aydınlıkta keşfedelim istedik. Önce köy meydanındaki kahvede bir şeyler içelim dedik. Burada kahve işleten amcaların müşteri memnuniyeti gibi bir dertleri hiç yok valla, hepsi hafif aksi:) Sonra bol bol fotoğraf çektik, kapı hastası ben hepsi envai çeşit olan kapıları fotoğrafladım. Çok seviyorum bu Rum işi rengarenk kapıları ya.. Yoldan geçen bir amcaya selam veren Umut'un yön sorması üzerine hafif muhabbetleştiğimiz sevimli amca Hristo, başta çekinik davransa da, açıldı muhabbette ve hatta sonra Umut'un ortadan kaybolduğu bir ara incelediğim kapılardan birinden çıkıp, kendi bahçesinin sarı mürdüm eriklerinden bile ikram etti. Bir yandan ceplerimi erikle doldururken, bir yandan da madamı rahatsızlandığından, kışları oturdukları Atina'dan geç gelebildiklerini öğrendim bu yaz buraya.


Karnımız guruldadığında, bu akşam da çok canımız çekmesine rağmen Barba Yorgo'da bugün için iki ay öncesinden rezervasyon yaptırmak gerektiğini öğrendiğimizden, köyün girişindeki ışıl ışıl Eleni Restoran'da yemeğimizi yedik.


Atraksiyon başlamış mı merakıyla meydana döndüğümüzde, tabak çatal sesleri, müzik ve kahkaha sesleri rüzgara karışmıştı çoktan. Bulduğumuz bir bankta otururken, dün karşılaştığımız motosikletli orta yaşlı çift yanımıza geldi, epey de onlarla konuştuk. Umut çekiştirmese, ben daha aile mahkemelerinin detayını filan anlatacaktım ama, götürüldüğüm yer, yemekten önce karşılaştığımız Umut'un iş arkadaşları Erhan ve Bora'nın oturdukları nadide bir meydan masası olunca, oeeehhh dedim, biri girişte ve biri yemekte olmak üzere içtiğim iki biranın üstüne iki-üç kadeh daha Barba Yorgo şarabı eklenince, alkol eşiği zaten yerlerde bir insan olarak, rüzgarın da etkisiyle kendimi tüy kadar hafif hissettim.


Uçtum hakikaten, mesela dans edenleri ne kadar süre izlediğimizi filan hatırlamıyorum. Pansiyona nasıl döndüğümüzü de...

16 Ağustos, 2007-Perşembe
Bugün sabah rotamız yine aynıydı, Gökçeada'nın merkezinden gazete almak (gazete öğlene ancak geliyor gerçi), para çekmek ya da başka ıvır kıvır amaçlı ufak bir ziyaret ve ver elini Aydıncık.. Deniz-güneş-kum.. Bugün daha rüzgarlıydı hava, ohh püfür püfür.. Son yazılarını okuduğum Radikal 2 elimden uçup denize yuvarlandı ve ıslak kağıt topağı olarak geri döndü, buna da çok güldüm niyeyse. Sonra ilginç bişiy oldu. Yunan şebekesiyle çalışan (Cosmote) fi tarihinden kalma telefonumu ayarladıktan sonra, ki çantamın yanına koymuştum, saate bakmak için kendisine eğildiğimde ortalıkta yoktu! Yaklaşık 1 saat, tüm çantaları boşaltmak, sağa sola bakmak, akıl yürütmek ve hatta şezlongları iki yana çekip, kumları eşelemek suretiyle telefonumu aradık, yok! Zaten 4 yıldır kullanıyorum, zaten herkes gülüyodu, zaten kafayı yemişti gibi konuşurken, meğer çantamın sapına kaçmış. Benim öyle bi çanta sapım var işte. Umut çantama bakıp düşünürken buldu, buna da çok güldük. Ota boka gülüyoruz zaten artık. "Bugün çok rüzgarlı, ben sörfemem" diyen ama hafiften benden uzaklaşıp sörfçülere doğru yanaşmaya başlayan Umut, yine 2 dakka sonra "ben sörfteyim" diye geldi. Daha rüzgarlı olmasına karşın, dünkünden çok daha iyi ve artistik hareketlerle bir saat açık denizde cebelleşti, düşmeden. Kulak misafiri olduğumuz grubun en iyilerinden biri açık denizde yunan sularına doğru ilerleyip geri dönemeyip motorla toplanıp getirildiğinden, ben de hem fotoğrafladım, hem de gözlüklerinin üstünden endişeli bakışlar atan anne modeli çocuğumu gözlemledim:) Buna da çok güldük, yine-yeniden. "Gökçeada: Sıradan İnsanların Öyküleri"ni okuyup iyice saplandık buraya. Akşam üzeri toparlanıp, bu kez hayalet köy denen Dereköy'e gittik. Köyün girişinde ablası ve babasıyla birlikte ada kekiği, böğürtlen, karadut reçeli satan, Trabzon Çaykara'dan buraya gelmiş olan, 9 yaşındaki Handan bize rehberlik yaptı, bir limonata karşılığında hem de.


Bilmediği yoktu, o yüzden epey şey döktürdü, sevimli! Önce köy kahvesinde çay içtik. Ardından artık kullanılmayan çamaşırhaneyi, zeytinyağı fabrikasını gezdik. Çamaşırhane tıpkı babaannemin masallarındaki gibiydi, karanlık ve cinli-perili:)


Açık cezaevi kondurulduktan sonra huzurun nasıl kaçtığını/kaçırıldığını, köylülerin birer ikişer, bir zamanlar 2500 hanesiyle Türkiye'nin en büyük köyü olan yurtlarını terk ettiklerini; sonradan "adanın Türkleştirilmesi" için (bkz. DTO-Dünya Türk Olsun) yerleştirilen Karadenizlilerin, Güneydoğu'dan gelenlerin, birbirleriyle dahi kaynaşamadıklarını, besmelesiz kesilen bayram etinin yenmediğini iç sıkıntısıyla dinledik, önceden duyduklarımızı görsel öğelerle bezedik. Kilisenin çanları hırsızlarca çalınınca takılan alarmı, kahvede muhabbet eden kederli yüzlü zangoçu gördük. Sonra mezarlığa da bir iki bakış atıp, son gaz Zeytinliköy'e geldik, capcanlı Zeytinliköy'e. Girişte biraz standlara takılıp, sonra guruldayan karnımızı susturmak için Madam Evstratia'nın Cicirya Restoranı'na girdik. Cicirya yedik, vişinada içtik. Son kez tatlı yemek ve dibek kahvesi içmek için meydana gittik. Balkonlardan gelen sesler, rüzgar ve kahkahalar eşliğinde Gökçeada'da son akşamımızı geçirdik, birbirimizi bayana kadar "ben buradan gitmek istemiyorum" dedik. Yarın sabah 6'da kalkıp, yola düşmeli, 7 vapuruna yetişmeliyiz. Ama benim kalbim çoktan Gökçeada'da takıldı, kaldı...

23 Mayıs 2007

Kapadokya'da hafta sonu keyfi..

Geçen hafta sonu... Sürpriz gelen bir haber, her zamanki gibi apar topar yola koyuluş, gerekli şeyler unutuluş.
Yolda olmak, kafayı cama dayamak, hızlı geçen görüntüler, özenle hazırlanmış müzik, bozkırın en yeşil anları, havanın en güzel halleri..
Göreme'ye varış, Flintstones'a yerleşme, candan ev sahipleri, hoş geldiniz kahvesi, mağara-oda buz gibi...
Açık hava müzeleri, teeeey ne zamanın kiliseleri, coğrafya derslerinde "bu ne taş kaya" dediklerin, 2002 Efpsa Kongresi'nde hasta oldukların, bu yıl yeniden hayran kaldıkların..
Avanos'a yeniden gidiş heyecanı, Kızılırmak'ın kirli dibi, Sofra Restoran'ın çömlek peyniri, testi kebabı, delişmen ikramları...
Mustafa Amca sevgiyle bakmakta, muhabbet akabinde açılmakta, "ben sizi çok sevdim yav" diye kulaklar net duymadığından 10 dakika içinde yakınlaşmakta..
Emekli gardiyanın süper anıları, yaşamdan memnuniyeti, sevmek ve sevilmenin dayanılmaz hafifliği...
Mehmet Körükçü ustaya gidiş, atölyeye bayılış, yazın serin, kışın sıcak, yanında iki çocuk, oğullarından biri konservatuara gidecek, vurmalı çalgılara hayat katacak, diğeri daha küçük, büyüyünce ne yapacak, doktorluk-öğretmenlik sıradanlaştı, Oğuz F1 pilotu olacak...
Paşabağı'nda şekillerin üstünde koşmak, en çocuk hallerimizi fotoğraflamak, mağrur deveye laf atmak, ucuza (!) alışveriş kapatmak...
Üç acayip vadiye gidiş, girmeden dondurma sezonunu açış, tepelerden bakış, üçlü vadide yapayalnızız, kocaman dünyada tek bir noktayız..
Kızılçukur'da gün batımıymış, herkes şaraplarını almış, aşk had safhada, görüntümüz "biz ve burada", tepelerden biri bizim, hey yeter artık çekmeyin!
Güneşi batırdık, gidenlerin sandalyelerini kaptık, manzaraya karşı politika keyfi, ilişkide de demokrasi..
Bu kadar sürede bu kadar aktivite, göz kapakları düşmekte, buz gibi odada yorganla bütünleşip uyuma, karın gurultusuyla uyanma..
Göreme geceleri de harika, en güzel restoranda ıspanaklı krep-kırmızı şarap, zaman mefhumu kaybolmakta, son dakka gelince garsonlardan özür dilenmekte...
Ertesi sabah Turkish breakfast, tabak silinip süpürülmekte, güneşin ağırlığıyla yola düşülmekte, Ürgüp insanı büyülemekte..
Dinlenme ve keyfe devam, rüzgar da bize eşlik etmekte, biranın yanında siyasi kargaşa daha heyecanla sürmekte..
Mahzene varış, şarapları çift görüş, koku iyice çarpmakta, bekle bizi Mustafapaşa!
Bir acayip Rum köyü, tarih ve tarz iliklerde, mübadele..
Sinasos imiş eski adı, yeniden gelinecekler listesinin başına iliştirildi tadı...
Oradan Hacıbektaş'a uğrandı, değişik bir hava, değişik bir his, değişik anlayışlar, değişik kabuller burada. En güzeli farklılıklar bir arada..
Bacaklar direniyor, kollar kaşınıyor, geri Ankara yoluna düşüş, gerçek hayata dönüş..

13 Nisan 2007

Cezaevi Anılarım..

Geçtiğimiz Salı, bizim mahkemede görülen bir boşanma davasının taraflarından biri cezaevinde yatmakta olduğundan, suçu da uyuşturucu bulundurmak, kullanmak ve satmak olduğundan, hakim de dosyayı "hayde Rabia, koş bak, napicaz velayeti, ziyaret saatlerini" diye bana yolladığından, ben de adamı birebir görüp değerlendirmeden içim rahat etmeyeceğinden, sabahın 9'unda, elimde Cumhuriyet Başsavcı Vekili'nce imzalanmış "hanım kızımız cezaevinde görüşme yapabilir, gereğinin sağlanmasına" yazılı izin kağıdım, tahsis edilen resmi plakalı adliye aracıyla düştüm Sincan'daki L2 tipi cezaevi yollarına.. Daha önce de, sanırım geçen yıldı, Ulucanlar'a gitmiş ve cezaevindeki arama-tarama sürecinden haberdar bir insan olarak, sabah evden çıkmadan özenle hazırlanmıştım. "Stajyer misin kızım?" sorularına maruz kalmamak için, daha ciddi görünmek adına, saçlarımı binbir tel tokayla tutturarak özenle yapılmış topuzum, inekçe yalanmış görünümünün verdiği modernlik adına sürülmüş kallavi miktarda saç jölem, yeni aldığım şık ve ütülü pantolonum, Çıkrıkçılar Yokuşu'ndan edinilmiş, muhtemelen kına gecelerinde vs. kullanılan ama benim rengine bayılarak 50 kuruşa aldığım, boynuma doladığım masmavi fularım ve kararında görünse de allığı fazla kaçmış olabilecek makyajım, x-ray cihazında öttüğü bilinen maddelerden ayrışarak, ve ayrıca topuklu ayakkabılarımla, "allaaam ben bi gün böyle hanfendi bi kişilik olabilecek miydim yalebbim?" sözlerinin verdiği duygusal yoğunlukla gelmiştim adliyeye..
Neyse, şöfer Süleyman ağabeyle düştük yola, 1 saat sonra, Sincan denen, ancak Yenikent'in bile epey ilerisinde olan cezaevi kampüsüne geldik. Yabancı filmlerde, sınır kapısı kontrollerindeki gergin saatleri anımsatacak şekilde kapıdaki cendermeler tarafından bi güzel süzülüp, adliyenin aracı enteresan bir dedektörle yavaş yavaş arandıktan sonra, kampüsten içeri girdik... L2 tipinin önünde durduk, ve ben meğer işkencenin ilk ayağı olacak olan kayıt bölgesinden içeri girdim. Önce, girişteki polise ne için geldiğimi anlattım, beni kayıt için başka bir polise gönderdi. Nüfus cüzdanımdaki bilgiler ve ne amaçla geldiğime dair tüm detaylar kayıt altına alındı. Daha ne kadar sürecek bu aceba diye beklerken, önünde konuşlanmış olduğum, bir delik ve iç tarafından kare içinde yuvarlak bir takım işaretler bulunan cihaza, başımı yaklaştırıp, sol gözümü kapatıp, sağ ile sabit bakarak göz kaydımın alınması reca edildi. Cihaz beni yaklaşık 55 kez çok yaklaştın, biraz gel, dur eccik git, sağ yap, sol yap gibi soğuk ve metalik bir sesle yönlendirip göz kaydımı aldıktan sonra; 5-6 yaşlarında mıydım neydim, Uğurlugiller diye bir dizi vardı, hatırlayan hatırlar, oradaki arap bacıya benzeyen ve beni aramak-taramak için sırıtarak bekleyen izbandut bir kadın polise iletilip, bir odaya sokuldum. Dava dosyasını ve müsvedde kağıtlarımı alıp, çantamı dolaba kilitledim. Adı aranmak, içeriği mıncıklanmak olan bir süreçten geçirilerek, üzerimde sim kart, kesici alet, uyuşturucu vs. var mı diye vücutumun her bir noktasına dokunulmak suretiyle arandım. Neyse, atlattık bitti derken, kayıt binasından çıkıp, mahpushaneye doğru, geriden gelen bir saz sesi eşliğinde, türk filmi tadında ilerleyerek, kapıdaki askerlerce karşılandım. Hala aynı sorular, "abicim demin telefon etmediler mi, kapıdan geleceğim diye?, niye bana işkence ediyosunuz uleeeeeeeeeeeen?" derken, tabii içimden; iç kısma alındım. Efenim, deminkiler meğer işkence değil, adeta bir hoşgeldin partisiymiş. X-ray cihazının öte yanında duran yaklaşık 10 adet izbandut polis ya da gardiyan artık her kimseler, kolları birbirine bağlanmış, alaycı bir duruşla; her geçişimde, ki ilkinde bir güzel öttüğüm için, sırasıyla, ayakkabılarını çıkar, ceketini çıkar, yine ötüyosun diye oflayıp (salak mısın sana noluyo, soyunan dökünen benim demek geliyor içimden ama köprü-dayı meselesi) puflayıp, sabah özenle topuzladığım saçlarımdaki tokalar ötüyor diye tüm tel tokalarımı çıkarttırdılar! Tüm saçımı açtırdılar! Papaza dönmüş halde hala her geçişinde öten bana, "buradan ötmeden geçeceksiniz yoksa geçemezsiniz" diyen bir adet baş görevliye, bir yandan dert anlatıp, diğer yandan da kadın polise şunum bunum ötüyor olabilir mi derken, durum tespit edildi efendim: pantolonunuzun kopçası ötüyor hanımefendi!
E ötüyor işte, demek ki ötecek, hah, bildik ki üzerimde acayip bir şey yok, ben geçeyim o zaman, kopça bu napalım, Allah öyle öter yaratmış?!?
Yok, dediler, yassah! E napicam pantolonumu çıkartamayacağıma göre? Cevap hazır: hanfendi kayıt binasına gidin, orada pantolonu ötenlere verilen bir pantolon var, gidin onu giyin, pantolonunuzu da elinize alın, yandaki bölmede değiştirirsiniz.. Yapmayın, gözünüzü seveyim, ühühühüüüüü! Zorla kayıt binasına geri yollandım, "yav keşke Ayaş'ta yazın püfür püfür giydiğim don lastikli şalvarım olsaydı yanımda, aaah ah" derken, arap bacı beni karşıladı ve inanamayacaksınız ama, artık kaç beden bilmiyorum, lacivert, paçaları sökülmüş, çamaşır suyu lekeli, koskocamaaaan bir erkek pantolonunu elime tutuşturup, bir de çengelli iğne vererek, "iğnele düşmesin" diye sırıtarak, "kapıda bekliyorum, sen giyin" dedi.. En yaratıcı küfürlerim eşliğinde artık kaç kişinin giydiği belirsiz, bitli/pireli pantolonu giyip, psikolocik olarak kaşıntıdan ölür vaziyette, askerlerin polislerin önünden geçip, kayıt binasından çıkıp, mahpushaneye geri girdim, Allahım herkes bana mı bakıp gülüyor? Evet, ortamdaki herkes. Yaklaşık 10 izbandutun hepsi, bu pantolon da ötünce, "eeeeh napiyim, artık?" diye sesim sert çıkmış olacak ki, "tamam ablacım, sakin ol" diye bir yandan kıkırdayarak, yok "şöyle kopçayı tut", yok "avucunda gizle cihaz algılamasın" türünden yardımlarla, en sonunda beni ötmeden cihazdan geçirttiler! Gösterdikleri bölmede kendi pantolonumu giydim, ve yine oradaki tek kadın polisçe aranmak adlı-mıncıklanmak içerikli süreçten tekrar tekrar geçirilerek, suyu çıkmış, saçı-başı dağıtmış, tüketilmiş, gözünün feri sönmüş vaziyette, tutukluyla görüşme yaptım!
Allah kimseyi, hapishaneye düşürmesin kardeş..
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...