26 Aralık 2007

Haberin hası, kafamın tası..*


Umut'un 15 ay sürecek olan askerlik macerası Ankara'ya çıktı!







*Haberin en hasını aldım, kafamın tasını kimse attıramaz!

25 Aralık 2007

Terbiyesizliğin böylesi!

"Kurban bayramı tatili ne kısaydı beah, ne çabuk geçti pöaehh" diye mızılanırken Pazartesi, akşamına Gonca geldi bana. Gonca, mini mini üniversite öğrencisi olduğumuz zamanlarda, Ege'de psikoloji öğrencisi olan, psikoloji öğrencileri birliği'nde birlikte çalıştığım, öğrenci kongrelerinde karşılaştığım ve de Portekiz'deki efpsa kongresine birlikte gittiğim arkadaşım. Bayram öncesinde aramış, haber vermişti geleceğini. Ankara'daki iş mülakatı için. Neyse, ben ki gelip kız bende kalacak biiyorum, tüm gün evde bi miktar hastalık çekip, bir de mızıldanıp, bir miktar da rapor yazdığımdan, markete gidip de bommmboşşşş olan buzdolabına bişiyler almak, evi bir üstünkörü de olsa silip süpürmek, düzenlemek konusunda gayet uyuz, akşamı ettikten sonra, Gonca Antalya'da havaalanından aradı beni. Bir saat sonra geleceği bilgisini verdi ve onca ısrarıma rağmen "allahışkına (Nurhan halamın vurgusuyla) ben yemek yapicam, bende yiyelim" dememe rağmen, sezmiş midir nedir, "dışarıda yiyelim" diye ısrar etti, anlaştık. Ki zaten ben ne ne yemek yapacağımı, ne de nasıl markete gideceğimi, hem de ne malzeme alacağımı hesap eylememiş, mayışmaktaydım. Saat 7'de arayıp havaalanında olduğunu haber verdi ve biz Kızılay'da buluşup da yemek yiyene, görüşmediğimiz süreçte yaşadıklarımızı birbirimize ballandıra ballandıra anlatana, "yaaaa!", "yööööö!", "yuhhhh!" efektleriyle şaşırana kadar, saat oldu gecenin 10'u. Eve yürüyerek döndük ve tabii benim "ammaaeeaaen dönüşte alırım ben de kahvaltılık, meyve, çikolata, ıvır kıvır" planım, o saatte Beğendik, Şekerciler gibi eve yakın marketlerin çoktan kapanmış olmasıyla suya düştü! Kıytırık bir bakkaldan tek bir düzgün inek peyniri bulabildim, zar zor, Gonca da hemen uyumak ve sabaha dinç ve kahvaltıya hazır kalkmak istediğini belirttiğinden (!) süt aldık, geldik. Kızcağız internette sörf eylerken gerekli bir durum için, ben de dedim "yav gerizekalı gibi gündüzden halletmedim, ikram edebileceğim hiçbişiy yok, bari centılmınlık yapıp sütünü ısıtayım". Gonca hafif ılık süt istediğini belirtti ve fakat ben ayarsız insan gittim böööle sütü kaynatıp (bıçak sırtı'na şaşalayarak bakarken oldu), üzerine 1 cm'lik kaymak bölertip öyle getirdim, sütüne şeker istedi, koştum gittim mutfağa, allahım evde tek tane şeker yok! Diş macununu zorlukla sıkarak makul miktarda bişiy çıkarttık, sonra ben ona tek marifetim olan tertemiz sabun kokulu çarşaflardan bir yatak yaptım, o uyudu, ben rapora yöneldim. "Sabah 7'de duş alacaksan, ohooooo ben seni kaldırırım o saatte, merak etme" didim. Dimez olaydım. Gonca sarsarak zor uyandırdı beni pirelerimle 08.15'te! Yazık, sevgili misafirim duş için kendine bir türlü havlu bulamayıp, beni de geç yattığım için uyandırmaya kıyamayıp, pamuklu pijamasına kurulanmak zorunda kalmış. Saç kurutma makinasını zar zor bulabilmiş! Öte yandan geç kalıyoruz! Kahvaltının k'sı yok, ben süslenirken kendi kendine yaptığı sallama çay ve dünden kalan bir parça kuru kek yedi sevgili misafirim, sana da çay yapayım mı dedi "ay hayır" dedim bi de bir kaprisli! Dışarı çıktık, bir yandan gülüyoruz tüm bunlara, bir yandan ben feci mahcup, Gonca sanırım özellikle yaptığımı mı düşünüyor acep "insan evladı böyle yapmaz, yuh!" mu diyor? Neyse, Meşrutiyet'teki duraklardan onu GATA'ya gönderip, işe yollandım. Duruşmalar bitince, yanına gidip bir yandan utanarak bir yandan kıkırdayarak ev sahipliği maceramı anlattığım kadim dostum Yıldız hanım, "Rabiacım allah kimseyi ne senin eline ne de evine düşürsün, hahhayt!" diyerek olaya son noktayı koymak suretiyle, aslında kalıcı olmayan, efenim sadece geçici bi durum olan sarsaklık, savsaklık ve pişkinlik özelliklerim konusunda münasip yorumlarda bulundu. Şu noktada, kendime hayatta başarılar dilemekten başka bir şey diyemiyorum efem.

18 Aralık 2007

Başka türlü bir şey benim istediğim..

Çok garip bir şeymiş.. Sabahın bir vakti Eskişehir Yolu üzerinden iş-güç için Eryaman'a gitmek, zırhlı birliklerin, kışlaların görüntüsü cama yansıyınca kafayı otobüsün camına dayamak, burnu patates yapana kadar "noluyor ki orada" diye merak içinde bakakalmak, her bir yeşilliye niyeyse derin bir şefkat duymak, daha önce 55bin kez geçilen yolun o "askeri" kısmındaki ne çok detaya dikkat etmemiş olduğunu fark etmek, "hey gidinin algıda seçiciliği" diye yeniden bir şaşalamak çok garip bir şeymiş. Cep telefonsuz yaşama şu anda ve burada hiç tahammül edememek, numara yok! telefon bile edememek, telefon gelecek diye bir an evvel evde olmayı istemek, her telefonu aloouuuv bi meraklı açmak, artık bütün sesleri ayırt edebilmek çok garip bir şeymiş. Karşıda yaramaz bir sesin "bir gün daha bitti, hoyf" demesine gülmek, sanki yıllardır görüşmüyormuş gibi tek bir kelimeyi kaçırmak istemezcesine kulağı ahizeye yapıştırmak, "bugün yerlerde süründük", "şu gün atış yaptık" deyince sakarlık sabıkasından bi güzel hayıflanmak, "bak oyuncak değil onlar" diye tekrar tekrar tembihlemek, karşıdan alışılagelmiş "hadi baybay"ı hemen duyamayınca buna yine bir gülmek, telefonu bir türlü kapatamamak, kapatmayı istememek, 50 kere vedalaşma sözcüğü sarf etmek çok garip bir şeymiş. "Dün seni çok özledim, baktım kafamı bir işe veremiyorum, gittim Mango'yu alt üst ettim" cümlesini rahat rahat sarf edebilmek, üstelik de karşılığında azar işitmemek, tek becerilebilen soslu terbiyeli uslu tavuktan pişirince "ayyy bunu çok severdi" diye kendi kendine dertlenmek, özlemek, özlemek, "daha şu kadar var, pöff!" demek, sonra bir daha özlemek, sonra bir daha "pöff!" demek, bir özlemek, bir "pöff!"demek, bir özlemek, bir "pöff!" demek çok garip bir şeymiş.
Denizi ayrı deniz, havası ayrı hava..

08 Aralık 2007

Saç kesimi phobia

Ara sıra yaşadığım depresyon/değişim/özenti rüzgarları çerçevesinde, kısacık kestirmek, kat attırmak, kırmızıya-mora-yeşile boyamak, kıvırcık yapmak, besleme kahkülü kestirmek gibi hezeyanlara salındığım ve elbette cesaret edemediğim zamanlar olduysa da, liseden bu yana hep upuzun saçlarım. Bir nevi modern Rapunzel de diyebilirim kendime, breh breh. Misafirleri içeriye kapıdan almak gibün mesela. Hem evimin pencereleri demirli, nasıl salajeaeamm saçlarımı aşşaya? Pöff, kendimden sıkıldım.
Evet, bir klinik psikolog olarak şu soruyu sormak gerek: efenim şimdi ne oldu da geçmişimde, ben saçlarımı bir türlü kestiremiyorum? Niye tüm kestirmeleri erteliyorum? 2 mm. bile kesilse saçlarım, niye ahüzar ediyorum? Kuaförden niye "bi daha gelmiycem" diye çıkıyorum? Bir kaç yıl önce, "saçımı al biraz kes artık, içinden klozet kapağı bile çıkabilir yakında" diye eline makas verdiğim kardeşim, saçımdan bir tutamı acımasızca zart diye kesince, niye kavgaya girişip, çemkirerek "aaaaa saçımı mı kıskanıyosun löyyyn?" diye mahalle karısından hallice bağırıyorum?
Sıcak bir yaz günü, iki tıfıl kız kardeş, Ayaş'ta erkek berberi olan Cafer büsbabalarının dükkanına uğrarlar. Orada küçük kız kardeş, birden "büyükbabaaaaa saçımı kessene" diyip hastası oldukları dönen koltuğa zıplar ve büyükbaba bir kaç kırt kırt hamlesiyle küt ve mantar model bir saç kesimi yapar. Küçük kızın düzgün kafasına ve küçük yüzüne çok yakışır model. Kendi kafasının arkasını da güzel ve yüzünü de küçük sanan büyük kız kardeş, ebleh bir "ben de istiyoruuuum!" namesi tutturur ve koltuğa oturur. Büyükbaba yine usta hareketlerle onu da şipşak mantara döndürür. Ama o da ne? Büyük kızın tombul yanakları, geniş yüzü ve düz kafası itibariyle şekil, bi acaip şekil olmuştur ve beslemelere dönen büyük kız çocuğu karizmayı bozmamak istercesine yine de teşekkür ederek, göz yaşlarını içine akıtarak, kardeşini alıp eve yönelir. Evde annesi kapı açılıp da önden küçük kızı girince "aaa ne güzel olmuş" tepkisi verir, ve arkadan giren büyüğe önce bir tepki veremeyip, sonra da hazırlıksız bir "ay çocuuum hani senin saçı örecektik okul başlayınca?" der. Bir anda, Anadolu Liselerini kazandığını ve o dönemler epey sert saç-baş-kılık kurallarının geçerli olduğu okullardan birinde okuyacağını ve, ya kısacık ya da örülebilir uzunlukta saçlara sahip olması gerektiğini hatırlayan tıfıl kız evin kilerine kapanır ve iki gün göz yaşı döker, böğüre böğüre.
Tahmin edileceği üzere, büyük salak benim. Annem çok teselli vermeye çalışsa da, başka bi tarafıma benzemiş saçlarımı sonradan adam etmek mümkün olmadı ve ben Eskişehir Anadolu Lisesi'ndeki ilk iki yılımı öğrenci tipi denilen ama basbayağı tıfıl oğlan tipi olan kısacık saçlarla geçirdim. Ha bir de, okulun en kısa boylu çocuğu sıfatına (hazırlık sınıfında "short" kelimesinin direkt örneği rabia) ve yüzümün yarısını kaplayan gözlüklere sahiptim ki, o konulara hiç girmiyorum.
İşte benim hikayem dostlar. Sevgi böcüklerim benim. Konuya gelirsek, liseden bu yana zaman zaman belimde, zaman zaman kıçımın altında, zaman zaman pırasa, zaman zaman afet-i devran saçlarımı kimselere yar etmemek için, kuaföre iki yılda bir giden bir yaratık haline geldim. Hesap yaptım da, en son Şubat-2006'da kestirmişim uçlardan.. Son iki aydır da adeta aslan yelesi kıvamına gelip, içinden cevat kelle hesabı klozet kapağı çıkmasından korktuğumdan, en son Didem de "Rabiacım sen kaptan mağara adamını biliyo musuuuuun?" diye muzipçe gerekli müdahaleyi yaptıktan sonra da vakit bulamayıp :p gidemiyordum ki, geçen hafta sonu Denizli'den gelen Deniz ve Esin'le kahvaltı sofrasında iken; elinden her ince iş gelmesi gibi bir özelliğe sahip süper insan Esin, laf arasında, "ben keserim" deyince, hep birlikte bir gaz, Tunalı'dan kesim makası filan alındı ve Umut'un sınavda can çekiştiği saatlerde, Esin kırt kırt tam da istediğim boyutta, "ayyy çok mu gidiyo" endişesi yaşadığım noktalarda gıpraşmamdan hissetmiş olacak ki, "şimdi şurayı alıyorum, düzgün olsun diye şunu yapıyorum" gibi desteklemelerle saçımı bir güzel kısalttı. Normale döndüm.
"Bak saçlarıma!" dediğim bir sürü insan kısalmayı fark etmese de; tam istediğim gibi, kıvamında ve rahat bir saç kesimi macerasını atlatmamda emeği geçmiş herkeslere; becerikli kuaför Esin'e, işin sponsorluğunu üstlenen ve makası alan, duygusal desteğini esirgemeyen Umut'a, karar verme aşamamda son noktayı acı da olsa:) koyan Didem'e ve tam mızıklama noktasında "o ne süpürge saçlar!" diye öğretmen misali azarlayarak beni kendime getiren Deniz'e teşekkürü borç bilirim efem!

30 Kasım 2007

Yara

Kıymetli büyükbabacığım,
Mektubuma en sevdiğin hitapla başlıyorum; minikken sana yazdığımız mektuplardaki gibi, bayramlarda konuklara bahsini açtığında gururlandığımız mektuplar gibi.
Dört yıl bitti, yoksun. Aklıma her gelişinde ıslak gözlerim.
Islansa da gözler, muhakkak güzel anlatılan, güzel anılan bir büyükbaba.
Ulus'a belinde sustalıyla gittiğin gençlik hallerini hayal ediyorum.
Her seferinde başka detaylarla gözlerimizi bölerttiğin askerlik anılarını.
"Benim annem bir başkaydı" dediğin, gözlerini daldırdığın anlarını.
Pazar dönüşü "hanııııııım!" diye babaanneme seslendiklerini.
Sabah ezanı kalkışını, yatsı sonrası odana çekilişini.
"Biz geldiiiik" diye eve girince, yüzünün açışını.
Hayal hep aynı.
Taksiden inen bir kocaman adam.
Salona giren bir kocaman adam.
Elinde silahı bir kocaman adam.
İnce sesi gürleyen bir kocaman adam.
Atatürk sandığımız bir kocaman adam.
Harçlığın en büyüğünü veren bir kocaman büyükbaba.
Mehmet Büyükbabam!
Dik, yapılı, kocaman, korkusuz.
Dış kapının sesi duyulduğunda hareketlenen ev halkı. Dev ayak seslerinle oturma odasına girdiğinde el pençe divan duran eniştemler.
Niyeyse, babamla amcamın "bizim babamız" der halleri, sanki iki küçük oğlan çocuğu.
On altı kuzen cıvıttığımızda, uzaktan gelen tek bir "höyyt!" ile kendimize gelişimiz.
Yanında kimse sapalaçlık yapamaz, kimse abuk subuk konuşamaz.
Arabaya binmeden, en cici sesimizle, "arkaya binebilir miyiz büyükbaba?" pazarlıklarımız.
Kuzenlerle fazla zaman geçirince ağzımızdan "dede" kaçırışımız.
Azarı yiyişimiz.
"Dede değil, büyükbaba".
Evet, büyükbabamız.
Arabayı dört nala kuyucağa sürerken, bizi akşam üzerinin yanık güneşine ve rüzgarına teslim edişin.
Anneannemin bahçesini talan ederken biz, senin tarafta ekili yerlere basmama telaşemiz,
özenli zıplayışlarımız.
Kiraz toplamaya, dut çırpmaya çağırdığında, hafif çekingen ama gururlu koşuşumuz. Gösterdiğin cevizleri tenekeye fırlatışlarımız. Hep motive edişin, hep cesaret aşılayışın.
Bayram sabahları kimse gelmeden, diğer torunlar kapıyı çalmadan, harçlığın en büyüğünü senden kapışımız.
Ellerini koklayarak öpüşümüz.
Alakasız yerlerde "aa büyükbabamın kokusu" diye cırlayışımız.
Kocaman yaşlı bir çınar. Yaslan yaslanabildiğin kadar.
"Fen sınıfına geçmiycem işte ben!" diye babamla kavga ederken, bana destek çıkışın.
Zü sosyolojiyi kazanınca herkesin soramadığı soruyu, "sosyalist mi olacaksın, lüü?"diye açık ve net soruşun, neyse ki kıvamında cevapla rahatlayışın;)
Zihnimde ne anılar var senle ilgili, ne gururlar.
İstediğim çocuğa sataşabilirim, istediğimi dövebilirim.
Bütün yaramazlar Mehmet Dede'den korkar.
Bazıları içinse sadece huysuz bir ihtiyar.
Her ezan okunuşunda sıcacık yaptığın köşenden kalkışın. Ahşap evin tüm tavanını-tabanını oynatarak, peşinde ceketini tutacak annem, sofaya yönelişin.
Ardından kumanda kavgası yapan biz. TRT 2'yi hemen değiştiririz.
Zü idi hep en kıymetlin. Bazı bazı Haçic oldu. Ama bilirim. Sen en çok benle gurur duydun. Kendisine benzeyen, kodu mu oturtan bir acayip torun.
Tuttu hastalandığı gece tek başına ambulansla hastaneye götürdü Ankara'ya. Akıl etmiş, nüfus cüzdanını kapmış son dakka.
İşleri kolaylaştırır.
Bayramlarda misafir nöbetçisi.
Babası olmadığı zamanlarda sabah ezanı kalkıp büyükbabasıyla yaylaya ağaç getirmeye gider.
Bayram misafirlerine kahveyi su gibi yapsa da, laf ebeliğiyle durumu kurtarır.
Hep yanlarında, hep el altında durur.
"Erkek gibi" diye gurur duyduğun.
Baktı Ayaş'ta daralıyor malum konulardan, parayı bastırıp ev tutturduğun.
"Büyükbabam ne der ki?" endişelerinde hep arka çıktığın.
Sana göstermek istediği ne çok şey vardı daha.
Ne çok şey var, "büyükbabam görse gurur duyardı" dediği.
Ama düşünüyor, tıpkı yarası erken açılan çocuklara dedikleri gibi:
O ne zaman isterse sen onu duyuyorsun, görüyorsun, konuşuyorsun.
Seni çok özlediğini biliyorsun.

27 Kasım 2007

Çantamania

Anneme de sordum ve hatırladığımız kadarıyla, ilkokula başlarken alınan okul çantam hariç, ilk şahsi çantam bana ilkokul 3 civarında alınmış. Kahverengi uyduruk deriden, çapraz takılan, kapak mahiyetindeki derisi ince ince kesilerek püskül yapılmaya çalışılmış, uçlarına da mavi boncuk iliştirilmiş bir minik kız çocuğu çantası. İçinde muhtemelen tarak, ayna, oyuncak kırıntıları, asla takılmayacak türden kolye ve bozuk para bulundurduğum ve sadece bayramlarda eş-dost-amca-teyze ziyaretleri esnasında yanıma aldığım, burasını net hatırlıyorum, sıkılınca da annemin çantası içine tıkıştırıp, "ay taşimicaksan niye yanına aliyosun çocuum?" azarı işittiğim, ergenliğe girişle "böğyk! bu ne" diye bir kenara fırlattığım ilk çantam. Sonrasında üniversiteye kadar, defterler, test kitapları, soru bankalarının tıkıştırıldığı sırt çantaları. Üniversitede hint işi, aynalı, alaca bulaca rengarenk çantalar ya da asker yeşili, orasından burasından bir şeyler sallanan çantalar.
Esasında normal bir seyir göstermiş olduğunu şekil ğ'de gördüğümüz çanta ilgisi/sevgisi durumumun nasıl bir manyaklık haline dönüştüğünü ise geçenlerde iyicene bir fark etmiş bulunuyorum. "Her renginden olsun!", "Her tipinden olsun!", "Her boyutundan olsun!" derken; uyduruk Vanilla Sky filminde kocaman bir kırmızı çantayla tam olmak istediğim ben gibi görünen Penelope Cruz'dan sonra her kırmızı çantaya sahip olmak isterken; Portekiz'de son kuruşumla "başıma bişiy gelmez herhalde dönene kadar" ümidiyle çingenevari çantalara atlarken; İspanya'da pek bir otantik çanta dükkanına kızlarla doluşup "hepsine sahip olmak istiyoruuum" türküsü çığırırken; bir kaç çocuk teslimi parasını üst üste koyup "alacağım siziiii, nihohahaho" diye Zara çantalarına yalanırken; süpervizyon derslerinden birinde Gonca Hoca Sedar'a gülerek "sen bir kadın için çanta ve ayakkabı ne demek bilemezsin Sedar" deyip, hepimizi kopartır ve "ayyy evet şekerim" dedirtirken; hastalığımı bilen ve hediye olarak çanta seçen arkadaşlarımın boynuna atlayıp bir sonraki hediyenin de çanta olması durumunu pekiştirirken; umut'a amerika'dan yeşil çanta siparişi verip, doğumgünümde gelen yeşil çanta üzerine, bir koşu mail atıp "sakın yeşil almaaaa, başka renk olsuuuun" diye adamın tek derdi oymuş düşüncesiyle uyarı gönderirken, gelen kırmızı çanta için saatlerce mutlu olurken; fark ettim ki, daha doğrusu oturup saydım ki, kongrelerden edindiğim ve şekil verip günlük de kullandıklarım hariç, çanta sayım 28'e ulaşmış. İçinde bulunduğum gelir grubu, fikir grubu, arkadaş grubu, anlayış grubu gibi kriterlere baktığımda pek normıl görünmüyor sanki.
Buradan yetkili mercilere kendi yazdığım bir şiirle seslenmek istiyorum:
"Değişimin ilk adımı hazır olmak mıydı, ne?
Henüz hazır değilim Prochaska, üstüme gelme!"

17 Kasım 2007

Masal

Bir varmış, bir yokmuş; Allah'ın kulu çokmuş.. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken; ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken; ak sakal, sarı sakal, berber elinden yeni çıkmış, kırkılmış yok sakal; kasap olsam sallayamam satırı, nalbant olsam nallayamam katırı; hamama girsem sorarım natırı; nadan olan bilmez ahbap hatırı; dereden geldim, sandığa girdim; bir de ne göreyim, köşede bir hanım oturuyor; şöyle ettim, böyle ettim, yüzüne baktım, hanım yerinden kalktı; çıktık birlikte yola, ne sağa baktık ne sola, gide gide kaf dağının arkasına geldik ki, ne ileri gidilir ne geri, sana bir masal söyleyeyim gel beri...
Günlerden 14 Kasım 2007 imiş.. O gün esas kızın doğum günüymüş. Esas kız, pek keyifli bir evlat edinme davası görüşmesinden çıkıp, koşa koşa evine gelmiş, esas oğlan gelip kendisini almadan hazırlanmak, süslenmek, püslenmek ve önceden konuştukları üzere baş başa bir akşam yemeği yemek üzere işe koyulmuş. Esas oğlan gelmeden uzun saçlarını kurutmak için çabalarken, her zaman olduğu gibi, zil çalmış, dakik esas oğlan elinde kocaman bir demet, mor-sıklemen çiçekler, esas kıza sarılıp doğum gününü kutlamış, kutlaşmışlar. Her ikisi de pek keyifli, bir minik "günün nasıl geçti?" muhabbetinin ardından, esas kız, pek cıvık ve şımarık bir sesle "eee, aşkım hediyem nerde, yok mu?" diye sormuş utanmadan. Esas oğlan da gayet ciddi, "e hayatım çiçek ve akşam yemeği, yetmez mi?" demiş yine utanmadan, ciddi bir ses tonu ile.. Vakit geç olmadan iki utanmaz, evden çıkıp elele tutuşup Tunalı'ya doğru yürümeye başlamışlar; istikamet esas oğlanın bir gün önceden yer ayırttığını söylediği Arjantin Caddesi'ndeki genelde pek sessiz-sedasız Tenedos Cafe imiş. Yürümekten çok keyif aldıkları ışıklı ve kalabalık Tunalı Hilmi Caddesi'ni bitirip de yukarı doğru tırmanırlarken, ikisi de yorgunluktan bitap düşüp, kurt gibi acıkmışlar. Tenedos Kafe'ye vardıklarında, içeride sadece, çoğunlukla olduğu üzere, çalışanları görmüş, merhabalaşmış, kendilerine gösterilen yere geçmişler. Garson kıza yemek siparişlerini verip, esas oğlanın yakın zamanda çıkacağı Los Angeles seyahatinin ön ve son detaylarından, havadan-sudan, arkadaşlardan, dostlardan bahsetmişler. Esas kızın demiglas soslu bişeyiyle, esas oğlanın tenedos bişeyi geldiğinde açlıktan porsiyonları pek küçük bulmuş olmalılar ki, bölermiş gözleri gören garson çocuk, "ekmek?" demiş ve kafalarını sallayan esasları görünce bir koşu gidip, sıcacık, üstü zeytinyağı ve yeşil zeytin dilimleriyle süslenmiş, enfes lezzette ekmek dilimleri getirmiş. Esas kız ve esas oğlan yemeklerine yumulmuşlar ve tabii kırmızı şaraplarına da.. Pek güzel sohbet edip, gülüştükleri yemeğin sonuna doğru bir kahve içip oradan çıkmayı planlamışlar. Son kadehler yudumlanırken, esas oğlan pek maskülen bir hareketle hesabı istemiş. Bir kaç dakika içinde, siparişleri almış olan garson kız, hoplaya zıplaya gelip, hesabın bulunduğu alengirli tahta kutuyu esas oğlanın önüne tak diye koymuş. Esas kız, tam yemekleri ne lezzetli bulduğunu, ekmeklerin harika olduğunu söylerken, kutuya bir müddet bakan esas oğlan hoop kutuyu kaldırmış ve tak! esas kızın önüne koyup "esas kız, hesap sana gelmiş" demiş. Yarı şaşkın esas kız kutuyu açıp kağıdı aldığında, ne görsün!! kağıtta,
"Esas kız hanım,
Bu güzel akşam yemeği karşılığında, karşınızda oturan yakışıklı beyefendi ile evlenmenizi rica ediyoruz...
Tenedos Cafe"
yazıyormuş.. Esas kız, nasıl şaşkın, kırmızı ve gülümseyerek, karşısında aynı biçimde, gülümseyen esas oğlana bakmış. Esas oğlan ile esas kız, kendilerinden daha heyecanlı olduğu belli olan ve hala tepelerinde durup gülerek, "ayy fotoğraf makinesi filan yok mu, çeksem ben sizi" diyen ve hakkaten pek komik/sevimli gözüken kıza bakıp, gitmeyeceğini ve bu anı üçü paylaşacaklarını anlamışlar. Esas oğlan, cebinden bir kutu çıkarmış, bu esnada garson kız uzaklaşmış ve esas oğlan tam da esas kızın "ayyyy, süper bu" diyebileceği türden yüzüğü esas kızın parmağına geçirivermiş ve çok feciii komik halde olduklarının farkındalığı ve bilinciyle aralarında, "benimle evlenir misinnn"li, "evet, evlenirimmm"li bir diyalog yaşanmış, ritüel yerini bulmuş, kıkırdamalar eşliğinde..
Havaya kendilerini de kaptırdıkları belli olan Tenedos Ekibi'nden bu sefer garson çocuk "eveet, bu sefer gerçek hesap" deyip, aynı alengirli kutuyu esas oğlanın önüne koymuş. Cüzdanına yeltenen esas oğlan kutuyu açınca gülmeye başlamış, çünkü bu sefer de;
"Güzel bir Tenedos akşamının, vereceğiniz karar ile ömür boyu birlikteliğe dönüşmesini temenni ediyoruz...
Tenedos
14/11/2007"
yazıyormuş. Garson çocuk, esas oğlan ve esas kız kıkırdarlarken, garson çocuk esas kıza "beyefendi burayı sizin için kapattı, bakın kimse yok!" diyerek, olaya tam bir Nuri Alço filmi havası vermiş, tam olmuş:)
Birbirlerine bir acayip bakmaya başlayan, ağzı kulaklarında, kıkırdamaktan kendini alamayan esas kız ve esas oğlan, sohbete bir süre daha devam etmişler; masalın kamera arkasını anlatmış esas oğlan. En komiği de, bu süreçte esas oğlanla iş birliği yapan, esas kızın nevi şahsına münhasır, fantastik iki kız kardeşinin, yüzük ölçüsüne yardımcı olmak için esas kızın incik boncukları arasından seçip getirdikleri üç yüzüğün üçünün de ölçüsünün farklı olmasıymış:) Buna pek çok gülmüşler.
Üçüncü hamlede hesap ödenmiş ve Tenedos'dan pek keyifli ve güleryüzlü bir uğurlamayla ayrılan esas kız ve esas oğlan kanatlanıp uçarak evlerine gitmişler.
Gökten üç elma düşecekmiş daha, bu masal hiç bitmeyecekmiş...

13 Kasım 2007

Bahtsız Bedevi'nin Günlüğü

Aslında şanslı biriyim, çevremdekiler de hep bunu söylediler, ben de hep inandım. Amma velakin, şu son bir kaç gün içinde yaşadığım iki olay, hele de bir kaç saat önce olanı, beni benden almış vaziyette, karizmayı iyice çizdirmiş vaziyette; kaç kişinin başına gelir bilemiyorum valla şekerim.
İlkiyle başlayalım. Geçen perşembe, Yüzüncüyıl'a gitmeye niyetlendim, orda takılıp, hem de ertesi güne yapacağım sunumun slaytlarını filan hazırlayacağım. Ez yujıl, yok bi duş alayım, yok annemleri arayayım, yok şunu atıştırayım derken, benim Kızılay'dan dolmuşa binme saatim çoktan olmuş 21.30! Neyse, tıngır mıngır yolculuğun ardından, pazarın orda indim ve her zamanki yoldan yukarı doğru çıkmaya başladım. Birden, hızının etkisiyle olsa gerek sallantıdan iç organlarının sesini ve hırıltısını duyduğum bir köpeğin bana doğru koştuğu hissiyle kafayı sola çevirdim ki, anneeeeee, yaklaşık 8-10 tane vahşiiii, tüptüylü, eşşek kadar (ya da öyle değillerdi, ben tehlike durumunda öyle algıladım) köpek, sürü halinde, depar atmış ve havlar vaziyette bana doğru koşuyorlar! O an dehşet içinde nasıl topukladım belli değil, yukarıya doğru ve yine tanrım! bilinmez bir karanlığa doğru, avazımın çıktığı kadar "imdaaaaaaaaaaat!" diyerek ve muhtemelen hayatımın en hızlı koşuşuyla deli gibi uçuyorum, içimde her an vücudumun bir noktasından ısırılma ve yere düşüp kan kaybından ölme hissi! Hayatımda hiç bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum, ölümle ilk ciddi yüzyüze geliş diyebilir miyim acep abartmadan? Bu hisler/motor hareketler/düşüncelerle, sanırım yaklaşık 5-6 kez "imdaaaaaat!" diye çığırarak yukarı doğru koşarken, arkadan insaflı bir insan evladının haşin "kaçma, kaçmaaa!" diye bağırışıyla reel dünyaya dönüş ve ben daha yukarılara koşarken, havlayarak uzaklaşan hayvan oğulları! Nasıl nefes nefese kalmışım, sanki iş yaptık! Durakta herkes bana bakiyor, koşarak bana seslenen genç/ergen çocuğun yamacına gittim ve "ay çok teşekkür ederim, çok korktum, ilk defa hayatımda böyle bişey yaşıyorum" dedim nefes nefese, sanki çocuk kaçıncı olduğunu merak ediyormuş gibi. O da sinir bozucu bir soğukkanlılıkla "kaçmazsanız kovalamazlar" dedi, nokta! İyi de evladım, onlar beni kovaladıkları için ben kaçtım, "len dolmuştan ineyim de bi kaçiyim, hazır hava güzel" demiş değildim ki? Neyse, yine de desteği için teşekkür ediyorum. Velhasıl, karizmayı çiziktirdiğim durak ahalisine doğru, yani geri dönerek yürüdüm ve beni gelip alması için Umut'u aradım. Sağ olsun o da, durakta tek bir insan evladı kalmayana dek ve ben yine uzaktan havlama sesleriyle titirerkene, çubuklu pijamasının üzerine montunu geçirmiş halde gelip :) beni "kopartarak" kurtardı!
Aradan henüz 5 gün geçmişti ki, daha "boktan" bişiy olamaz diyorum hala, bugün bişiy yaşadım. Yaşadım diyemicem, o an yaşamadım çünkü. Neyse, gelelim detaylara: saat 12'de görüşmem var, raporumu tamamlamış olmanın dayanılmaz hafifliğiyle, saat 11.30'a doğru bi güzel süslendim, püslendim, tıkır tıkır ses çıkaran çizmelerimi de ayağıma geçirip, bir elimde kol çantam, diğerinde 5 kiloluk tazminat dosyası, adliyeye gitmek için, dolmuşa bindim. Kolej'deki otoparkın ilerisinde, pazarın hemen yanında indim, Abdi İpekçi Parkı'ndan yürüyüp metronun altından da karşıya geçerek, Sıhhiye Köprüsü altından adliyeye doğru yürüyeceğim. Kısa bir mesafe de, böyle anlatınca amma afilli durdu. Neyse, metronun altından geçerken, arkadan sallanarak lap lap sesleri gelen bir miktar kıro ergen, gülüşüyorlar; merdivenleri çıktım, tam otobüs duraklarının orada, arkamdan kibar bir genç kız sesi, "pardon bakar mısınız?" dedi. Bana değildir diye tahmin edip, ki ortam kalabalık sayılır, yürümeye devam ettim, omzuma bir el dokundu, döndüm gülümseyen bir genç kız: pantolonunuzun arkasında bir leke var da, dedi. Amanın! hıı? ne ola ki? Ve kafamı döndürüp arkaya bakmamla, kalçamdan dizime dek uzanan, ühühüh, yemyeşilli, bembeyazlı, öğğğk, sarkan kocaman bir sümük! Yazarken kuscam şimdi, böhüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüü! "Ayyy, bu ne, ıyyyy" diye bir çığlık, çantadan çıkarılan selpakla, silme ve öğürme çabaları arasında temizleyemeyiş, oradaki kuruyemişçilerden birine dalış, kolonyalı mendil alarak ve öfkeden ağlamaklı çatlak bir ses, küfrediyorum. Sağ olsunlar, adamlar arka tarafa geçmeme izin verdiler, aynadan bakarak bir miktar temizledim, lavaboda ellerimi yıkadım, pantolonumun arkası ıpıslak ve lekeli! "Ne pis milletiz" dedi ordan birisi, bana acıyarak bakıp. Bu sırada habire pedagog arıyor, nerdesin diye. Adliyenin ön tarafına doğru gittim, ağlayacağım makul bir yerde olsam. Velayet davası için gelen adamla tokalaştık "merhaba, ben psikolog, ama sinirleri bozuk bir psikolog!". Sibel Hanım da bir miktar temizledi beni ama, baktık olacak gibi değil, ev ziyaretine gideceğiz, insanların koltuğuna oturacağım. "Rabia, sen bir eve gidip banyo yap, şunları yıka en iyisi" dedi, anne şefkatiyle. Dosya da çok alengirli, ama napiyim, onlar görüşsün diye düşünüp, taksiye atlayıp eve geldim. Obsesif kadınların kocaları gibi, antrede soyundum, direkt banyoya. Bahtsız pantolonum yıkanıyor hala. Hangi insan görünümlü hayvanat bilmiyorum, bunlardan aslında çok görüyorum, ama hep uzaktan görüyordum. Nasıl bir hönkürme kardeşim, insan evladının bir yılda çıkaracağı miktar değil yani! öğk yine, yeniden.
p.s.: bu aralar bindiğiniz bir taksi, sümüklü pantolonumla oturduğum taksi olabilir, dikkat!

31 Ekim 2007

Uzun zaman

oldu yazmayalı. Bazı zamanlar kendimi kaybediyorum. Aşktan, meşkten, eğlenceden, zevk-ü sefadan değil; daimi bir "procrastination" hali. Yeni bir süreçteyim, iki yıl ara verdikten sonra ders çalışmak zorunda olmak zor bir şeymiş, uyum sağlamaya çalışıyorum, diğer tüm normal insanlar gibi.
Sağlayamadığım oluyor şu aralar: son dakika kotarılan işler, devamlı ertelenen yapılacaklar listesi, yalapşap haller, samimiyetsiz rahatlamalar var. El mecbur, alışacağım. Belki de başladım alışmaya. Hafta sonu alıştığımı zannediyordum, şimdi makale okurken, henüz alışamadığımı fark ediyorum, bipolar bozukluğu da oldum olası sevmedim zati.
Sanırsam, en çok ihmal ettiklerimden biri, el emeğim, g(s)öz nurum, kanaviçem, blogum oldu. Halbuki, ben bu teşhir ederek çiziktirme/yazıktırma işini pek bir benimsemiş, her seferinde zevkle, kısa aralıklarla yazıp döktürür, alakasız ahkam keser bir yaratık olmuştum.
Bir aydır neler neler yazmayı planlamıştım, hey gidinin blogu!
Vaktim olsa, uzuuuuun uzun, Carpe Diem'de nihayet yapılabilmiş ikinci film gösteriminde, François Ozon'un Veda Vakti'nin çarpıcılığını ve derinliklerini;
M.Ö. son Ramazan Bayramı'nın ilk gününü, hayatımda ilk kez nasıl yapayalnız, çaresiz, aç bilaç, hasta, annemden uzak ve şefkate muhtaç (hıck!) geçirdiğimi, Ramazan Bayramı'nın benim için anlam ve önemini;
Bayramın ikinci günü gittiğim çocuk tesliminde, la havle çekerek elimin tersiyle iki tane yapıştırmak istediğim ergenden bozma veletleri;
Ertesi güne baba gibi, yok Antik Dönem pitikolojisi, yok nasıl mutluluğu bulcaz felsefeleri sunumum varken, entellektüel ötesi ve hep yersiz/zamansız vuku bulmuş kültürel (peh!) kişiliğimden ödün vermeyerek başım dik, göğsüm şişik gittiğim hayatımın ilk balesi olan "Kuğu Gölü"nün 3. perdesinin ilk 10 dakikası, haminneler gibi nasıl uyukladığımı;
Sunumu atlatır atlatmaz, aktiviteci sevgili Umut'un organizasyonu Işık Dağı Yürüyüşü sabahında, bir önceki gece sıfır uyku nedeniyle, tamamlayamadan sızdığım üç gün sonraki atraksiyonel isimli kongrede sunulacak posterin çevirisini bitirmeden evden çıkamayacağımdan, herkesi 30 dakika bekletmek ve benim yüzümden geciktirmek suretiyle üstüme yapışmış olan (halbukim hiç hak etmiyorum cicim) "her yere geç kalan insan" imajımı nasıl da perçinlediğimi, neyse ki, pek keyifli ve affedici grubun beni bir çırpıda bağışlayışını;
Tüm gün ormanın içinde, sarının, yeşilin, kahverenginin binbir tonu, kuru yaprak çıtırtıları, ceplere doldurulmuş alıçlar, yorgun ayak sesleriyle hatırlayacağım enfes doğa yürüyüşümüzü;
Ve asla unutmayacağım saatleri: Deniz'in gelişini, minicik ve ıslak bedeniyle annesinin uyanmasını beklerken şekerleme yapışını, Melih kameradan doğum anını gösterirken, 30'una merdiven dayamış eşşek kadar olmuş bizlerin, ehihi, ayy çığlıklarımızı, Anıl'ın kendine gelmesini beklediğimiz kafeteryada Özge, Didem ve ben mantıklı, sakin, dingin, hanfendü duruşlar sergilerken, Umut ve Emrah'ın gözleri dolu dolu annelerini aramalarını:) ;
Şimdiye dek tanık olduğum en etkileyici kesitlerden biri olarak, Anıl Deniz'i ilk kez emzireceği zaman kız çocukları (!) diye bizi içeriye aldıklarında, bebeğin annesini emmesine yardımcı olmaya çalışan hemşireler bişiyler söylerken, şaşkın bakışlarla bir yandan bebeğini okşamaya çalışan mor saçlı anne Anıl'ı;
O gazla hızımızı alamayıp, İstanbul'a kaçışımızı, haftasonu bulutlu-yağmurlu-kısmi güneşli İstanbul'da fink atışımızı, Seda ve Erkin'in sınırsız misafirperverliklerini, benim yavrı kuzularla Pano keyfimizi, sanatsal etkinliklere koşuşumuzu, Bienal'ın "bu ne len?" dedirten artistik ürünleri arasında yaylanışımızı, İkea Müzesi'nde yarım günümüzü pişman olmadan harcayışımızı;
Ha bir de, tam bir yıldır adamın birine feciii aşık oluşumu yazacaktım.

03 Ekim 2007

Zırva

Elimde kalın dava dosyası, omuz çökmüş, mide guruldar vaziyette sokağa giriyorum.. Beni enfes akordeon tınıları karşılıyor.. Gevşeyiveriyorum hemen. Nereden geldiğini anlamaya çalışırken, geçenlerde bir sabah yine Küçükesat sokaklarından birinde burun buruna geldiğim genç, beyaz yüzlü çocuk olduğunu görüyorum.. Sokağın başından yaylana yaylana, çalarak geliyor.. Henüz yanmış sokak lambalarının ışığında köprü vaziyeti almış ağaçlar harika gözüküyor.. Açık camlardan çatal bıçak sesleri yükseliyor. İnanılmaz bir mekanizma, 1 ay boyunca herkesi aynı anda yemeğe başlatıyor. Masadan fırlayıp sokağa dökülmüş üç beş çocuk bizim Furkan önderliğinde şut çekme yarışı yaparken, gittikçe yakınlaşan müzikle birlikte elleri havada birleştirmiş, "bale yapıyoruz" diye kikirdeyerek çevrelerinde dönüyor.. Uzun zamandır hissettiğim gibi yine, sokağım gözüme pek sevimli, pek sıcak gözüküyor.. Midesinde kelebekler, sevgi böcüğü Rabia, tatar takkası misali çantası içinde anahtarını bulana dek, sokağı döndüğü anlaşılan müzik kesiliveriyor..
Apartman kapısı şakır şakur açılınca çirkin kedi Çekirdek ile gözgöze geliniyor, masal çoktan finito olmuş meğer. Pisst!

29 Eylül 2007

Okul

Dün tüm gün okuldaydım. Özlemişim çok, sadece iki yıl aradan sonra hem de.. Elde kalın kitap, ağır çanta son dakka derse yetişmeyi, hiç bilmediğim binalarda derslik aramayı, "ay nereye otursam ki?" derdimi, çaysamayı-kahvesemeyi, ilk defa tanışılan hocalara duyulan heyecanı, ders arası bir koşu çay-kahve arası yapmayı, ders bitimi arkadaşlarla geyiği... İlk kez 2003'teki Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi'nde tanışma fırsatı bulduğum ve son bir aya kadar tekrar uğramadığım Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nin, Alice Harikalar Diyarında tadındaki girişi.. Girişte kocaman beyaz tahta üzerine "şu isimler Öğrenci İşleri'nden şunu görsün" notlarını alan Kenan İmirzalıoğlu kıvamında bir abi.. Onu geçince, x-ray cihazıyla donatılmış giriş kapısında kimlik kontrolü yapan görevliler.. Ve işte sonra, ilerideki merdivenlerden çıkıp da kapıyı geçince rengarenk bir bahçeyle yüzyüze geliş. Rengarenklik bahçe düzeni, ağaç, çiçek vs. değil. Öğrenciler rengarenk.. Başka okullar gibi değil ama burası, hakikaten rengarenk; saçlar, kıyafetler, tarzlar, bakışlar, görüşler, düşünceler rengarenk.. Belki, bu kadar küçük ama bir o kadar da kalabalık olduğu için, renkler çok belirgin geldi bana. Gökçe detay veriyor biz yenilere: Şurası cikslerin köşesi, şurada solcular takılır, şuralar sağcıların.. Belki bu rengarenklik fakültedeki binbir bölümle de alakalı olabilir.. Dil, tiyatro, edebiyat, sosyal bilimler bölümleri.. Ortada minicik bir kantin, tost kokusu.. Topluluk standları.. Merdivenlere, banklara, duvarlara, her yere öğrenciler yayılmış, çene çalmaktalar.. Yılın başı, sarılmalar, kucaklaşmalar.. Hemencecik sevdim..

25 Eylül 2007

Geçmişten bir kuple..

"Gözünü sevdiğimin teknolojisi.." diye başlamayacağım bu sefer.. Yav başlarsam bitiremiyorum cümlelerimi, artık kısa cümleler kurmak istiyorum. Böyle bir şarkı vardı, deil mi? Hem iş, hem akademik, hem blog yaşamımda hep bu nedenle işleri uzatıyor, zamanımı etkin kullanamıyorum. Ama artık doktoraya başlamış bir insanım ben, bindik bir alamete gidiyos ( ya da adios!) kıyamete.. Zaman çok kıymetli şey azizim.. Bak yine uzadı laf. Neyse, şimdi bu facebook denen alet icat edileli ve ben kendisini keşfedeli, kaç yıllardır görmediğim kimlere ulaştım, inanamazsınız.. Tabii zaten görüştüğüm arkadaşlarımla da haberleşebiliyoruz oradan. Bugün de Sevinç Hollanda'dan, güzel fotoğraflar göndermiş.. Fotoğraflar Bilge ve Alper'in Körfez'deki veda gecesine ait.. Şu fotoğrafa da bayıldım ve sanırsam blogumu takipte sınır tanımayan gençlerin hemen hepsi bu fotoğrafta;) O zaman, koyalım buraya, herkes görsün, nostalji yapılsın, maziye dalınsın...

24 Eylül 2007

Ankara'da büyülü bir fado gecesi..

Asıl hikaye, 2003 yılında Portekiz'de başladı.. Avrupa'nın dört bir yanından, 200'e yakın kendini bilmez :) psikoloji öğrencisi Porto'da toplanmış, Avrupa Psikoloji Öğrencileri Birlikleri Federasyonu (EFPSA)'nun 17., "Duygular" temalı, yarı akademik ama tümden sosyal kongresinde bir haftadır coşmaktaydık. Kongrenin bitiminden bir önceki akşam, programda "fado night" yazan, ancak ne olduğunu bilmediğimden, pek de anlamlandıramadığım ama geleneksel bişiyler diye tahmin ettiğim etkinlik için, üniversitedeki sınıflardan birine yerleşmiş, gösterinin başlamasını bekliyorduk. Herkes yerleşip ışıklar söndürüldükten sonra, aman tanrım! Birden içeriye siyah pelerinlerine sarılmış, ellerinde yine siyah renkli gitarlarıyla, 7-8 tane kara yağız delikanlı daldı. Vohahovvv! tarzı sulu bağırışmaların ardından, o gece bizlere enfes bir fado konseri verdiler.. Ve işte ben o günden sonra tam bir fado hastası insan haline geldim. Nitekim Porto'da son günümüz olan ertesi gün, sanki Lizbon'da ya da dünyanın başka herhangi bir yerinde:P bulamayacakmışız gibi, alelacele bir yerlere dalıp fado cd'si alıp, şehirden öyle ayrılmıştık. Doğuş nedeni midir, ya da benim evvelden bu bir takım latin ezgileri duyunca kendimden geçişim midir hastalığımın sebebi, bilemiyorum.. Velhasıl, fado, Portekizce "kader" demekmiş ve Portekizli kadınların, gidip de geri dönemeyen denizci kocalarının ardından, denize karşı yaktıkları ağıtlarmış.. Çok içli değil mi ama?
Günümüze gelirsek, ben fado sevdalısı biri olarak, geçtiğimiz hafta arası Umut'un Opera'daki fado konseri haberini vermesi, benim bi türlü adliyeden iki dakka mesafelik yola gidemeyişim, ve "ez yuujıl" işi son güne bırakışım, neyse ki, iki adet bilet bulabilişim.. Böylece, geçtiğimiz Cumartesi gecesi, konser için, Opera'daydık. Bu arada operaya da ilk gidişim. "Ay, şu yaşımıza geldik daha yeni gidiyoruz ayol" diye cıkcıklarken ben, "e opera yaşımız daha yeni geldi" dedi Umut ve ben nedense bu fikri hemen benimseyiverdim:) Bu operaya gidiş işi ayrı bir teraneymiş.. Bi kere şık olmak gerekiyormuş. Yani söleş gelenler de vardı ama şık olmak makbul, ben o gün bunu anladım, açık, net!
Balkonda en sondaki iki koltukta yerimizi aldık ve Portekiz Büyükelçiliği'nin desteğiyle düzenlenen bu enfes konserde, fadista Katia Guerreiro'nun muhteşem sesi, birbirinden değişik ve güzel, geleneksel ve modern fadolar, arkadaki Portekiz, klasik ve akustik gitarlarını coşturan müthiş amcalar, sahnedeki inanılmaz ışık ve renk oyunları ve dinleyici katkısı olarak da alkışlarımızla, nefis bir kaç saat yaşadık. Son fado, kraliçe Amalia Rodrigues'in anısına geldi.. Katia konseri harika bitirdi.. Hastasıyım, yine gelsin, yine gideceğim..

17 Eylül 2007

Acıların çocuğuyum..

Şu son bir kaç haftayı iç güveysinden ve Küçük Emrah'tan hallice geçirdiğime inanamıyorum yalebbim! Başıma gelenler pişmiş tavık başına gelmiş midir allaaaam? Bunu hak etmek için ne yaptım dostum Almodovar? Evet, neyse ya abartmayayım ve hayatımın ce(he)nneti (!) olan şu dönemi bir özetleyeyim öncelikle: Şimdi bi kere ben kaşındım ve doktora yapmak istedim bu yıl. Yani istiyordum hep aslında ama yüksek lisans biteli iki yıl geçmiş ve ben halen istiyorsam, gerçekten istiyorum demektir. Cümleyi anlayan beri gelsin. Neyse işte, güzel bir tatil yapmış bile olsam adli tatilde, oooh püfür püfür, yine de insanın yok özgeçmiş, yok niyet mektubu, yok "niyet ettim Allah rızası için doktoraya başvurmaya" geyikleri, yok referans mektupları, yok bilim sınavı ve mülakatlarla uğraşması, yorgunluk verici ve hatta bezdirici şeyler. Ama sonuçta ben Ankara Üniversitesi'nde doktoraya başlıyorum. Tabii, naylondernek'te kurduğum "heveslendiği her şey kıçında patlayanlar derneği"ni de burada anarak diyorum ki, süreç biraz acılı ve hatta kanlı oldu. Böyle oldu çünkü ben, ODTÜ'deki psikoloji lisans eğitimimin ardından, psikoterapistlik sevdasıyla, alana uzman yetiştirme amaçlı açılmış Hacettepe'deki "tezsiz klinik psikoloji" yüksek lisansıma, başlamadan önce herkese (yani hocalara) yan etkilerini ve özellikle doktorayı engelleyip engellemediğini sorarak ve örnekleriyle birlikte engellemeyeceği yanıtı alarak başladığımdan, bi güzel donanarak, memnuniyetle oradan çıktığımdan, ikinci yıl dersler devam ederken bir de resmi bir tez olmasa dahi aynı aşamalardan geçip ortaya ampirik bir araştırma koyduğumdan, ama resmi bir tez olmadığından, ıvır kıvır işte.. Tabii, yine de hocalar tezsiz programdan gelen öğrenciler konusunda daha temkinli davranıyorlarmış bizzat deneyimlediğim, hele de Ankara Üniversitesi'nde. Sonuç olarak da, öğrenci işleri konusunda üniversiteler arasında, insan hakları konusunda Türkiye'nin dünyadaki yeri sıralamasına yakın bir işleyişe sahip olan yeni okulcuğuma, tezsiz yüksek lisans yapma gafletinde bulunup alınmayacakken ve fakat bilim sınavındaki üstün:P performansım ve mülakatta hocaları muhteşem:p olumlu etkileyişim nedeniyle, bir nevi şartlı kabul alarak, bu dönem özel öğrenci olarak başlıyorum. Kabulün şartı ise, yine ampirik bir araştırma ortaya koyup, hocalara risörç bilgimi göstermem. Sonra sınavsız mülakatsız direkt kaydım yapılcak, tabi başarılı profil çizersem. Ayh, hakketen uzun bir süreçmiş, yazarken yoruldum ayol.. Neyse, yeni bir dönem başlıyor hayatımda, bakalım neler olacak? derrrken tam, geçen hafta arası, özel numaradan biri aradı beni. Özel numaradan çok aranıyorum işim dolayısıyla, ayrıca birlikte çalıştığım sosyal hizmet uzmanının telefonu da default olarak öyle. Neyse, zart diye çaldı ve ben de zart diye açtım telefonu. Açmaz olaydım. 30-35 yaşlarında, k'leri ghk diye çıkaran, tanımadığım bir erkek sesi, adımı söylemek, sonra adımın önüne bir takım küfürlü sıfatlar koyarak adımı söylemek, adımı bu küfürlerle bağırarak söylemek, işyerimin adını vermek, işyerimin detayını bildiğini belli etmek, ağza alınmayacak küfürlerle, tecavüz ve ölümle tehdit etmek suretiyle, tam manasıyla beni taciz etti ve çotaa! kapadı telefonu. İğrenç bir şeymiş bu. Bunu yapan it herifin teki, bunu biliyorum. Aklıma bir sürü seçenek geldi, kimseye de konduramıyorum bir yandan, muhtemelen mahkemeden (bundan bile emin olamıyorum ya) kuyruk acısıyla çıkmış ve kendisine "naptım lan ben" demeden yaşadıklarının sorumlusunu kolay yoldan buluverme gayreti içine girmiş, ancak tek gücü, gizliden küfür ve tehdit olan, kendisini ancak böyle ortaya koyabilen bir zavallı.. Tabii ki çok tedirgin ediciydi. Travma eğitimlerinde üzerinde çok durduğumuz, "dünyaya güven duyma" denen olgum tabii ki yerinden sarsılsa ve sadece bir tehdit diye geçiştirebilecek olsam bile, verdiği huzursuzluğu tarif edebilmem mümkün değil. Ama, bu herife birinin, her sıkıntısını öyle çözemeyeceğini, magandalık yapamayacağını, sorumluluklarını üstlenmesi gerektiğini ve kafasına estiği gibi davranamayacağını, hele de işini doğru düzgün yapmak için çabalayan bir kamu görevlisine (ki bu ben oluyorum) bunu hiç! yapamayacağını, hukuk diye, adalet diye bir şey olduğunu öğretmesi gerekmekte. Artık, ertesi gün savcıya bulunduğum suç duyurusu ile birlikte, 1 ay içinde kim olduğu tespit edilecek ve yasal süreç başlayacak. Derdi neymiş anlayacağız bakalım. Çok sinirliydim, neyse ki İstanbul'dan dostlarım geldiler hafta sonu ve çok eğlenceli bir hafta sonuna imza attık birlikte.. İyileştim. Yoğun geçecek bu haftanın ilk akşamında, dilimde "bu akşam bütün üniversitelerini dolaştım Ankara'nın" şarkısı, gözlerim faltaşı, ders programının detaylarını inceliyorum..

30 Ağustos 2007

Assos Günlüğü

17 Ağustos, 2007-Cuma
Bu sabah Assos'a doğru yelken açmak için, erkenden (sabah 06.00!) kalkıp, Gökçeada'dan 07.00 vapuruyla ayrılabilmek adına limana koşturduk. "Yav ne iyi yaptık da erken kalktık" keyiflenmeleri eşliğinde yaylana yaylana yol alırken, durakta dolmuş bekleyen insanları, durmaksızın bizi sollayan araçları görünce, bu işte bir iş olduğunu, tek erken kalkanın biz olmadığını nihayetinde anladık ve önümüzdekilere "kaçıl!" diye bağırmak suretiyle, hızlıca, önce liman zannettiğimiz başka bir yola ve sonra hak yolu bulup doğru tarafa seyirttik. Amanın o da ne? Gökçeada'ya gelirkenki gibi, "acaba alacak mı bizi vapur, sığabilecek miyiz?" sorusunu aynen telaffuz etmekte idik. Bu arada delişmen de bir bilet kuyruğu oluşmuştu ki ben de inip, kuyruğun uzunluğuna baktıktan sonra ön tarafa gidip, "arabalar için de mi kuyruğa girmek gerekiyor?" diye gerizekalıca bir soru sorup, "evet, laynnn!" tadında aksi tonda cevaplar eşliğinde kuyruğun sonuna geçtim. Artık tam mı uyanamadım, yoksa zaten mi gerizekalıyım bilemiyiciim ama, insanlar barut fıçısı misali gişede tek memur olmasından ve yavaş ilerlemeden şikayet ederlerken, ben de diyaloglara karışıp, yüksek sesle, önce "yav 6 vapuru için 4'de mi kalkicaz hayret bişi, cık cık cık" dedim (zati 6 vapuru yok ki, dakkasında dank etti ama lafı ettiydik bi kere, önümdeki adam bi dönüp acıyarak bana baktı), sonra da "herkes biletini almadan vapur kalkmaz herhalde" cümlesinde "vapur" yerine "rapor" dedim! Hahhayt! :) Ne salak görünüyodum kimbilir.. Neyse, hemen başa çıkma mekanizmalarımı harekete geçirip, "millet daha uyuyo, annamamıştır işallah kimse" diye düşünüp kendimi avuttum. Kayık de bari, rapor denilir mi ayol vapura? Neyse, sonra şanslı biz sığdık el kadar vapura da, Çanakkale yoluna düştük. Amma velakin, Gökçeada'dan ayrılmayı hiç canımız çekmedi. Gökçeada'dan Çanakkale'ye dönüş için gerekli yolları aştıktan sonra, ver elini Assos! Yine yılan misali kıvrım kıvrım yolları arşınlayıp diğer adıyla Behramkale'ye geldik. Kadırga Koyu'ndaki Dolphin Pansiyon'a yerleştik. Yunus diye bir varlık olmasaymış dünyada isim bulma, tasarım konusunda filan çok acı çekecekmişiz. Her şeyin adı dolphin mi olur kardeşim? Hele yunuslu yüzükleri hiç sevmem. Neyse, bir öncekiyle hemen hemen aynı formattaki pansiyonun hemen önünde yer alan ve koy boyunca sıralanmış her pansiyonca bir takım atraksiyonlarla parça pincik bölünmüş (yok renkli minder, yok işaretli şemsiyeler) kumsalda ikindi vaktine dek yatışşş. Bu esnada, bir adet yer kapma kavgasına tanık oluş. Bir de Ülker Teyze formatında bir teyzenin, bir kıza, yüksek ve kart sesiyle, kız sormadığı halde Cuma günü olması münasebetiyle ibadetini yapıp da plaja indiğini anlatması, elbisesini çıkarıp, mayosunu düzeltirken, "o iş ayrı bu iş ayrı" diye vıdı vıdı konuşurkenki sevimliliği. Sonra bir adet kendine getirici duş ve iskeleye/antik limana gidiş.. Liman çok renkliydi.


Denize nazır bişiyler içtik oturup, sonra da iskele keşfine yöneldik. Arka taraftaki taş otelleri ve "camping"leri çok beğendik, fiyatları da el yakmayan cinstenmiş, soruşturduk, bir dahaki sefere burada kalalım dedik. Sonra ışıklı ortamlarda abuk subuk birbirimizi fotoğrafladık, "siz mi uydurdunuz bunu?" dediğim dondurmacıdan azar da işitmek suretiyle bir acayip dondurma yedik, ağzı burnu çikolataya buladık.


Hava kararmadan o ip gibi yollardan dönelim diye, çok geç olmadan yola düştük, antik tiyatroya, kale kırıntılarına, harika manzaralara şaştık, kaldık. Akşam yemeği saatini yakalayıp, salata tabağındaki marulları, domatesleri uçuran rüzgar eşliğinde balığımızı tırtıkladık. Bira keyfiyle loş ışıkta kitap okuduk. Uyku vakti gelince, odanın duvarında ne aradığını anlayamadığım ve hiç mi hiç hazzetmediğim elöpen denen sürüngeni öldürmeye kıyamayınca (ya da yakalayamayacağımızı anlayınca mı demeli?) pansiyonun sahibini çağırdık. Minnacık sürüngenden korkup kendisini çağırdığımıza gülen ama başarılı bir hareketle penye bir kumaş içine hayvanı hapsederek iki adım ötedeki otların arasına bırakarak "oldu mu len akıllı bıdık?" dedirten sahip, sonra bize sık sık karşılaştığı yılan ve akreplerden bahsederek ve ardından da elindeki spreyi kapı girişine sıkarak uykumuzu açınca rüzgarda epey daha muhabbet ettik. Öğlen, Assos'a ilk geldiğimiz bir kaç saat içinde, sıklıkla birbirimize bakıp "cık! ay Assos böyle bi yer miymiş" abuklamalarımızı artık dillendirmedik, anlaşılan biz burayı da sevmiş, gönülden benimsemiştik...

18 Ağustos, 2007-Cumartesi
Bu sabah kahvaltıda yine bıkbıklayıp, cıkcıkladık. "Yav Ege burası, domatesin üzerine biraz kekik serpersin, üstüne zeytinyağı gezdirirsin" dedik, bu tür işletmelerde bazı ufak detaylara özenmenin hem fiziksel, hem ruhsal ortamı nasıl değiştirebileceğinden dem vurduk, ahkam kestik, tabii birbirimize.. Sahibe teyze biraz sert hatundu, tokatlar filan:P Saat 15.00'e dek yine deniz-güneş-kum üçlüsü ardından, Kaz Dağları'nın büyüsünü ve civardaki eski Rum köylerini keşfetmek üzere yola koyulduk. Bugün çok güzeldi yav. Hayatımda hiç bu kadar oksijene boğulmuş muyumdur, hiç bu kadar yeşile gark olmuş muyumdur, alabildiğince deniz görüntüsüne hapsolmuş muyumdur, ve tüm bunların neticesinde bünyede acayipleşme yaşayıp bu kadar şımarmış mıyımdır? Zım zım sesiyle yola düşüşümüz ve arka taraftaki kamping alanları ve masmavi deniz boyunca Küçükkuyu'ya varışımızın ardından, Adatepe köyüne çıkmadan önce, ilk olarak Zeus Altarı'nda dolandık. Eski adamlar ağızlarının tadını bilmişler, en kutsal saydıklarını en güzel yerlere kondurmuşlar, törenlerini burada yapmışlar. Edremit Körfezi ayaklarımızın altında.


Tanrı Zeus'un Hera'ya burada aşık olmasında fazlaca bir normallik yok mu zaten? Çok güzeldi ta ki Reha Muhtar tadında rahatsızlık verici bir ses tonu ve heyecanla ziyaretçilerin altarı nasıl mahvettiklerini anlatan bir muhabirin susmayacağını ve bu sesi daha fazla çekemeyeceğimizi anlayana dek, yoksa biraz daha kalabilirdik. Ter dökerek tırmandığımız yoldan bu sefer rahatça geri döndük. Bir kaç dakika sonra Adatepe'ye vardığımızda bu kez bizi başka bir sürpriz bekliyordu: taş evleriyle nefis bir görüntü sergileyen sessiz, huzur dolu bir köy.. Her yer zeytin ağaçlarıyla bezeli...


Önce köy meydanında, çiçekli masa örtüleriyle bezenmiş tahta masalara yayılıp, limonata ile serinledik, ardından uzun uzun çay keyfi yaptık.


Sonra köy keşfine çıktık. Ortalıkta çıt yok. Arada bir köpek havlamaları duyuluyor. Güzel güzel evler.. Hüseyin Meral Zeytinyağı ve Sanat Evi'yle burun buruna geldik. Hüseyin Bey olduğunu tahmin ettiğim kibar bir adam, evin içine girmemizi, eşinin henüz gelmiş kişilere üretimle ilgili bilgi verdiğini söyledi. Girdik, ben tabii Anadolu bozkırlarından kopup gelmiş bir çocuk, zeytinyağından ne anlarım? Umut'a kadehte zeytinyağı ikram edildi. Tattı. Bizden hemen önce gelmiş olan, fazla yapay kokan bir entelektüellikle "oğğğ dets veriyyy nağyyysss" diyen ve istese 50 şişe zeytinyağını ABD'ye gönderip gönderemeyeceklerini soran, akademisyen olduğunu tahmin ettiğimiz ve yandan yemiş Einstein modeli saçlarını sağa sola savurup, elindeki kadehi koklayarak bir yandan da eşinin söylediklerine "salak mısın? pışşşııııkkk!" tadında ters cevaplar veren amcaya daha fazla tahammül edemeyip dışarı çıktık. Hüseyin Bey'in, hoş ve kibar eşi, adamın türkçe-ingilizce karışımı sorularına daha ne kadar maruz kaldı bilmem. Ben tabii kapı hastası. Buna bayıldım işte: Çok yaratıcı!


Köyde bir süre daha turlayıp, eski köy ilkokulunun felsefe, edebiyat, sanat seminerlerine ev sahipliğini yaptığı meşhur Taş Mektep'e kadar çıkıp, manzara seyrinin ardından, diğer oksijen/keyif/huzur/zeytin/eski Rum evleri/sıcaklık dolu köye, Yeşilyurt'a yollandık. Oraya da iki misli bayıldık.


Akşam serinliğinde kapı önlerinde oturan ya da kahvede çayını yudumlayan candan köy halkı, erişte, tarhana, reçel tezgahları kurmuş teyzeler, Adatepe'ye oranla daha bakımlı evler... Her zaman olduğu gibi köy meydanındaki çay bahçesinde oturup, "buralara yerleşmeli, vidi vidi vidi" dedik, masadan masaya sevimli ve yaşlı amcalarla sohbetler ettik. Uzun, ince, kıvrımlı yollardan geri dönerek, Athena Tapınağı'nı görmeden gitmeyelim istedik. Farkında olmadan, görülmesi en münasip saatte gelmiştik sanırım, rüzgara direne direne.. Hakikaten, dünyada güneşin en güzel battığı yer burası olabilir mi acaba?


"Ya of yarın dönüyor muyuz yani?" sızlanmalarıyla pansiyona dönüp, salatamızı haşin rüzgarla paylaşmama telaşesi içinde köftelerimizi yuttuk, biramızı yudumladık. Yarın uzun, yorucu ama güzel olacağını umduğum bir yolculuk bizi bekliyor: Assos'tan çıkıp, Edremit Körfezi boyunca ilerleyerek, Altınoluk, Akçay, Ören'i geçip Ayvalık'ta tostlara yumulup, akşam 9'da Ankara'ya doğru yola koyulacağız. Kendim yazdığım "dı oricinıl" bir cümleyle bu tatile veda etmek isterim: Hey Esteban, tatil finito!

29 Ağustos 2007

Gökçeada Günlüğü

14 Ağustos, 2007-Salı
Benim Aslı, "git git bitmiyo" derdi Çanakkale için, hakikaten öyleymiş.. Yerine yerleşememeli-rahat edememeli, 10 saat süren yolculuk sonrası otobüsten indiğimde ayaklarım tam anlamıyla pide gibi, kocamandı; alerjim de azıttı, iyi mi? Nasıl bir burun akıntısı belli değil. Neyse ki Umut 15 dakika içinde geldi ve "Gökçeada'ya nasıl gidilir?" konulu yolculuğumuza başladık. Çanakkale'den Eceabat'a geldik, ordan Kabatepe Limanı'na.. Böyle miydi ki? Niye yer-yön zerzevatım yok benim? Vapur yolculuğu güzeldi, bir sürü plan, son iki haftadır yapılanlar, edilenler, onlar tüketilince de 1 haftayı dolduracak çetinlikteki yazılarla dolu Radikal 2 üzerinden tartışmalar. Ortak noktaya varamamak, böylece hiç sıkılmamak, habire atmak-tutmak. Konuştuklarımızdan Abdullah Gül ve Yaşar Büyükanıt haberdar mıdır? Neyse, ada göründüğünde "taytanik" misali görüntüler sergiledik. Kocaman bir ada, boz.


Bakalım içi nasıl? diye düşündüm, okuduklarım gibi mi? Sonra vapurdan atladık ve zım zım zım zım yola düştük. Gökçeada merkezini geçip, Kaleköy'deki Sahil Motel'e vardığımızda acıkmış ve yorgunduk. Sevimli, basit, beyaz, bahçesi topkadife bezeli, sıcak bir pansiyon.. Kışları Eryaman'da oturup, yazları Gökçeada'da pansiyon işleten, oğul garsonluk, baba temizlik, anne aşçılık yaparken birbirleriyle tatlı tatlı didişen, çatalı unutunca elli kez özür dileyebilen, bir sevimli aile. Odaya yerleşip, iki lokma yemekten sonra, ada keşfine başladık. Kıvrım kıvrım, daracık yollar.. Habire ağzında bir şeyler geveleyen, sakallı, çirkin, ama yine de "ahaha şuna bak!" tepkisi verdirten dağ keçileri..


Camlar sonuna kadar açık, yüzümüzde Gökçeada rüzgarı... Bir de torpido gözünden rembetiko cd'si çıkmaz mı? Nasıl keyifliyiz! Önce Gizli Liman'a gittik. Tepemizde güneş, yerde kızgın kum, masmavi deniz.. Ama bagajdan çıkan şemsiye Gökçeada'nın haşin rüzgarına dayanamayıp pişmemize ramak kala, "yok" dedik, arabaya atlayıp, önce Laz Koyu'na gittik, orası da gayet muhterem ve muhteşemdi, "ama önce keşfetsek her yeri" dedik, ve devam edip "bizim gubidik bakanlığın gubidik tesislerine de göz atalım" dedik. Dediğimiz gibi gubidik cevaplarla karşılaştık, "burada kalınmasa da plajı kullanılabilir ama her şey sayılı, giremezsiniz" cevabını yedik, "peki dostum, hey man!" dedik. Sonra sanırım yaklaşık 20 dakika tek bir canlıya diyeceğim ama, keçiler vardı, tek bir araca-insana rastlamadan daracık ve kıvrımlı yollarda ilerledik, Aydıncık Plajı'na vardık. Hem Umut'un sörf okulu da buradaymış zati. 1-2 saat kaldık plajda. Nasıl sakin, dingin ortalık. Evet, tatili sabaha kadar dans-eğlence-hareket-aksiyon gibi algılamayan zihniyet için doğru yer Gökçeada. Daha gezeceğim, göreceğim.. Akşam üzeri, plajdan kalkıp, köylere doğru yol almaya başladık. Böylece de ilk günümüzde adanın çevresini (26 km. miydi?) bir turlamış olduk. İlk adresimiz Zeytinliköy oldu.. Tam şenlik vaktine denk getirip de Gökçeada'ya geldiğimiz için, yollar İstanbul'dan, Yunanistan'dan gelen araçlarla dolu..


Zeytinliköy'e girişte arabayı park edip, başka bir kültüre yelken açacakken, sonradan adının Yanni olduğunu öğrendiğimiz ihtiyar amcamızla karşılaştık. Pek tabii ki, temel sosyalleşme insanı, her gördüğüne selam veren, gülücükler saçan Umut, "iyi akşamlar amcacığım, Gökçeada'daki köylerin en büyüğü burası mı?"diye sorup, amcadan da en huysuz sesle, "ne bileyim ben canım, mezurayla mı ölçtüm?" diye yanıt alınca, Umut'un suratı, önce üçte bir oranında; bizimle paralel yürüyen amca, oğluna ait olduğunu da sonradan öğrendiğimiz kahveye oturduğumuzda bize yine aksi davranıp masaya oturtmak istemeyince (meğer orası onun köşesiymiş, ben de böyle buyrun diye başka bi yer göstermiş idim nezaketten kırılarak) üçte iki oranında; ve Umut sigara ikram edip de amca bize pis bir bakış atıp "yuh artık ayılar, hazzetmedim sizden" misali içeri kaçınca üçte üç oranında, yani tümüyle asılıverdi. Resmen sarardı soldu Umut yaa, "yavrım, hayatında ilk kez mi terslendin?" diyorum, ses yok. Ama adamımı tanıdığım kadarıyla, hayatında ilk olabilir. Neyse, Madam'ın Kahvesi'nde meşhur dibek kahvesini yudumladık. Madam 2004'te ölünce uçak mühendisi olan oğlu işletmeye başlamış kahveyi.. Madamın kocası olan bizim Yanni amcada da hafif demans belirtileri ortaya çıkınca (ki anlamıştım ben cingöz:P) işler biraz zorlaşmış sanırım. Yanni amcam, yardım edeceğim diye, temiz bulaşıkları kirlilerle filan karıştırıyormuş, bunlar dedikodu kısmı. Kahvemizi yudumlarken, evlerin balkonundan gelen Rumca konuşmalar, en çok hazzettiğim üstüne ısrarla bastırılan r'ler, "len köy teyzesi böyle mi olur?" dediğim şık hanımefendiler, Rumca konuşarak gelen çiftin, birini görüp Türkçe konuşmaya geçmesi, feci bilingual bir ortam, ama gözlemlemek nasıl keyifli. Ordan kalkıp, girişte tabelasını gördüğümüz Beşiktaşlı Hristo'ya gittik, tatlı yemeye.. Orada, ben dondurmalısından, Umut dondurmasızından sakızlı muhallebileri mideye indirdikten sonra, "yav bu işte bir yanlışlık mı var? Yemek-tatlı-kahve iken, biz ne yaptık?" derkene, hayatında ilk kez terslenmiş ve kolu kanadı kırık serçe misali etrafa ürkek bakışlar atan ve sürekli "kültür şoku yaşıyorum" diyen Umut, Hristo amca ve karısıyla muhabbeti ilerletip, ilgi görüp, yarınki şenlikle ilgili bilgiler öğrendikçe eski halini almaya başladı:) Hristo amca ve karısından "yarınki şenlikler nasıl olur?" konulu kısa bilgi alımımızdan sonra, oradan kalktık ve akşam yemeğimizi Barba Yorgo'nun köy meydanına kurulu tavernasında yemek üzere, Tepeköy'e doğru yola çıktık. Tabii ki hem ünü hem de bayram zamanı olması dolayısıyla ortalık tıklım tıklımdı ve biz garsonlardan birinin önüne dikilip "biz geldik ama rezervasyonumuz yok" diyerek en tatlı gülücüğümüzü takındık. Garson (garson gibi de değiller aslında Yorgo'nun yeğenleri tadında genç dinamik çocuklar) bize "Türksünüz değil mi?" bakışı attıktan sonra, "sizinle Taki Bey ilgilenecek" dedi. Taki de sağolsun bize hemen üst üste yığılmış plastik masalardan birini iki kişilik olacak şekilde ayarlayıverdi.


Koca ve kalabalık köy meydanında ev yapımı şarabımızı yudumlayıp, yunan salatası, lakerda ve yunan cacığımıza sonrasında da nefis ızgaralarımıza yumulup, fondaki yunan müziğine eşlik etmeye çalışıp, rüzgarla ürperirken... her şey harikaydı, zaten tatilin ilk gününe de bu yaraşırdı...


15 Ağustos, 2007-Çarşamba
Bu sabah çok güldüm. Dün gece şoktan şoka koşan Umut, sabahleyin asimile olmaya hazır biçimde gözlerini kocaman açıp, "bugün bayram!" diye bölererek uyandı, suratında koca bir gülümseme.. Kahvaltımızı yapıp, Aydıncık plajına koşturduk ve tüm gün plajda malak gibi yattık. "Pişt, sörf yapmicak misin?" diye arada dürtüklediğim Umut, bir ara "ben bir bakayım" diye gidip, sonra belinde bişiy takılı geri döndü, meğer o da sörf bişiysiymiş. Türklere ait, Rum yerleşkesi olan Gökçeada'da, Bulgarların açtığı ve İngilizce konuşulan sörf okuluna ait tahtayla açık denizde bir oraya bir buraya gidip geldi, düşe kalka:) Azıcık insan var zati plajda, herkesin muhabbetlerine kulak misafiri olduk, ister istemez. Arkada çoluk çocuk sörf yapan bir grup var, helal dedim başka da bişiy diyemedim zaten. Dün Hristo amca bize "acıkınca Tepeköy'e gidin" demişti ama kıçımızı kaldırmaya üşenip, cankfuud tüketimi yaptık. Tabii yine 5 gibi kalktık ve Tepeköy'e koyulduk, dün gece vakti gördüğümüz köyü, bugün aydınlıkta keşfedelim istedik. Önce köy meydanındaki kahvede bir şeyler içelim dedik. Burada kahve işleten amcaların müşteri memnuniyeti gibi bir dertleri hiç yok valla, hepsi hafif aksi:) Sonra bol bol fotoğraf çektik, kapı hastası ben hepsi envai çeşit olan kapıları fotoğrafladım. Çok seviyorum bu Rum işi rengarenk kapıları ya.. Yoldan geçen bir amcaya selam veren Umut'un yön sorması üzerine hafif muhabbetleştiğimiz sevimli amca Hristo, başta çekinik davransa da, açıldı muhabbette ve hatta sonra Umut'un ortadan kaybolduğu bir ara incelediğim kapılardan birinden çıkıp, kendi bahçesinin sarı mürdüm eriklerinden bile ikram etti. Bir yandan ceplerimi erikle doldururken, bir yandan da madamı rahatsızlandığından, kışları oturdukları Atina'dan geç gelebildiklerini öğrendim bu yaz buraya.


Karnımız guruldadığında, bu akşam da çok canımız çekmesine rağmen Barba Yorgo'da bugün için iki ay öncesinden rezervasyon yaptırmak gerektiğini öğrendiğimizden, köyün girişindeki ışıl ışıl Eleni Restoran'da yemeğimizi yedik.


Atraksiyon başlamış mı merakıyla meydana döndüğümüzde, tabak çatal sesleri, müzik ve kahkaha sesleri rüzgara karışmıştı çoktan. Bulduğumuz bir bankta otururken, dün karşılaştığımız motosikletli orta yaşlı çift yanımıza geldi, epey de onlarla konuştuk. Umut çekiştirmese, ben daha aile mahkemelerinin detayını filan anlatacaktım ama, götürüldüğüm yer, yemekten önce karşılaştığımız Umut'un iş arkadaşları Erhan ve Bora'nın oturdukları nadide bir meydan masası olunca, oeeehhh dedim, biri girişte ve biri yemekte olmak üzere içtiğim iki biranın üstüne iki-üç kadeh daha Barba Yorgo şarabı eklenince, alkol eşiği zaten yerlerde bir insan olarak, rüzgarın da etkisiyle kendimi tüy kadar hafif hissettim.


Uçtum hakikaten, mesela dans edenleri ne kadar süre izlediğimizi filan hatırlamıyorum. Pansiyona nasıl döndüğümüzü de...

16 Ağustos, 2007-Perşembe
Bugün sabah rotamız yine aynıydı, Gökçeada'nın merkezinden gazete almak (gazete öğlene ancak geliyor gerçi), para çekmek ya da başka ıvır kıvır amaçlı ufak bir ziyaret ve ver elini Aydıncık.. Deniz-güneş-kum.. Bugün daha rüzgarlıydı hava, ohh püfür püfür.. Son yazılarını okuduğum Radikal 2 elimden uçup denize yuvarlandı ve ıslak kağıt topağı olarak geri döndü, buna da çok güldüm niyeyse. Sonra ilginç bişiy oldu. Yunan şebekesiyle çalışan (Cosmote) fi tarihinden kalma telefonumu ayarladıktan sonra, ki çantamın yanına koymuştum, saate bakmak için kendisine eğildiğimde ortalıkta yoktu! Yaklaşık 1 saat, tüm çantaları boşaltmak, sağa sola bakmak, akıl yürütmek ve hatta şezlongları iki yana çekip, kumları eşelemek suretiyle telefonumu aradık, yok! Zaten 4 yıldır kullanıyorum, zaten herkes gülüyodu, zaten kafayı yemişti gibi konuşurken, meğer çantamın sapına kaçmış. Benim öyle bi çanta sapım var işte. Umut çantama bakıp düşünürken buldu, buna da çok güldük. Ota boka gülüyoruz zaten artık. "Bugün çok rüzgarlı, ben sörfemem" diyen ama hafiften benden uzaklaşıp sörfçülere doğru yanaşmaya başlayan Umut, yine 2 dakka sonra "ben sörfteyim" diye geldi. Daha rüzgarlı olmasına karşın, dünkünden çok daha iyi ve artistik hareketlerle bir saat açık denizde cebelleşti, düşmeden. Kulak misafiri olduğumuz grubun en iyilerinden biri açık denizde yunan sularına doğru ilerleyip geri dönemeyip motorla toplanıp getirildiğinden, ben de hem fotoğrafladım, hem de gözlüklerinin üstünden endişeli bakışlar atan anne modeli çocuğumu gözlemledim:) Buna da çok güldük, yine-yeniden. "Gökçeada: Sıradan İnsanların Öyküleri"ni okuyup iyice saplandık buraya. Akşam üzeri toparlanıp, bu kez hayalet köy denen Dereköy'e gittik. Köyün girişinde ablası ve babasıyla birlikte ada kekiği, böğürtlen, karadut reçeli satan, Trabzon Çaykara'dan buraya gelmiş olan, 9 yaşındaki Handan bize rehberlik yaptı, bir limonata karşılığında hem de.


Bilmediği yoktu, o yüzden epey şey döktürdü, sevimli! Önce köy kahvesinde çay içtik. Ardından artık kullanılmayan çamaşırhaneyi, zeytinyağı fabrikasını gezdik. Çamaşırhane tıpkı babaannemin masallarındaki gibiydi, karanlık ve cinli-perili:)


Açık cezaevi kondurulduktan sonra huzurun nasıl kaçtığını/kaçırıldığını, köylülerin birer ikişer, bir zamanlar 2500 hanesiyle Türkiye'nin en büyük köyü olan yurtlarını terk ettiklerini; sonradan "adanın Türkleştirilmesi" için (bkz. DTO-Dünya Türk Olsun) yerleştirilen Karadenizlilerin, Güneydoğu'dan gelenlerin, birbirleriyle dahi kaynaşamadıklarını, besmelesiz kesilen bayram etinin yenmediğini iç sıkıntısıyla dinledik, önceden duyduklarımızı görsel öğelerle bezedik. Kilisenin çanları hırsızlarca çalınınca takılan alarmı, kahvede muhabbet eden kederli yüzlü zangoçu gördük. Sonra mezarlığa da bir iki bakış atıp, son gaz Zeytinliköy'e geldik, capcanlı Zeytinliköy'e. Girişte biraz standlara takılıp, sonra guruldayan karnımızı susturmak için Madam Evstratia'nın Cicirya Restoranı'na girdik. Cicirya yedik, vişinada içtik. Son kez tatlı yemek ve dibek kahvesi içmek için meydana gittik. Balkonlardan gelen sesler, rüzgar ve kahkahalar eşliğinde Gökçeada'da son akşamımızı geçirdik, birbirimizi bayana kadar "ben buradan gitmek istemiyorum" dedik. Yarın sabah 6'da kalkıp, yola düşmeli, 7 vapuruna yetişmeliyiz. Ama benim kalbim çoktan Gökçeada'da takıldı, kaldı...

13 Ağustos 2007

Yazarımız elegimsagma, yıllık izninin bir bölümünü kullanmak üzere gündem dışı olduğundan, yazılarına bir süre ara vermiştir. Bilgilerinize...

12 Ağustos 2007

Ayaş'ta "moleneksel" bir nişan töreni...

Dün akşam üzeri, çocuklukta bir süre idolüm olmuş olan, babamın kuzeninin kızı, e benim de bi şekilde kuzenim olan, aile içinde adı, doğumundan kısa süre önce vefat eden Bekir büyükbabamızı anmak üzere "Bekriye" olarak konmuş ama eğitim ve sosyal yaşantısında mantıklı olarak Esra'yı kullanmış, benim için "Bekriş ablam" olan kuzenciğimizin nişanına katılmak için Ayaş'a gittik kardeşimle.. Öf, ne gereksiz detaylarım var. Aslında başta epey direnmiştik gitmemek için. Ama hem annem ve babamın "temsiliyet ısrarları", hem henüz aleme ilan bir nişan töreni görmemiş olmam, hem de içten içe, aman tanrım(!) 30'u bile çoktan doldurmuş olan, e tabe yıllardır evlenmesi beklenen, "avkat isiyin" ve "sevüm"ün ev sahipliği yaptığı, dolayısıyla da kuvvetle muhtemelen ardından epey konuşulacak olan havuz başında yapılacak olan bu nişanı merak edişimiz nedeniyle, çöl sıcaklarıyla düştük yollara. Külüstür ötesi Ayaş otobüslerinde, elbette sıfır klima ve üstelik koltuğun yukarısından hörüldeyen soğutucular (bu mu ki teknik adı?) olmadığından, su bir ara göz kırpıp sonra hemen kaçıp gittiğinden duş da alamayıp çıktığımızdan ve püürepostismenistürüyyalsendıromumuyiyim dolayısıyla zaten afacanlar basmış olduğundan, bi ara tieyyyttt diye bağırasım geldiyse de tuttum kendimi azap 1 saat boyunca. Anneannemin eve tırmandık, hoşbeşleştik, hazırlandık ve dayımlarla birlikte, Ayaşlı ahalinin "nambırvan" düğün mekanı, ilçenin hemen girişindeki belediyeye ait açık havuza gittik. Yaklaştıkça kulağımızda çınlayan dingdararung sesleri eşliğinde açık havada pasparlak, rengarenk balonlarla süslenmiş, ışıklandırılmış mekana girdik ve 55bin el öpmek suratiyle nihayetinde kendimize oturacak bir yer bulduk. Ve efenim, babamın ifadesiyle "cimcalaboz" kardeşim ve benim için seyir başladı: Ortalıkta, yakalarına iğnelenmiş, ucuca eklenmiş, iki metreyi bulan, 100 dolarlarla oynayan güzel mi güzel bir gelin ve bir damat; Seda Sayan misali, kalça-göbek kıvırmadan yürüyemediği anlaşılan ve estirdiği hava ve "len buralar na böööle benim olcek" hallerinden "görümce" olduğu tahmin edilip sağlaması yapılan ve gece boyu oturmayan/oynayan bir hatun; son derece ihtişamlı tıvaaaletler, pasparlak kumaşlardan elbiseler, tavus kuşu modeli saçlar, en moderninden fönler, iki karış yükseklikte topuklar; efenim, henüz gelin ve damat mertebesine ulaşamamış "kız" ve "oğlan" dans ederken tepelerinden saçalanan gül yaprakları, üstlerine sıkılan, sonradan "dans ederken tepeden kar yağdırma konsepti" olduğunu anladığımız spreyler, kocaman pasparlak yanan maytaplar ve gece sonunda havai fişek gösterisi.. Bunlar Ayaş'ta bir nişan için fazla "modern" (!) görünümler. Gelelim "geleneksel" kısma: kuru pasta-gazoz:), orkestra, şarkıcımsı ve takı töreni... Müziğe bakarsak, ben böyle şarkı sözleri ne duydum ne hayal edebildim, bu havuz başı işini en son 98'de ortanca dayım evlenirken görmüş, sonra da bir kaç düğüne gitmiştim ama hızla gelişen Ayaş düğün müziği piyasası ben takip etmeyeli epey coşmuş: ringo ringo şişeleeeeeerrrrr (burada ahali elleri kaldırır ve kendi etrafında döner), piçipiçipiçipiçieeeyhhh, bana gız yolla gız yolla falan filan ama asıl kopuş noktam, enternasyonal tarafından şudur:
yunanistan gızları
vay vay vay vay
ne don giyer ne fistan
vay vay vay vay
Takılar: anneden lazer bilezik (yoksa gazel bilezik mi, tam anlayamamış olabilirim), kelepçe (pardon?!?), bilmemne burmaları, bilmemkim sarmaları filan.. Takılar takılıp, elleri havada gıykk bir sesle şarkı söyleyen ve "alkieeeşşş" diye bağıran assolist amcaya sinsice yaklaşan damadın annesi, adama bir metre uzunluğunda yine ucuca eklenmiş yüzlükleri takıp da amcanın ses gıykkk gıykkk gidip geldikten sonra dedik "işlem tamam abi, bu yıl bunun muhabbeti millete yeter". Velhasıl, vih'li, gı'lı konuşmalar, eltisi gelmiş, yok şu gelmemiş, Ayaşlı-Kırıkkaleli adetleri muhabbetleri, kim ne taktı dedikoduları, halaylar, ortalıkta koşturan gelinlikli kız çocukları, karşılıklı göbek atan makyajlı-türbanlı/karpuz kollu balo elbiseli hatunlar, ritmik ayak danslı "erkekegemenimsi" gençler, höpürdetilen gazozlar, "bi gıymalı pide-ayran yaptırılımış oğğğlll" deyişleri, iyi dilekler, güzel temenniler derken bizim geleneksel ve/veya modern nişan törenimiz de günün son saatine yaklaşırken nihayete erdi.. Geriye, büyükbabacığımın davarevi girişinde kurduğu kocaman salıncakta "kim ayağını çatıya değdirebilecek" yarışı yaptığımız, kocaman leğene su koyup bebek yüzdürdüğümüz, kaş'ta oynarken kim düşer diye endişelendiğimiz, evcilikte "bekriş abla"yla olalım diye kastığımız, amcamın kamerasına "selam ben rabia, selam ben bekriye, eki eki" diye öttüğümüz, onun ergenliğe girişiyle "niye bizimle oynamıyor ki" diye üzülüp sonra biz küçükleri ekmeye başlayınca durumu anladığımız, kısacık sohbetlere sevgili muhabbetleri sıkıştırdığımız, halen az da olsa, duruşması olduğu zamanlarda adliyede karşılaşıp koridorun iki ucundan koşarak sarıldığımız günler kaldı...

09 Ağustos 2007

Kuyu başı kadınları...

Yeni eğlencemiz arka bahçedeki kuyu. Tabii kuyu deyince herkesin aklına böyle dipsiz mipsiz bir şey geliyor ama bizim kuyu biraz postmodern.. İçinde yosunlaşmış büyük taşlar, tenekeler var, dipsiz değil, karanlık hiç değil, ne gizemli ne korkunç, ama adı kuyu. Ve şu aralar bizim buraların en sevileni, su çekildikçe daha da üretiyor, doğurgan, üretken, anaç ve şefkatli. Henüz kimseye zarar vermedi, çocuklar etrafında pır dönse de hiç birini kucağına almadı, habire emziriyor bizi, yorulmuyor, doyuruyor:P Bildiğin anne yani! Biz de kardeşimle, suyumuz bittikçe, alıyoruz minik kovayı ve vileda kovasını (bu mu ki adı?) haydeee gidiyoruz arka bahçemize. Tabii biz yandaki madam lulular gibi, karpuz kollu elbiseler ve geniş şapkalarla değil, kesilmiş kottan şortlarımız, tişörtlerimiz, saç tepeye dolandırılmış, parmak arası terliklerimizle pespaye pespaye, şıpır şıpır gidiyoruz. Allahtan öyle gidiyoruz, çünkü kovayı yukarı çekene dek, gülmekten kopacağız diye sağa sola çarpa çarpa ve yarısını -yannışlıkla tabi- ayaklara döküp zemindeki toprağı çamur şeklinde bacaklara sıvayarak suyu alabiliyoruz. Eve gelince de el-yüz-diş suyumuzu ayakları temizlemek için kullanıyoruz. Tekniği ilerletmek gerek, önce hızla kovayı kuyuya fırlatmak gerek, iyice su alsın diye uzun ağaç parçasıyla kovayı dibe daldırmaya çalışırken kardeşin "ahihihi gözlüğüm düşermiş, hihi" demesini engellemek, çekerken çığlık ve kahkaha atmayı kesmek, ciddiyeti korumak ve de kapıdan çıkarken özenle hazırlanmış "tam tam ta tam ta tam tam, mahsun beni taksime götür nolur gitmem lazım sen götür beni mahsuuuuuuuun" diye avaz avaz bi şarkıyla yola düşmemek lazım...
Param yok!

08 Ağustos 2007

Asabiyim!

Off malum su meselesi.. Sular kesik.. Susuz yaz.. Su hayattır.. türevi cümlelerle başlayıp, ailecek, hatta apartmancak ve hatta mahallecek, ve dahası bence Ankaracak gümbür gümbür küfrediyoruz! Neyse ki, bizim apartman tam bir şen dullar apartmanı olduğundan, çalışma odasının yandan yemişi tadındaki odamızın baktığı apartmanın arka tarafındaki kuyu envai çeşit mahalle kavgalarının nedeni ve tanığı olmakta.. Yani, yıldız savaşlarından aşağı kalır yanı olmayan bir "su savaşları" dönemine girmiş bulunmaktayız, aman yalebbim diyerekten.. Dün biz de ilk kez kuyudan su çektik, çünkü tuvalete kullanacak suyumuz kalmadı. Şimdi ben bu yazıyı yazarken, karşı apartmandaki suratsız teyze ve kocası gizli gizli su çekme telaşındalar.. Yönetici fark etse nasıl kaçacaklar bilmem:) Ayrıca aldığımdan beri "off, vur deyince öldürüyorum ben yav" diye çok büyük olmasından yakındığım musluklu bidonu almakla ne kadar iyi yaptığımı anlamış bulunmaktayız, el-yüz yıkama-diş fırçalama suyumuz halen var. Evet efendim, kontrole devam, başka nelerimiz var? Susuz 4. günümüzde, evimizde muhtemelen bolca mikrop, çamaşır sepetinde birikmiş kirli çamaşırlar, lavaboda birikmiş epey bir bulaşık, aklımızda "bu çiş yapar, bunu yemeyelim, şunu içmeyelim" bilgisi ve ruhlarımızda çaresizlik var, ehuhe.. aman ne komik. Ha tabii en önemlisi anasını, bacısını, emmi oğlunu sağa sola yerleştiren, ihaleleri tanıdıklık aracılığıyla halleden, şelale ve kavşak koleksiyonu gibi özel zevklere sahip, "peki su kesintileri sırasında eskimiş borular basınç nedeniyle zarar görmez mi?" diyen gazeteciye "sizin kadar aklımız yok değil mi, biz düşünemiyoruz bunu" diye cevap veren laf cambazı- ve kast etmeye gerek yok, direkt söylüyoruz hep bir ağızdan haydi bir ki üç- ibne melih diye nam salmış bir belediye başkanımız var. Ha pardon yok, yani şu aralar ortalarda yok. Şu aralar, kriz/seçim yenilgisi/su borusu patlaması sonrası evinden günlerce çıkmayan/çıkamayan, sağ eli koltuğuna yapışmış, sol kulağı kendisine ilişkin söylenenlerde olan politik simalarımız var. "Yeni moda bu galiba" diyeceğim ama hep böyle değil miydi? "Yav bi git defol artık" diyeceğiz lakin, susuz yaz gecelerinde en çok ellerinde çekirdek, ortasında şarıl şurul su akan parklarda dolaşmayı seven ve gazetelere de, "yav çok zorlanıyoruz ama 30 yıl önce de burada su yoktu, su geldikçe de yıkanırız artık" diyen, nitekim nicedir haftada bir yıkanan, durumdan pek de şikayetçi gibi gözükmeyen, "melihsever" vatandaşlarımız var. Bakalım nolcek, kulağımız musluklarda perperişan, bekliyoruz efenim.

02 Ağustos 2007

Pamukkale'nin en çok neyini seversiniz?

Ankara'ya dönüşünü! Hahhayt, Yahya Kemal miyim neyim? Artizin önde gideniyim. Velhasıl, geçen Pazar gecesi, Denizli dönüşü yine böyle hissettim. Bu durum Denizli ile alakalı değil, ben hep böyle hissediyorum. Güzel bir hafta sonu ve sakin, dingin, yarı uykulu yolculuk sonrası şehir merkezine girer girmez duyduğum ambulans sesleri, kornalar, o vakitte bile sıkışık trafik, gözüme çarpan koca jandarma komutanlığı.. Ben bu sesleri, şehrin gürültüsünü, kalabalığını, koşturmacasını, binalarını, meclisin ışıklarını, hacıyolu yokuşunu seviyorum. Uçurumlarını, kurbanlarını, acısını biliyorum. İş dönüşü terliklerimi sürüyerek arşınladığım bozuk kaldırımlarına, basınca içe göçüp içine dolmuş yağmur suyuyla ayaklarımı ıslatan kaldırım taşlarına bile tahammüllüyüm. Uzaktayken de her ne olursa olsun, benim ben oluşuma tanıklık etmiş, yuva olmuş, kucak açmış bu şehri özlüyorum. Her yerde geçiciyim, burada kalıcı. Anlaşıldığı üzere, bu aralar romantik akımdan etkilenmiş vaziyette ortalarda dolanıyorum. Gönüllü psikologluk hediyesi "Ankara Şiirleri" kitabımızdan da bir şiir alalım, tam olsun:
Karanfil Sokağı
Tekmil ufuklar kışladı
Dört yön, onaltı rüzgar
Ve yedi iklim beş kıta
Kar altındadır.
Kavuşmak ilmindeyiz bütün fasıllar
Ray, asfalt, şose, makadam
Benim sarp yolum, patikam
Toros, Anti-tors ve asi Fırat
Tütün, pamuk, buğday ovaları, çeltikler
Vatanım boylu boyunca
Kar altındadır.
Döğüşenler de var bu havalarda
El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem
Ümit, öfkeli ve mahzun
Ümit, sapına kadar namuslu
Dağlara çekilmiş
Kar altındadır.
Şarkılar bilirim çığ tutmuş
Resimler, heykeller, destanlar
Usta ellerin yapısı
Kolsuz, yarı çıplak Venüs
Trans-nonain sokağı
Garcia Lorca'nın mezarı,
Ve gözbebekleri Pierre Curie'nin
Kar altındadır.
Duvarları katı sabır taşından
Kar altındadır varoşlar,
Hasretim nazlıdır Ankara.
Dumanlı havayı kurt sevsin
Asfalttan yürüsün Aralık,
Sevmem, netameli aydır.
Bir başka ama bilemem
Bir kaçıncı bahara kalmıştır vuslat
Kalbim, bu zulümlü sevda,
Kar altındadır.
Gecekondularda hava bulanık puslu
Altındağ gökleri kümülüslü
Ekmeğe, aşka ve ömre
Küfeleriyle hükmeden
Ciğerleri küçük, elleri büyük
Nefesleri yetmez avuçlarına
-İlkokul çağında hepsi-
Kenar çocukları
Kar altındadır.
Hatip Çay'ın öte yüzü ılıman
Bulvarlar çakırkeyf Yenişehir'de
Karanfil Sokağı'nda gün açmış
Hikmetinden sual olunmaz değil
"Mucip sebebin" bilirim
Ve "kafi delil" ortada...
Karanfil Sokağı'nda bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al-al bir yangın şarkısı,
Bakmayın saksıda boy verdiğine
Kökü Altındağ'da, İncesu'dadır.
Ahmed Arif

30 Temmuz 2007

aşk

23 Temmuz 2007

Beymen gezi notları..

Geçen Cuma, Adalet Akademisi'ndeki eğitimin bitimi ve sertifikaları alışımızın ardından, Nevin Hanım'ın Beymen'den 600 YTL civarındaki hediye çekini harcaması esnasında kendisine eşlik etmemizi önermesi, bizim de "Tunalı'da keyif yaparız" diye teklifi kabulümüzle geldik Beymen'e. Kavaklıdere'deki koca Beymen binasına ilk girişimdi. Alışverişe düşkün bir kişilik profili olarak altını üstüne getirmediğim yer pek olmasa da, belki allı-morlu-yeşilli şeyleri daha bir sevişimden kaynaklı olarak vitrinlerinin ilgimi çekmemiş olması, ya da uzaktan bakılsa dahi, kapıdaki "sınır" dikkatimi çektiğinden, girmemiştim daha önce. Velhasıl, Beymen kadını profiline hakim Nevin Hanım önde, biz de üç süklüm-püklüm (Filiz, Arzu ve ben) arkada, içeri daldık ve yukarı katlara tırmanmaya başladık. Tabii tırmandıkça benim gözler faltaşı gibi açılmaya başladı. Şekerim ben böyle şey görmedim: ulen 3500 YTL'ye elbise olur mu laynnnn? Nerede yaşıyor olm bunlar? Bu nasıl bir bütçe? Sen elbiseye bu parayı veriyorsan, mutfak harcaman, seyahat harcaman, eğitim harcaman ne kadardır acep? Bu düşüncelere gark olmuş vaziyette biz üç tıfıl, pamık gibün elbiselere, şifon kumaşlara, fraksiyonel ceket-paltolara dokuna dokuna, tarafımıza ikram edilen içecekleri yudumlayıp Nevin Hanım'a "bu yakıştı, şu olmadı" gibi geridönütler vermek suretiyle 1 saat kaldık orada. Tabii, insana kraliçe gibi davranmaları da ayrı bir durummuş, "bu elbisenin altına şu muhteşem olur" diye koşup gelen eski adıyla tezgahtar, yeni adıyla satış elemanı (böyle mi deniyordu?) kızların elindeki 1500 YTL'lik ayakkabılar, kafam kadar gerdanlıklar... Bu esnada kulağıma çalınan "alooooo, Nur Hanım, yeni sezon Dolce Gabbanalar geldiiiiiii, ahi hihi hi"ler, ortalıkta dolanan kodaman teyzeler, ayağındakini kafasına atsan kıracak yükseklik ve tahtalıkta hatunlar... Ortamı çocuk parkı gibi gören biz ise, bir süre sonra 400 YTL'lik şapkaya "aha len ucuzmuş!" demek suretiyle çoktan algıyı sakatlamıştık bile. Beymencilere selam olsun diyor, başka da bir şey diyemiyorum efem.

19 Temmuz 2007

Hepi börtdey Arzu!

Arzu'nun doğum gününü kutladık bir kaç saat önce. Sudem'de, yanımızda udunu tıngırdatan güzel sesli amcanın nağmeleriyle.. Arzu bir yaş daha büyüdüğü, asıl önemlisi de 30'a merhaba dediği için pek keyifliydik. Aramızda 30'a ilk temas eden, ama aynı zamanda da aramızda en küçük gösteren.. İyi ki doğmuşsun delü ve kımral tavık!:) Seni çok seviyorum, seni çok seviyoruz..
Hah, bu arada neydi? Ingeborg Bachmann'ın "Otuz Yaş"ı okunacak. Ve evet, sıradaki şarkı Arzu için geliyor, la la la la, eller havaya:

17 Temmuz 2007

Yar saçların lüle lüle

Amanın, amma hareketli günler geçiriyorum diye düşünmüş olsam da şu dakika, efenim entellektüel birikimimin verdiği açık yüreklilikle kaleme aldığım şu yazının nihayetinde... Pöfff. İki gündür bana bir şeyler diyenlere, yukarıdaki abla gibi bakıyorum. Benim canım komser kolombo tekniğim. Çok yoruluyorum epeydir, o yüzden düzensiz uyuyorum, düzensiz yaşıyorum, düzensiz yazıyorum, düzensiz konuşuyorum. Uyuyunca ben, hiç telefon çalmasa ya. Koşarak salona, zart diye ahizeyi kaldırıyorum. Sesleri tanımıyorum. Geçen perşembe gecesi güzelce sızmışım. Ta sabaha kadar, bir önceki gün 1-2 saat filan uyumuştum herhal, sabah mıydı bilemicem bi telefon çaldı. Uçarak telefonu açtım. Asliye hukuk mahkemelerinden birinin kalem müdürü, bir manevi tazminat dosyası varmış, cilveli ve düzgün bir konuşmayla, iyi bir psikolog aradıklarını ve benim tavsiye edildiğimi anlatmakta, böyle coşkulu coşkulu, farkındayım biri bir şeyler söylüyor ama ben yarı uykuda galiba kadına aşkım dedim. Utanç içindeyim. Aptallık had safhada şekerim.
Hafta sonu daha kendim gibiydim. Hem hafta sonu Emrah ve Didem evlendiler. Dım tıs dım tıs ve sıklıkla da dingdararung bir müzik eşliğinde herkes coştu, göbecikler atıldı, takılar filan takıldı, tıkınıldı. Didem çok güzel bir gelin, Emrah pek yakışıklı bir damat olmuştu. Yandaki gibi yırtık bir çift olmadıkları, sağlıklı bir evliliğe hazır oldukları, yaklaşık 1 ay önce onlar talep etmeden yaptığım ayak üstü testten de zaten belliydi, hehe:) Beklentiler ortak, hedefler ve hayaller netti. Zaten mutluluk böyle gelen bir şey değil miydi?
Sonra da bana Eskişehir-Tepebaşı'nda otururken pencereden seyretme lüksüne sahip olduğumuz bir düğünü anımsatan harikulade Kafkas danslarıyla bezenmiş bir başka nikah töreni.. Çok değişik ve çok güzel, ve benim umarım yanlış anlamadığım kaçan narin kız-kovalayan haşin erkek konseptiyle çok da özeldi. Çok özendim. Ara ara izlediğim/rastladığım, buz pateni, tango, cimnastik gibi özel yetenek isteyen ve "len keşke ben de yapabilseydim" dedirten her türlü fraksiyonel işe sarktığım gibi, kafkas dansına da bir özendim, pir özendim. O günün gecesi, fasılda da bir güzel içtim, ordan çıkıp, Old bilmemnede de güzelce içmeye devam edince; bir birayla bile çakırkeyif olma ve hatta kafayı bulma, böylece işi ucuza kapatma lüksüne sahip olan ben sınırları zorlayıp hayatımda ilk defa güzel muhabbetin de etkisiyle beş birayı (allaaaam inanmıyorum, tam tamına 5, yazıyla beş) devirince, ertesi gün kendime zor gelebildim. Parça pinçik hatırlıyorum son süreçleri.
En güzeli kızlar burada.. Özlem Finlandiya'dan döndü ve bir haftalığına Ankara'da. Arzu da, benle aynı işi yapan bir insan olarak, canına yandığımın bakanlığı, işe başladıktan 2.5 yıl sonra bize hizmet içi eğitim vermeye karar verdiğinden, Ankara'ya eğitim için geldi. Her sabah, kör vakitte, İncek'te Adalet Akademisi'nin yolunu tutuyoruz. Ben yine her şeye itirazı olan insan modeli, idari hakimine, öğretim üyesine kafa tutuyorum, ters nazarlara maruz kalıyorum, ama bu durumdan mutsuz muyum?: Nayır. Çünkü kızlar buradalar (keşke Aslı da olsaydı:() ve dün gece 2'ye dek Berf, Özlem, Arzu, Zü ve ben muhabbetten muhabbete koştuk. Uzaktayken yaşananları, yaşamlarımıza yeni katılanları, katılımından memnuniyet duyulanları, katılımları kafa karıştıranları konuştuk. Gülüştük, bağrıştık, şaştık, kaldık.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...