kadın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kadın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

08 Mart 2011

08 Mart 2010

Ekmek de istiyoruz, gül de!


Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında
Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara
Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan
Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara
"Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!"

Yürüyoruz yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz
Çünkü hala bizim oğullarımızdır onlar
Ve biz hala analık ederiz onlara
En zorlu iş, en ağır emek
Ve çalışmak doğuştan mezara dek
Ve böyle sürüp gitsin istemiyoruz
Yaşamak için ekmek
Ruhumuz için gül istiyoruz!

Yürüyoruz yürüyoruz kol kola
Saflarımızda ölüp gitmiş arkadaşlarımız
Ve türkümüzde onların kederli "Ekmek!" çığlıkları
Çünkü bir köle gibi çalıştırıldı onlar
Sanattan, güzellikten, sevgiden yoksun
Biz de bugün hala onların özlemini haykırıyoruz
İş ve ekmek isiyoruz
Ama gül de istiyoruz

Yürüyoruz yürüyoruz, yan yana, güzel günler adına
Kadınız, insanız, insanlığı ayağa kaldırıyoruz
Paydos bundan böyle köleliğe, aylaklığa
Herkes çalışsın, bölüşülsün kardeşçe, yaşamın sundukları
İşte bunun için yükseliyor yüreklerimizden
Bu ekmek ve gül türküleri
Ve yineliyoruz hep bir ağızdan
"Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!"

James Oppenheim


08 Mart 2009

Bugün

Kadın

En çok konuştuklarımız en az yazılanlar.
Başta hava..
Psikolojide, havanın bizi nasıl etkilediğine ilişkin araştırmalar bildiğim kadarıyla yok. Güneşli, yağmurlu günlerde ruh halimizin değişkenliği sıradan konuşmalarımızdan öteye gitmez. İklimlerin türümüzün evriminden de öte davranışlarımıza, toplum yapısına etkisi yeni yeni ele alınıyor. Oysa, nice uygarlığın varoluş biçimi, tarihe yön veren kimi
savaşların sonuçları, iklimle de ilgili.
Anne babaların çoçuklarından söz ederken, çocuğumuz yerine, çocuğum demeleri gibi, kendimizle o denli meşguluz ki gözümüz görmüyor benden, bizden ötesini.
Kadınlar erkeklerden nasıl farklı?
Soruş tarzım erkek egemen dünyanın ifadesi. “Erkekler kadınlardan nasıl farklı?” diye sormak, aklımızdan pek geçmez.
Şaşılacak bir şey değil.
Bugün dünya kültürüne egemen Ortadoğu dinlerinin kutsal kitaplarında, tanrı önce
erkeği yaratmış, sonra da, yalnız kalmasın diye kemiğinden parça kopartığı kadını.
Kadın olmak zor.
Türkiye kadına oy verme hakkını başka bir çok ülkeden önce tanıdı. Ama oylarımızla seçtiğimiz yasalarımızı yapmakla görevlendirdiğimiz mebuslardan, `Kaç çocuğunuz var?’ diye sorulduğunda, kız çocuklarını saymayacakları halde, nasıl giyinmeleri konusunda insan hakları adına fetva verenler, zinayı suç saymak isteyen başbakanlar yok mu? Başlık parası ödeyecek gücü olmayan yoksullar Hindistan’da kız çocuklarını öldürüyor. Kuzey Afrika’da, kültüre sahip çıkmak adına haz alma uzuvları duyarsızlaştırılan kızlar sünnet ediliyor. İleri demokrasilerde bile fuhuşa zorlanan kadınlar köleleştiriliyor. Birden fazla çocuk sahibi olmanın yasak olduğu Çin’de de istenmeyen kız çocukları kürtajla alınıyor. Bu ülkenin nüfusunda kadın erkek oranı o denli sarsıldı ki, alışılagelmiş toplum yapısını tehdit eden on milyonlarca kadınsız erkek türümüzün tarihinde bir ilk.
Gene de, 20. yüzyıldan itibaren sosyalist ülkelerin öncülüğünde, kadınların yasalar önünde, erkeklerle eşit haklara sahip olmaları konusunda atılan adımlar bir çok ülkede gündelik yaşantı-mızın artık sorgulanmayan parçası. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü hem nereden nereye gelindiğinin ifadesi hem de süregelen eşitsizliğin.
Ancak eşitlikle farklılık birbirlerini dıştalamamalı.
Kimi çevrelerde eşitlik kavramı, kadın erkek farklarını, kadını kadın, erkeği erkek yapan psikolojik özellikleri incelememizi tabulaştır-mak pahasına putlaştırıldı... Beylik konuşmala- rımıza konu olan erkek ve kadın psikolojileri üzerine kitaplar çoktan yazılmış olmalıydı. Kız çocuğumuz olmadığında hayıflanmıştım kadınları daha iyi tanıyabilme şansımı yitirdim diye. Birbirimizi tanıyacağımıza bireysel ilşjkilerimiz-de saç yoldurtuyor, terapistlere taşınıyor, hem cinsimizle yan yana geldiğimizde, yapay bir samimiyetin dayanışmasıyla, cehaletimizi yansı-tan fıkralarla, genellemelerle cepheleşiyoruz.
Kadınlar daldan dala atlar, erkekler sebatlıdır değil mi?
Araştırmalar kadın beynindeki iki yarım küre arasındaki bağlantıların, erkeklere göre daha yoğun olduğunu, bu nedenle, erkeklerin tek bir faaliyete odaklanırken, kadınların aynı zamanda birden çok şeyi yapabildiğini gösteriyor.
Aramızdaki farkları, türümüzü zenginleştiren, bizi bütünleştiren öğeler olarak görmek
yerine, kadın erkek eşitliğini dogma yaptığımızdan, gözlemlerimizi, düşüncelerimizi, duygularımızı sansürlemeyi tercih ediyoruz.

Gündüz Vassaf

25 Şubat 2009

Kadının adı

Bugün duruşma salonunda, daha önceden raporunu çiziktirdiğim bir çiftin boşanma kararı tutanağa geçirilirken, kararın gerekçesine ilişkin yapılan açıklamalardan edindiğim bilgilere göre;
-evli bir çift, önce detaylara bakalım:
.kadın tecavüzcüsüyle evleniyor
.adam çalışmıyor pek, temizlik vs. işinde çalışan kadının maaşına da el koyuyor
.sistematik fiziksel şiddet var
.kadın dayanamayacak noktada, annesine sığınıyor
.annesi "yuvanı yıkamazsın, sığınma evine git" diyor
.kadın zor durumda, işyerinde tanıdığı ve tek desteği olan başka bir adama sığınıyor.. kaçıyor da diyebiliriz, bohçasıynan.
-Bizim medeni kanun olayı şöyle formüle ediyor: evlilik süresince adam kadını dövdüğü için az kusurlu, kadın sadakatsiz davranıp başkasına kaçtığı için ağır kusurlu.
-Kadının kız kardeşi tanıklık yaparken, "öyle tokat falan da değil, sopayla döverdi" diyor; hakim tutanağa geçiyor: "davalı normal tokat atmazdı, sopayla döverdi".
-Başka bir şey yapamadığımdan; duruşma salonundan, tüm "normal tokat" yiyen kadınlara, oradan sistematik şiddet görenlere, tecavüze uğrayanlara, intihara zorlanan, cinayetlere kurban gidenlere, hepsine, hepimize, adil bir dünya diliyorum. Öfkemi büyütüyorum.

22 Ekim 2008

Regl

Bu gazeteler, bu televizyonlar, bu dünya, bu sözler, bu kürsüler hep erkeklerin. Oysa başlangıçta böyle değildi. Bir zamanlar bir yerlerde kadın savaşçılar vardı. Kadın büyücüler, hükümdarlar ve atlarına binip giden kadınlar vardı. İyi ve kötü kalpliydiler, çirkin ve güzel. Sert bakışlı olanları vardı, şefkatle tutanları. Alçak olanları vardı yücelere ağanları.

Ama kadınlar vardılar çok ama çok önceleri ve onlar neyi nasıl yapacaklarını erkeklere sormazlardı. Neye tapacaklarını, ne giyeceklerini, kiminle sevişip nasıl yaşlanacaklarını kendileri bilirdi.
Ellerinde onları hep oldukları gibi gösteren aynaları vardı. Kadınlığın başlangıcından olgunluğuna, olmuşluktan yanmışlığına her şeyi olduğu gibi anlatan kadınlık bilgileri vardı. Bir kız çocuğu doğduğunda bu bilgiye doğar ve ölümüne kadar bu bilgi sayesinde düşe kalka ama hiç şaşkına dönmeden yaşardı.
Âşık olunca ne yapılır, memelerin çıkmaya başlayınca yeni gelen bu gövde nasıl karşılanır, bacaklarının arasında kan sızdığında bu neyin habercisidir ve erkekler hayatın neresinde durmalıdır.

Talan edilmiş kadınlar
Gövdemizle aramıza erkeklerin uydurduğu tanrılar; ruhumuzla aramıza o tanrıların uydurduğu erkekler girmemişti henüz. Tamdık. Korkularımız bizden daha küçüktü. Eksik olmadığımızı, kendi derimiz içinde kendi evrenimiz olduğunu biliyorduk.
Sonra onlar geldiler. Çok zaman önceydi, korkuyla büzüşmüş erkeklikleriyle, sevgisizlikle ekşimiş kadınlıklarıyla dünyamızı talana geldiler. Bizi ne zaman görseler korkuları geliyordu akıllarına. ‘Kapanın!’ dediler.
Kapatmak yetmedi, ‘Susun!’ dediler. Susmamız yetmedi, ‘Gözümüzün içine bakmayın’ dediler. Biz insan değil, onların korkularıydık bu yüzden yetmediler ne yapsalar. İşte o zaman son emri verdiler. Uydurdukları tanrılara tekrar ettirdiler:
‘Utanın!’ dediler.

İkiye böldüler bizi
Ve biz o gün erkek-tanrıların emriyle utandık. Oluşumuzdan utandık. Erkek olmayışımızdan utandık. Sonra o kadar utandık ki kadınlar bile birbiriyle konuşmaz oldu. Böldüler bizi ve bizim gücümüzden ancak böyle kurtulabileceklerini anladılar:
Utançla bölerek memelerimizden ikiye kalbimizi. Tam ortasına o eksiklik zannını koyarak.
Sonra zaman geçti. Kadınlar o ‘Utan!’ emrini hiç unutmadı. Kıtalar bölündü ve seller karaları değiştirdi ama Kybele’nin içini sıkan tanrılar değişmedi.
Paris sokaklarında barikatlar kuruldu ve Latin Amerika’da dağlardan insanlar aktı şehirlere ama Amazon’un kestiği memesine bakıp alay eden yılışık adamın cahilliği değişmedi.
Çiçek çocuklar dans etti ve aya adamlar gittiler ama Avalon’un büyücülerini kilitlendikleri yerden çıkarmaya kimse cesaret edemedi. Yörük kadınlarının yürüyüp giden, efelenen, erkeği çamurdan yaratan ellerini kimse çivilendikleri yerden çıkarmadı. Ve bizler bunları unuta unuta sustuk.

Regl olan kız kardeşim
Ankara’da bir aile, kızının kadınlığa geçişini, bu dertli baharın başlangıcını, kadınlığın nisan ayını kutladı. Bu kutlama, kadınlığın yası tutulmamış binlerce yıllık katlinin kurbanlarına mezarlarında bir nefes aldırdı. Ben bir nefes aldım. Siz de bir nefes alın. Aramıza bir küçük kadın daha katıldı.
Benim küçük kız kardeşim, kanaya kanaya kadın olunuyor görüyorsun. Ama sakın unutma, o kan temizdir. Çünkü ölümün değil, hayatın başlangıcının işaretidir. Sen hayatsın artık, sen hayat verebilirsin; kan bunun işaretidir.
O kanın kıymetini bil, sakın utanmaya kalkma çünkü o kan tanrılardan bile daha eskidir.
O herkesin sakladığı, utandığı, hakkında fısıldaştığı kan, sadece bizi eksik bırakan tanrıları uyduran adamları yarattığı için günahkârdır. Şimdi kendinle gurur duy.
Eğer ağrı çekiyorsan bil ki dünya senden çıkacak, insanlar senden doğacak. Eğer istersen, eğer bu dünyaya lütfedersen! Bu ağrı, biraz o yüzdendir. Kanına sahip çık, binlerce yıllık koca anaların kanı yerde kalmasın!

Ece Temelkuran

08 Mart 2008

Dünya Emekçi Kadınlar Günü

"Kadın olduğum için bana reva görülen haksız ve insafsız erkek baskısına karşı, benim yaşadığım topraklardan binlerce kilometre öteden bir kadın eli bana uzanıyorsa, başka bir ulustan, başka bir sınıftan, başka bir etniden bir kadın benim derdime derman olmak için harekete geçiyorsa, sorunlarımızı çözmek için en iyi stratejiyi bulmuşuz, en iyi örgütlenmeyi geliştirmişiz demektir."
Şirin Tekeli

06 Mart 2008

Birbirimize Sahip Çıkıyoruz!

Kol kola yürüyemediğimiz bir “kamusal alan” , bizim “kamusal alanımız” değildir!

Bizler inançlı- inançsız, örtünmeyen-örtünen, kadın hak ve özgürlükleri anlayışı içinde "sen varsan ben yokum" demeyen kadınlar olarak;

Başörtülü kadınların; cahil, yobaz, fesat, takiyyeci, fırsatçı, örümcek kafalı gibi sıfatlarla bir "islami robot" imajıyla değerlendirilerek, ırkçı yaklaşımlarla şiddete maruz bırakılmalarına karşı çıkıyoruz. Başörtüsüz kadınların; cinsel meta, teşhirci ya da bir tahrik mekanizması gibi cinsiyetçi yaklaşımlarla değerlendirilmesine karşı çıkıyoruz. Kadınlar arasında yaratılan uçurumların kadınların ezilmesini ve sömürülmesini kolaylaştırdığını biliyoruz. Ve kadınlara uygulanan baskıların üstesinden, ancak barış ortamında, hak ve özgürlüklerin uygulanmasıyla gelinebileceğini düşünüyoruz.

Biz her türlü ayrımcılığın ve adaletsizliğin karşısında olan kadınlar, “kadının yeri kocasının dizinin dibi” anlayışıyla bizleri yok sayan, “genel ahlak” düzenlemesiyle ayrımcılık yapan, kadın özgürlüğüne sınırlar getirmek isteyen bir "er meydanı" olarak devletin kadınlara yönelik her türlü yasağını ve baskısını reddediyoruz. Biz kadınlar; birilerinin bedenimizi modernite, laiklik, cumhuriyet, din, gelenek, görenek, ahlak, namus ya da özgürlük adına denetlemesini istemiyoruz.

"Herhangi birini yok saymak, onu kendi varlığından kuşku duymaya yöneltir"
Hannah Arendt

Biz kadınlar birbirimizden kuşku duymuyor; birbirimize sahip çıkıyoruz!
Çünkü biz kadınlar, farkında olduklarımızla yan yanayız!

http://birbirimizesahipcikiyoruz.blogspot.com/

destek ve imzalamak için: eğer "ben de varım" diyorsanız birbirimizesahipcikiyoruz@gmail.com adresine adınız-soyadınızı yazarak bir mesaj atın.

27 Mayıs 2007

Canına yandığımın erkek-egemen düzeni...

Bu sabah 8'de Gima'nın önündeydim. Sincan'da yine bir çocuk teslimi vardı ve ben de yine ve yeni bir trajediye yelken açmak için "sabahtan penye alma enerjisini nerden buluyor bunca kadın?" dedirtecek kadar işleri gıcır giden seyyar satıcı görünümlü sivil polis olduğunu tahmin ettiğim kişinin arkasında (paranoyak mıyım, neyim) beni alacak kişileri beklemekteydim.
Neyse ki çabucak geldiler ve ön tarafında şeklen son derece hanzo&kro bir muhabbet halinde olan şoför ve avukatın bulunduğu taksinin arka koltuğunda, alacaklı anne ve müstakbel eşinin yanında yerimi aldım.
Hikaye yine içler acısıydı: Kayınvalide ağırlıklı geçimsizlik sonucu eşler ayrılmış, ayrılık esnasında 40 günlük olan Berkcan'ı anne almış, ancak annenin babası "sana bakarım ama çocuğuna bakmam, almayacaksın velayeti" dediğinden, çocuğundan ayrılmak zorunda kalmış, 3 yıl boyunca çocuğunu görebilmek için eski eşi ve kayınvalidesini aramış, telefonlar yüzüne kapanmış, kapılarına gittiğinde "icra ile gelmezsen çocuğu vermeyiz, göstermeyiz" cevabıyla karşılaşmış, icra ile çocuk teslimi sürecine vereceği parayı kazanamadığından ve ailesinden alamadığından, 3 yıl çocuğunu hiç görememiş, nihayet bir sigorta acentesinde işe girmesi ve kendi parasını kazanmaya başlayabilmesiyle ve henüz nişanlandığı müstakbel ve destekleyici eşinin de girişimleriyle Mersin'den Ankara'ya çocuğunu görmek için gelmişti. Velayet babadaydı ve hakkaniyet insanı hakim amca ne amaçla ve ne gerekçeyle olduğu akıl almayacak bir şekilde "anne ile çocuğun her ayın son haftası Pazar günü 10.00-17.00 arasında görüşmesine" diyerek son derece doyurucu(!) ziyaret saatleri düzenlemişti. Yine de Allah razı olsundu, erk ve güç ondaydı, sorgulanabilir miydi, istemese hiç vermeyebilirdi.
Sincan'dan icra memuru Bülent Bey alındı, minicik takside 6 kişi Elvankent'e doğru yola koyuldu. Kapıyı çaldığımızda, önceden tebligat yapılmış olmasına, gelinecek saat belirtilmiş olmasına karşın, atletli bir adam, yaşlıca bir kadın ve ortalıkta çırılçıplak "bıcı bıcı" diye bağıran Berkcan ile birlikte dirençli ve ne hazır ne nazır ev ahalisi kapıda göründü. İçeri salona geçtik. Adam habire pek bir yapmacık "çocuğumun psikolojisi bozulacak, nasıl vereyim şimdi, gelsin 6 yaşında görsün, çocuk alt üst olacak, ben uğraşacam düzeltmek için" diyerek engelleyici tutumlarıyla la havle çektirip, devamlı surette sözümü keserken, banyosunu yapmış Berkcan'ın odaya dalışıyla benim çocuğa yönelişim, babaannenin üstünü giydirirken "çocuğu duvarlara çarpıyordu bıdı bıdı" şeklinde suçlamalarını kesişimle birlikte apar topar çıkılması, babaanneyi anne bilen Berkcan'ın sızlanması, aşağıya birlikte inilmesi, kadının mütemadiyen eski gelinine acayip suçlamalarda bulunması, iki lafından birinin "orospu" olması, tamam siz burada kalın artık deyip, pek bi güzel anlaştığımız Berkcan'ı kucaklayışım, şaşakaldığım bir hızla takside annesinin kucağına verişim, babaannesini arkada gören çocuğun yaygarayı basması, arabada bu kez yine 6 kişi, üstelik bir çocuk üstelik delişmen ve en tizinden bir ağlama sesiyle yola düşüşümüz. Ağlasa mı sevinse mi bilemeyen annenin çocuğunu koklayışı, onun da ağlamaya başlayışı. Zaten sıcak, araba oldu mu tam anlamıyla çingene çadırı!
"Aaa, Berkcan bak park, Berkcan şimdi salıncağa binecek, annesi onu nereye götürecek" diye her türlü şaklabanlığımla çocuğun 2 saniye susuşu ama hemen "salıncağa biimiijeeemmm" diye yaygaraya devam edişi.. Bir yandan gülüyorum, feci sevimli! Çocuk ağladıkça ne yapacağını bilemeyen araba sakinlerine, "ağlasın, alışacak" deyişim, Aliye Rona'dan halliceyim.
AOÇ'ye varışımız, anne, Berkcan ve müstakbel eşi oraya bırakışımız, ardımızda dinmeyen çocuk hıçkırıkları... Sersemleşen kulaklarımla beni Sıhhiye'ye bırakışları.
Yine bitkin, yine yitik eve dönüşüm.
Kadınsan baştan yeniksin. Evlilik kararında senin söz hakkın yok. Kocanı seçemezsin. Boşanmaya karar veremezsin, kırmızı kurdeleyle sarılmış/paketlenmiş beyaz gelinlikle girdin, baban/ağabeyin seni bakire teslim etti, kocan/yeni sahibin seni bakire devraldı, ancak beyaz kefenle o evden çıkabilirsin. Seni göndermeye karar verdilerse, bebeğini ancak, öz baban izin verirse yanına alabilirsin. Zorla bıraktırılınca tartışmasız kötü annesin. Ne oldu denmez sana, anlat denmez, kadınsın, baştan yeniksin. Boşanmaya sen karar veremezsin, seni atmak isterse kocan başından, ailen ancak o zaman sahip çıkar, senin kararınsa boşanmak yaşamla tek başına mücadele edeceksin. Mahkemede bakarlar, gayri ahlaki davranışın var mı diye. Gayri ahlaki davranış ancak kadının yapabilecekleridir. Oysa bunlar erkeğin elinin kiri değil midir? Hem suç erkeğin değil, onun aklını çelen kadındadır. Erkek dediğin netekim topuktan da tahrik olabilir! Boşanınca hemen çalışamazsın. Para kazanamazsın. Ne orospuluğun kalır, ne gözü dışarıdalığın. Yeni düzen kurarsan çocuğunu yanına almayı yeni kocan/sahibin izin verirse aklına getirebilirsin. Ama onun ilk evliliğinden çocuklarına da sen bakacaksın. Hem bakacaksın, hem de "kötü üvey anne" sıfatını en baştan alacaksın. Kadınsan baştan günahkar, baştan sorumlu, baştan yeniksin.

21 Nisan 2007

Mutluluk

Bir saat kadar önce izledim "Mutluluk"u, keyifle.. Töre cinayetleri ve bunlara teşebbüs süreçleri özellikle görsel medyada "pirim" yapmaya başladığından bu yana, bu yayınların bir taraftan sadece cıkcıklayıp vahvahlamaya yaramasından, bir yandan da normalleştirici, duyarsızlaştırıcı bir etki yaratmasından tedirgin olan ben, düzenli takip etmediğim ancak rast gelince bakakaldığım bir kaç dizinin öfletici etkisinden sonra, bugün "mutluluk"la kendime geldim diyebilirim. Kendime gelme çabam, yarın sabah LES'e, ay pardon yeni adıyla ALES'e girecek olmamdan ve bu sınavın yordanamazlığındandı.. Neyse, o başka mevzu. Genelde ağlak olmayışımı bildiğimden, filmin bir kaç yerinde zaptedemediğim, birden iniveren bir kaç damla gözyaşım, hıck, da filmin keyfinden, tadından olmalı.
Köye getirilişinden başlayarak, Meryem'in yaşamından, belki de yaşamına yön veren bir kesiti anlatan film sonrası, adları sadece bir kaç ana haber bülteni ve bir kaç gazete haberinde sadece birer kurban olarak geçen, belki bir kaçı bazı STK'larca (bkz. Uluslararası Af Örgütü- "Güldünya'ya Sesleniş" Mektup Yarışması) dikkat çekilmeye çalışılan, "Güldünya Tören"ler, "Fadime Şahindal"lar, "Sevda Gök"ler, "Şemse Allak"lar'ın, filmde Meryem'in söylediği gibi "bu hayat benim" deyişleri/daha doğrusu diyemeyişleri insanı kendinden utandırıyor...

26 Mart 2007

RED ve kadın üzerine..


Ekim-2006'da yayın hayatına başlayan, yazı işleri müdürlüğünü geçmişte Radikal'deki sivri ve okuması pek keyfili yazılarından tanıdığım Hakan Gülseven'in yaptığı, sistemi reddettiğini ifade ve iddia eden, maalesef yeni yeni keşfedebildiğim aylık yayın organı RED, her Mart ve nedense sadece Mart ayında tüm medyanın yaptığı üzere, kadın ve kadına ilişkin olanlara yer ayırmış.. Şahsi gözlemim, yazıların son derece nitelikli oluşu.. Ataerkil sistemi eleştirirken dahi farkında olmadan ediverdiğimiz ve aslında düzeni nasıl da benimsediğimizi gösteren her hangi bir detay, bu dergideki yazıların hiç birinde atlanmamış.. Bu da yazıları çok kendine özgü, çok "duruş"lu bir hale getirmiş.. E ben de çok keyifle okuyuverdim hepsini bir solukta.. "Kadınım, söyle ben mutlu oldum mu?" ile Ceylanpınar'da kamyonun dereye uçmasıyla ölen kadınlar, kamyona doluşturulup, gün boyu çalıştırılıp, yevmiyesini kocasına teslim ettikten sonra ev işine başlayan kadınlar, "dışarıda" olan ama aslında "içeride"mi olan kadınlar, doğaya atfedilip kişiliksizleştirilen kadınlar, tarih boyunca herhangi bir tehlikenin nedeni oluveren kadınlar, dul olduğu için taciz edilebilirliği mazur görülen kadınlar, en aşağılık ve en rağbet gören küfürlerin namusundan ve cinsel obje olma hallerinden bahsettiği kadınlar, egemen kültürün diliyle hizaya sokulan kadınlar.. Çiğdem Özcan'ın yazısında harika bir tespit: O kadınlar devletin ya da zenginlerin lütfedip yoksullara dağıttığı erzak yardımları için kapıların önünde birbirlerinin üzerine çıkıyorlar, saç saça baş başa giriyorlar. Çünkü erkekler gururlu, erkekler şerefli. Hiç bir erkek iki paket makarna için birbirinin üzerine çıkmaz. Ama kadınlar çıkar, kadın o makarnayı alıp pişirmek zorundadır, yuvayı da makarnayı da dişi kuş yapmak zorundadır. Onur, şeref kadınlar için her zaman lükstür.

08 Mart 2007

Namus Belası...

Ankara’nın dümdüz ilçelerinden birinde, bakımsız apartman binasının önünde taksiden iniyoruz. Girişte, zillerin karşısında isimler yazmıyor, neyse ki açık olan kapıdan içeri dalıyoruz… Girişteki dört dairenin kapısını çalıyoruz, nitekim birinden bir kafa çıkıp, “yönetici şu kat, şu numara” diyor.. Fısıldaşarak merdivenleri çıkıp, yöneticinin kapısını çalıyoruz.. Eşi olduğunu tahmin ettiğimiz sevimli yüzlü bir teyze kapıyı açıyor, karşısında kentli oldukları her hallerinden belli iki kadın..Kim olduğumuzu sorma gereği duymadan bizi içeri davet ediyor, “geliş nedenimizi elimizdeki pembe dosyadan anladı herhalde” diye düşünüyorum.. Tuvaletten yeni çıkmış, eşofmanı üstüne kanepenin kenarına rasgele fırlatılmış pantolonunu geçirmeye fırsat bulamadan sorularımızı yanıtlamaya başlayan yönetici amca, arada komşu dedikodusu tadında lafa giren karısını susturarak objektif biçimde “üst kattaki o aile”den ne gerekçeyle şikayetçi olduklarını detaylıca anlatıyor.. Harekete geçilmesi temennisiyle bizleri uğurlayan yaşlı çifte teşekkür ederek nedense ürkek biçimde iki kat yukarı çıkıyoruz, ve işte “o” zile basıyoruz.. içler acısı bir manzara karşılıyor bizi.. ayakları çıplak, bağrışan iki çocuk.. saçı sakalı birbirine karışmış, kirli paçaları sökülmüş, konuşurken ara sıra istemsizce gülen, muhtemel bir psikotik bozukluk tanılı yaşlı bir baba.. balkondan çamaşır toplarken çocukları ayırmaya çalışan yaşlı bir anne.. ortalık dağınık ve pis.. mevzubahis kadın, yani yaşlı çiftin kızları, yeni işe başlamış, evde yok.. yatak odasında kirli çarşaflar üzerinde oturarak yaptığımız uzun görüşmeler..kapının altından uzatılan resim kağıdına çizdiğim civcivleri boyadıktan sonra, “bi deee, pisi pisi yap” diyen, belki hayatlarında ilk defa ihtiyaç duyduğu gibi ilgilenilen, bağırtıları sessizliğe dönüşen çocuklar.. Mevzubahis kadın, evde olmayan kadın, iki küçük çocuğun anası, yaşlı çiftin en küçük kızları kontrol edilemiyor, hasta, menenjit geçirmiş 2 aylıkken, muhtemel bir sınır zeka; bilmiyor ki anne-babaya vurulmaz, minicik çocuğa tekme atılmaz.. Bilmiyor ki eve yabancı erkek gelmemeli, eve erkek gelirse anne-baba evden çıkarılmamalı, bilmiyor ki saç rengi her gün değiştirilmez, sarının en ahlaksız tonuna boyanmaz, mini etek giyilmez.... Aile darmadağın, dürtüleriyle mi uğraşsınlar menenjitli, erkekler konusunda kıt akıllı kızlarının, yoksa geçim derdiyle mi, yoksa kumar borcu nedeniyle ocağı sönen oğullarıyla mı.. Yoksa 55 yaş sonrası iki küçük çocukla mı.. Ama bu kadın bunu neden yapıyor? Kim para veriyor sevişsin diye ona? Bu kadın bu işi yapıyorsa bir alıcısı yok mudur? Bu kadınsa istenmeyeni/toplumca kabul edilmeyeni yapan, çocuğuna neden küfredilir? Neden bu aileye selam veren aile apartmandan taşınmak zorunda bırakılır? Bu aile nerede yaşayacak? Bu aile elbet bir yerde yaşayacak.. Çocuklar hep kavga edecek, dedeleri oğlunu düşünecek, anneanneleri akıl hastanesinde yatan öteki kızına yanıp duracak.. Apartmanın diğer dairelerinde oturan amcalar-teyzeler, apartmanın namusu konusunda gereğini yapmış olmanın verdiği huzur ve akşam yemeğinin tokluğuyla, televizyonda birilerinin iki hafta sürmeyen seviyeli birlikteliklerini izleyecek, iki çıplak baldır daha görecek, “namussuz” birilerini daha yakın çevreden temizlemenin verdiği dayanılmaz hafiflikle uykuya dalacak..

Yaşasın 8 Mart

ve yine de

bir tadımlık bu ömrün

yarısı bizimdir bu göğün

yani yağmurların okyanus kadar

çoğalmasıdır kadın olmak

toprağın bereketi gibi

ellerinin ayasında tutmalısın yüreğini

ve suya yazı yazar gibi işleyerek aşkı

soluksuz örtülerini yer ile göğün

gergefinde nakışlamaktır kadın olmak


Azime Akbaş/Meral Vurgun

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...