30 Temmuz 2007

aşk

23 Temmuz 2007

Beymen gezi notları..

Geçen Cuma, Adalet Akademisi'ndeki eğitimin bitimi ve sertifikaları alışımızın ardından, Nevin Hanım'ın Beymen'den 600 YTL civarındaki hediye çekini harcaması esnasında kendisine eşlik etmemizi önermesi, bizim de "Tunalı'da keyif yaparız" diye teklifi kabulümüzle geldik Beymen'e. Kavaklıdere'deki koca Beymen binasına ilk girişimdi. Alışverişe düşkün bir kişilik profili olarak altını üstüne getirmediğim yer pek olmasa da, belki allı-morlu-yeşilli şeyleri daha bir sevişimden kaynaklı olarak vitrinlerinin ilgimi çekmemiş olması, ya da uzaktan bakılsa dahi, kapıdaki "sınır" dikkatimi çektiğinden, girmemiştim daha önce. Velhasıl, Beymen kadını profiline hakim Nevin Hanım önde, biz de üç süklüm-püklüm (Filiz, Arzu ve ben) arkada, içeri daldık ve yukarı katlara tırmanmaya başladık. Tabii tırmandıkça benim gözler faltaşı gibi açılmaya başladı. Şekerim ben böyle şey görmedim: ulen 3500 YTL'ye elbise olur mu laynnnn? Nerede yaşıyor olm bunlar? Bu nasıl bir bütçe? Sen elbiseye bu parayı veriyorsan, mutfak harcaman, seyahat harcaman, eğitim harcaman ne kadardır acep? Bu düşüncelere gark olmuş vaziyette biz üç tıfıl, pamık gibün elbiselere, şifon kumaşlara, fraksiyonel ceket-paltolara dokuna dokuna, tarafımıza ikram edilen içecekleri yudumlayıp Nevin Hanım'a "bu yakıştı, şu olmadı" gibi geridönütler vermek suretiyle 1 saat kaldık orada. Tabii, insana kraliçe gibi davranmaları da ayrı bir durummuş, "bu elbisenin altına şu muhteşem olur" diye koşup gelen eski adıyla tezgahtar, yeni adıyla satış elemanı (böyle mi deniyordu?) kızların elindeki 1500 YTL'lik ayakkabılar, kafam kadar gerdanlıklar... Bu esnada kulağıma çalınan "alooooo, Nur Hanım, yeni sezon Dolce Gabbanalar geldiiiiiii, ahi hihi hi"ler, ortalıkta dolanan kodaman teyzeler, ayağındakini kafasına atsan kıracak yükseklik ve tahtalıkta hatunlar... Ortamı çocuk parkı gibi gören biz ise, bir süre sonra 400 YTL'lik şapkaya "aha len ucuzmuş!" demek suretiyle çoktan algıyı sakatlamıştık bile. Beymencilere selam olsun diyor, başka da bir şey diyemiyorum efem.

19 Temmuz 2007

Hepi börtdey Arzu!

Arzu'nun doğum gününü kutladık bir kaç saat önce. Sudem'de, yanımızda udunu tıngırdatan güzel sesli amcanın nağmeleriyle.. Arzu bir yaş daha büyüdüğü, asıl önemlisi de 30'a merhaba dediği için pek keyifliydik. Aramızda 30'a ilk temas eden, ama aynı zamanda da aramızda en küçük gösteren.. İyi ki doğmuşsun delü ve kımral tavık!:) Seni çok seviyorum, seni çok seviyoruz..
Hah, bu arada neydi? Ingeborg Bachmann'ın "Otuz Yaş"ı okunacak. Ve evet, sıradaki şarkı Arzu için geliyor, la la la la, eller havaya:

17 Temmuz 2007

Yar saçların lüle lüle

Amanın, amma hareketli günler geçiriyorum diye düşünmüş olsam da şu dakika, efenim entellektüel birikimimin verdiği açık yüreklilikle kaleme aldığım şu yazının nihayetinde... Pöfff. İki gündür bana bir şeyler diyenlere, yukarıdaki abla gibi bakıyorum. Benim canım komser kolombo tekniğim. Çok yoruluyorum epeydir, o yüzden düzensiz uyuyorum, düzensiz yaşıyorum, düzensiz yazıyorum, düzensiz konuşuyorum. Uyuyunca ben, hiç telefon çalmasa ya. Koşarak salona, zart diye ahizeyi kaldırıyorum. Sesleri tanımıyorum. Geçen perşembe gecesi güzelce sızmışım. Ta sabaha kadar, bir önceki gün 1-2 saat filan uyumuştum herhal, sabah mıydı bilemicem bi telefon çaldı. Uçarak telefonu açtım. Asliye hukuk mahkemelerinden birinin kalem müdürü, bir manevi tazminat dosyası varmış, cilveli ve düzgün bir konuşmayla, iyi bir psikolog aradıklarını ve benim tavsiye edildiğimi anlatmakta, böyle coşkulu coşkulu, farkındayım biri bir şeyler söylüyor ama ben yarı uykuda galiba kadına aşkım dedim. Utanç içindeyim. Aptallık had safhada şekerim.
Hafta sonu daha kendim gibiydim. Hem hafta sonu Emrah ve Didem evlendiler. Dım tıs dım tıs ve sıklıkla da dingdararung bir müzik eşliğinde herkes coştu, göbecikler atıldı, takılar filan takıldı, tıkınıldı. Didem çok güzel bir gelin, Emrah pek yakışıklı bir damat olmuştu. Yandaki gibi yırtık bir çift olmadıkları, sağlıklı bir evliliğe hazır oldukları, yaklaşık 1 ay önce onlar talep etmeden yaptığım ayak üstü testten de zaten belliydi, hehe:) Beklentiler ortak, hedefler ve hayaller netti. Zaten mutluluk böyle gelen bir şey değil miydi?
Sonra da bana Eskişehir-Tepebaşı'nda otururken pencereden seyretme lüksüne sahip olduğumuz bir düğünü anımsatan harikulade Kafkas danslarıyla bezenmiş bir başka nikah töreni.. Çok değişik ve çok güzel, ve benim umarım yanlış anlamadığım kaçan narin kız-kovalayan haşin erkek konseptiyle çok da özeldi. Çok özendim. Ara ara izlediğim/rastladığım, buz pateni, tango, cimnastik gibi özel yetenek isteyen ve "len keşke ben de yapabilseydim" dedirten her türlü fraksiyonel işe sarktığım gibi, kafkas dansına da bir özendim, pir özendim. O günün gecesi, fasılda da bir güzel içtim, ordan çıkıp, Old bilmemnede de güzelce içmeye devam edince; bir birayla bile çakırkeyif olma ve hatta kafayı bulma, böylece işi ucuza kapatma lüksüne sahip olan ben sınırları zorlayıp hayatımda ilk defa güzel muhabbetin de etkisiyle beş birayı (allaaaam inanmıyorum, tam tamına 5, yazıyla beş) devirince, ertesi gün kendime zor gelebildim. Parça pinçik hatırlıyorum son süreçleri.
En güzeli kızlar burada.. Özlem Finlandiya'dan döndü ve bir haftalığına Ankara'da. Arzu da, benle aynı işi yapan bir insan olarak, canına yandığımın bakanlığı, işe başladıktan 2.5 yıl sonra bize hizmet içi eğitim vermeye karar verdiğinden, Ankara'ya eğitim için geldi. Her sabah, kör vakitte, İncek'te Adalet Akademisi'nin yolunu tutuyoruz. Ben yine her şeye itirazı olan insan modeli, idari hakimine, öğretim üyesine kafa tutuyorum, ters nazarlara maruz kalıyorum, ama bu durumdan mutsuz muyum?: Nayır. Çünkü kızlar buradalar (keşke Aslı da olsaydı:() ve dün gece 2'ye dek Berf, Özlem, Arzu, Zü ve ben muhabbetten muhabbete koştuk. Uzaktayken yaşananları, yaşamlarımıza yeni katılanları, katılımından memnuniyet duyulanları, katılımları kafa karıştıranları konuştuk. Gülüştük, bağrıştık, şaştık, kaldık.

11 Temmuz 2007

Şu aralar...

bir acayibim galiba. Böyle bir infilak edesim, yeri göğü dağıtasım, yumruğu çakasım var. Yazdığım cümleyi beğenmeyip silesim, ne "si" takısı ulen bu? diyesim var. Ağzının içine düşecek gibi bakan kırolara, yaz günü iki efil efil şey giydin mi tacizi reva görenlere, oturduğu yerden ahkam kesenlere, konuşamayan dingolara, aptala yatanlara girişsem bu aralar. Şöyle kafayı tutup bir sağa bir sola rüzgarla buluştursam.. Fikirlerim gökyüzünde uçuşmaktalar.. Nolüyo olm bana? Üst üste ve pespembe yığılan raporlardan mıdır, sıcaklardan mıdır, PMS'den PMDD'ye hızlı geçişatımdan mıdır? Bilemedim. Köşeye sıkıştırılan kedi gibiyim, üstüme geleni cırmalıyorum. En son hayırlısıyla bi Umut'u cırmaladım. Bu kadar.

07 Temmuz 2007

Unutmak istemediklerim-2

Sevgili belleğim,
Hayatım boyunca, dün sabahki çocuk tesliminde yaşadıklarımı ve hissettiklerimi; iki yıldan fazladır, boşanma davasıyla başlayıp ceza davalarıyla süren adliye günlerinden ve 2 yıldır çocuğunu görememekten tükenmiş baba C.B.'yi, sabahın kör vakti savcılık aracıyla son gaz eve varışımızı, anne ve ailesi evde oldukları halde kapıyı açmayınca gidip polis alışımızı, eşzamanlı çilingir çağırışımızı, ekiple geri döndüğümüzde, bunca çocuk teslimi yaşantımda ilk defa şahit olduklarımı; çilingirin epey zorlanarak açıp arkasında birilerinin dayandığını anladığımız kapıyı polislerin yüklenerek açmalarını, muhtemelen başka bir komşuya kaçırılan çocuk ve anneyi evin her noktasında arayıp bulamayışımızı, ev hanesindekilerin hepimize ve tüm akrabalarımıza küfredişlerini, dışarı çıktığımızda babanın isyanını, bu sefer bize yönelmiş öfkesini, çilingirin ve şoförün şahit olduklarına şaşkın bakışlarını, bir polis memurunun "ama bak ben de çocuğumu 5 yıldr göremiyorum" diye teselli edişini(!), diğerinin "o gadını yatıracan vereceng zopayı vereceng zopayı" diyerek bana bakıp gülmemi beklemesinden duyduğum mide bulantısını, yarım saat "beni anlamıyorsunuz, ciğer bu ciğer, çocuğum içeride" diye ağlayan babayı arabaya bindiremeyişimizi, camlardan sarkıp bizi izleyen site ahalisini, "yalancısın sen, bıktık artık senden, koca devlet bir serseriyle baş edemiyor mu yav?" diye koşup gelen yöneticiyi, karakol ekiplerince de geçmiş sabıkaları ve son gelişinde çocuğu alamayışında evin camlarını indirişi nedeniyle yakınen tanınan ve zaten "arızalı" damgasını çoktan yemiş olan, ama "baba" olduğu hep unutulan adamın itip kakılarak zorla ekip aracına bindirilişini, icra memuru Mustafa'nın adamı hırpalayacaklarını anlayıp ikna ederek geri savcılık aracına getirişini, hıçkırıkları eşliğinde adliyeye dönüşümüzü unutmak istemiyorum.

06 Temmuz 2007

Pisi

Camlar açık.. Dışarıdan babamın deyişiyle "fang fang" komşu teyze sesleri geliyor, bir de o seslere eşlik eden bir miyavvvv sesi. Kardeşimle haber izlemekteydik, "chp seçim otobüsünde travesti rezaleti" başlıklı, tekrar başlayan miyav sesleri için bir kaç kodaman teyze "kim alıştırdı bu kediyi burayaaaaaaaaaaa?" diye cırlayınca, bir an kardeşimle göz göze geldik, televizyonun sesini sıfırladık, iki gece önce kardeşimin camın kenarına koyduğu yoğurt tabağı ve benim bugün akşam üzeri iş dönüşü burçak'ların camın önünden kediciğin önüne yerleştirdiğim süt kasesini hatırlayıp, pis pis birbirimize baktık, keh keh dedik.

04 Temmuz 2007

Dilencilikte son nokta..

Geçen gün kapısını kırdığımız kadının kızına vasi olmak için çabalayan üvey ağabeyin evine gittik dün de.. Bizi adliyeden aldı ve Yüzüncüyıl'a doğru yola düştük. Sohbet ede ede giderken, ATO'nun oralarda toplanmış minik bir kalabalıkta, içlerinde motosikletli bir genç , iki-üç tane, rengarenk şalvarlı, kapkara suratlı, sırtlarındaki bohçalarının kenarından bebekleri sarkan kadın, ve de 5-6 tane yaşları 3-7 arası değişen bakımsız çocuk gördük. Ne oluyor diye bakarken, "ayvayı yedi çocukcağız" dedi görüştüğümüz adam. Sinirlenerek anlattığı, dilencilikteki son yaratıcılık(!) dudağımı uçuklattı. Otoyol kenarlarında bekleşen bu kadınlar, hızla gelen arabanın önüne çocuklarını itiyorlarmış. Son dakika fren yapıp durabilen ya da hiç durmayıp çocuğa çarpan, zorla duran sürücü, çocuğu hastaneye götürmek için uğraşırken, kadınlar "para ver, senden şikayetçi olmayalım" diyorlarmış. Aynısı, bizim adamın başına da gelmiş. Son dakika önüne mini minnacık bir çocuk ittirilmiş, hemen çocuğu hastaneye götürmüş, baygınmış çocukcağız. "Anne" sıfatıyla onlara eşlik eden kadın da, "para ver abey, şikayetçi olmayalım" diyormuş. Bizim adam doktor olduğundan, epey korkmuş çocukta herhangi bir şey çıkacak mı diye ve bir sürü tetkik istemiş; ancak onu şaşırtan, muayene eden doktorun, aynı çocuğun aynı şikayetle aynı yerde araba çarparak 9. kez gelmiş olduğunu söylemesiymiş. Neyse ki ciddi bir durum yokmuş.
Bu yolla para kazanmak, Yüzüncüyıl-Balgat civarında sıkça gördüğümüz çıplak ayaklı, sapsarı saçlı, kapkara suratlı çocukların sözüm ona "anne"leri arasında epey yaygınmış.
Ağzımız iki karış açık, dinleyekaldık. Her ne olursa olsun, insan çocuğunun yaşamını nasıl bile bile tehlikeye atar? Bunu nasıl yapar? Çocuğunu nasıl sermaye olarak görebilir?
Böyle şaşalarken, yanımdaki adama göz ucuyla baktım. O da iki yıldır, aralarında kan bağı olmayan 11 yaşındaki "kardeş"i gelecekte ayakları üstünde durabilen bir kadın olsun diye çabalıyor, para döküyor, bir yandan banyoda düşmüş 8 aylık hamile karısını apar topar doktora götürüyor; dönüşte, söz verdiği şekliyle, Armada'ya uğrayarak "kardeş"ine drama kitabı alıyor.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...