29 Nisan 2007

Geri dönüşüm kutum boşalsa..


hava çok karanlık,
tabii ki duvar manzaralı evim de..
üstelik pazar..
tv'de rap rap ko(r)kusu..
ayla teyze'den miting yorumları, saniye saniye.
furkan "annaaaneeeee" diye bağırmakta..
giysi dolabım bomboş.
her yer içinden çıkılmış kıyafetlerle bezeli..
dosyaların birinden çorabım bana bakıyor,
"bu günün bir de yarını var?"
bulaşık yıkamalı,
geceyi beklesin raporlar.

25 Nisan 2007

İşteki huzur, mutluluk budur...


İkindi güneşi tepemizde, güneşin bunaltıcı etkisini azaltan hafif bir rüzgar, karşılıklı oturduğumuz masada kahvelerimiz ve dondurmalı, çikolatalı ıslak keklerimiz, telefonumun altında doktor yazısına şükrettiren kargacık bırgacık notlarımın döşendiği teksir kağıtları, uyduruk bir tükenmez kalem.. Babasının birlikte daha çok vakit geçirmek istediği 8 yaşındaki bir kız çocuğunun sınıf öğretmeniyle görüşme halindeyim.
Beysukent otobüsünde okula doğru yol alırken, zihnim, öğretmenle, şimdiye dek başka öğretmenlerle olduğu gibi, öğrenciler sınıfı boşalttıktan sonra orada kısa bir görüşme yapma düşüncesiyle dolu; erkenden okula vardığım için, çıkış zilinin çalmasını beklerken, tuvalet izniyle dışarı çıkan öğrencilerin fırtına gibi tuvalete koşup yine aynı hızla geri dönüşlerine gülmekte, duvarlarda asılı, Hollanda kraliçesi, prensi ve prensesinin okulu ziyaret ettikleri geçtiğimiz Şubat ayına ait fotoğraflara, çocukların resimlerinin serpiştirildiği panolara bakmakta, içeriden "çocuklar sessiiizzzzz!" diye sıklıkla tekrarlanan gür ve oturaklı öğretmen sesini duydukça başımı eğip, mor eteğime, şarlak mavi ayakkabılarıma, baklava desenli, beyaz, liseli kız çorabıma ve hepsi ayrı diyarda uçuşan saçlarıma bakıp "yav keşke daha usturuplu giyinseymişim" diye hayıflanmaktaydım.
Zilin çalması ve çocukların birbirini ezerek dışarı fırlamalarından sonra, öğretmen hanım, gayet sıcak, "gel çocuğum (bana çocuğum demesine sevinsem mi üzülsem mi bilemeyerek), dışarıda hem kahve içelim, hem konuşalım" diyerek yola koyulup, Ümitköy'de bir kafeye kendimizi yerleştirdikten sonra, başladık sohbete, tam 2 saat, birbirimizin ağzından lafı çeke çeke, çocuğun durumunu, anneyi, babayı, davanın esasını konuştuk..
İşte ben böyle anlarda, kahvemden bir yudum, kekimden bir dilim alıp, karşımdakini dinleyip, minik notlar alıp, sorular sorup, cevaplar verirken; mutluluğuna dair kafa yorduğum bilmem kaçıncı çocuğun öğretmeni ya da doktoru ya da psikologu ya da komşusu ya da akrabası ya da bir ebeveyniyle görüşürken, karşımdakinin çabasını, içtenliğini, derdime ortak oluşunu görürken; dışarıda çalışmayı, her gün yeni birileriyle tanışıp, bazen çok iyi dileklerle, yeniden görüşme temennileriyle, bazen "bitlendim mi len aceba" endişesi, baş ağrısıyla ayrılmayı, "home office" olayını, kafama göre çalışma saatlerini, Mamak senin Dikmen benim gezmeyi, kimine ayakkabılarla girip, kiminde kapı önünde çıkararak farklı evlere misafir olmayı, kiminin çayından, kiminin zeytinyağlı dolmasından tatmayı, kimine uyuz olup, kimine hayran kalmayı, bütün evi "evinizi görmem gerekiyor" açıklamasıyla bazen üstünkörü, bazen buzdolabı içine kadar keşfedip ayrılmayı, otobüslerde elde cadılar ajandam, cep telefonum titreşimde randevu almayı, koşturarak ve tabii ki son dakikada rapor vermeyi, velhasıl özgür ve kafama göre takılmayı çok sevdiğimi fark ediyorum.
Bugün yine kendimle temasın doruklarında, Fritz Perls'e saygılarımı sunuyorum...

22 Nisan 2007

When i was just a little girl, i asked my mummyyyyyy

Biraz önce dayımın msn'den gönderip beni benden aldığı, 1986'ya ait olduğunu düşündüğüm bir foto.. Kozmetik reklamlarındaki teyzelere taş çıkartan cildiyle anneannem ve kucağında kuzenim, sağında özlemle çıkması beklenen dişleriyle bendeniz, solunda da böcük kardeşim:) Anneannemlere her gelişimizde, ortalıktaki dantelleri "daha bitirmedim" diye toplayıp sıkı sıkı parmağına doladığı iple zincir çekmeye çalışırdı kendisi, ta o zamanlardan abla emeğine konacağı belliymiş, hehe..
Kardeş Türküler ve Satrpialo keyfi eşliğinde, sanal dünyanın derinlerinden geliveren bu fotoğraf, "sıkı duruyorum", beni annemin ailesinin ilk torunu olmanın verdiği ayrıcalığı doyasıya yaşadığım günlere geri götürüp, orada bir süre dinlenmeye bıraktıktan sonra, Çağlar'ın bu duygulanımlara dair yazısı eşliğinde dağınık ve pis bilgisayar masamın başına geri getirmiştir.

21 Nisan 2007

Mutluluk

Bir saat kadar önce izledim "Mutluluk"u, keyifle.. Töre cinayetleri ve bunlara teşebbüs süreçleri özellikle görsel medyada "pirim" yapmaya başladığından bu yana, bu yayınların bir taraftan sadece cıkcıklayıp vahvahlamaya yaramasından, bir yandan da normalleştirici, duyarsızlaştırıcı bir etki yaratmasından tedirgin olan ben, düzenli takip etmediğim ancak rast gelince bakakaldığım bir kaç dizinin öfletici etkisinden sonra, bugün "mutluluk"la kendime geldim diyebilirim. Kendime gelme çabam, yarın sabah LES'e, ay pardon yeni adıyla ALES'e girecek olmamdan ve bu sınavın yordanamazlığındandı.. Neyse, o başka mevzu. Genelde ağlak olmayışımı bildiğimden, filmin bir kaç yerinde zaptedemediğim, birden iniveren bir kaç damla gözyaşım, hıck, da filmin keyfinden, tadından olmalı.
Köye getirilişinden başlayarak, Meryem'in yaşamından, belki de yaşamına yön veren bir kesiti anlatan film sonrası, adları sadece bir kaç ana haber bülteni ve bir kaç gazete haberinde sadece birer kurban olarak geçen, belki bir kaçı bazı STK'larca (bkz. Uluslararası Af Örgütü- "Güldünya'ya Sesleniş" Mektup Yarışması) dikkat çekilmeye çalışılan, "Güldünya Tören"ler, "Fadime Şahindal"lar, "Sevda Gök"ler, "Şemse Allak"lar'ın, filmde Meryem'in söylediği gibi "bu hayat benim" deyişleri/daha doğrusu diyemeyişleri insanı kendinden utandırıyor...

20 Nisan 2007

Etenşın piliizz!


hani o saçlarınıza taç yaptığım çiçekler,
hani o sarı Börfüm'ün balkon kahvaltıları,
hani Özlemim'in "seri olalım" deyişleri, Arzum'un keyifle tütün sarmaları,
Aslım'ın erken yatışları,
Hodbinim'in üstüme zıplayışları?
nasıl yakalamıştım ulen saçlarınızdan baharı?

Kızlar, 2005-Eylül'den bir Zodiac karesi. Şu gubidik Cuma gecesinde, hepinizi feci özlemiş, meler vaziyetteyim, ez yuu rielayz. Allah bilir siz napiyosunuz? Ben fotoğraflarımıza bakıyorum. Hepsini, her şeyi hatırlamaya ihtiyacım var. Ev toplaşmalarımızı, Net seanslarımızı, Zara çılgınlığımızı, dedikodularımızı, çıkçık hallerimizi, hep birlikte olduğumuz güzel günlerimizi anıyorum, bi güzelleşmiş vaziyetteyim hayırlısıyla..
Özledim ulen!
kımral tavık

19 Nisan 2007

Bir acayip "Kızım Olmadan Asla!" hikayesi...

Bir aydan fazla oldu, şu hikayenin içindeyim. Çok yoruldum, çok daraldım, çok bunaldım. Epey de sinirlendim. "Dil" denen, "kalem" denen gücün alabildiğine perçinlediği bir önyargı, nasıl insanların yaşamını karartıyor, bizzat şahit oldum.
Boşanmış bir kadınsınız.. Beş yaşındaki kızınızı da size vermişler: anne bakım ve şefkatine muhtaç yaşta bulunan müşterek çocuğun... ıvır kıvır. "Pis", "cimri", "megaloman" bir eski eş, üstelik en korkuncu:"İranlı"! Yazın çocuğu alıp İran'a götürüveriyor. Üstelik haber vermeden, üstelik İran'da olduğunu telefonda çocuğunuzun "anne buradaki insanların ne konuştuğunu anlamıyorum" demesinden anlıyorsunuz. Halbuki siz onu gözünüzden sakındınız, öz babası ziyaret saatinde kapıya geldi, "resmi tutanaksız vermem" dediniz, kaçırdınız, kızınıza "baban İranlı, kötü, gitme" dediniz. O pis, üstelik de "İranlı" eski eşiniz babası ölmek üzereyken son dileğinin torununu görmek olduğunu söyledi, vermediniz. Şimdi bu adam tutmuş, "anneannem ölmek üzere, son dileği kızımı görmek, izin vermeyeceğini bildiğim için böyle götürüyorum, getireceğim" diyor. Yapılacak tek bir şey kalıyor. Mahkemeye başvurup zaten 2 yıldır her türlü zorluğu çıkarttığınız baba-kız görüşmesini tümden iptal ettirmek..
İşte tam da bu noktada, hakimler, avukatlar, dilekçeler, ara kararlar, psikologlar, sosyal hizmet uzmanları devreye girip, durumu anlamaya, en doğru kararı vermeye çalışırlarken, akıllardan çıkmayacak anlatımıyla Betty Mahmudi'nin "Kızım Olmadan Asla"sı, orjinal adıyla "Not Without My Daughter"ı, zihnin bir köşesine yerleşmiş, süreç içinde devamlı kıpırdayıp, "hey hatırlasana, ben buradayım" diyor, reklam tabelası ışıkları gibi yanıp sönüyor. Adam İranlı, "İran nasıl bir yerdi? Hah tamam hatırladım, ıyy ne kadar iğrenç, insanlar elleriyle yemek yiyorlar, tek bir delikten ibaret tuvaletleri kullanıyorlar, yıkanmıyorlar, pisler, anlayışsızlar, kökten dinciler"..
İlk ergenlik dönemimde muhtemelen bir kaç kez çok etkilenerek okuyup kendimce bir başyapıt olarak değerlendirdiğim bu kitaba şimdi baktığımda; anne ve kızı Mehtap'ın yaşadıklarının doğruluğu-babanın baskıcı tutumları ve çekilen kişisel acılar bir yana; kitabın anlatımı, vurgulamaları, ardından olayları kitap kadar ayrıntılı yansıtmayıp, kitap-film örtüşmezse uykusuz gecelere gark olan ben gibileri hayal kırıklığına uğratan filminin, İranlıları insan değilmiş gibi gösteren, "batı"ya "doğu"yu ve "doğulular"ı uzak durulması gerekli, her biri duygusuz, yobaz, köktendinci insan güruhu gösterme; Amerika'nın ise ne denli kıvamında özgürlükler diyarı, fırsatlar ülkesi olduğuna yönelik anlatımının, hakiminden-uzmanına nasıl bir önyargı oluşturduğunu, objektifliği nasıl tehdit ettiğini birebir görebiliyoruz.
Siyasi rejiminden, sosyal politikalarına dek her şekilde eleştirilip, eğrisi doğrusu ortaya konabilecekken; sevgili "anne" tarafından bunun devamlı bir etiket olarak her konu başlığında hissettirilme çabası, bizleri isyan ettirmiş olacak ki; altını çize çize, "bu çocuk ne kadar "Türk"se, o kadar da "İranlı"" demeye çalıştık, yazıp anlatmaya çabaladık.
Yaşamını Türkiye'de oturtmuş, gayet sağlıklı, entellektüel bir baba olan bu adamın daha çok başını ağrıtacak bu kadının, "ama o İranlııı!" çığlıkları.. Epey mücadele etmek zorunda kalacak; herkesi, hiç birimizin mecbur bırakılmadığımız şekliyle ırkının ve köklerinin aslında kötü olmadığına iknaya çabalayacak gibi görünüyor.
Önyargılarımızın alt yapısının üstüne, dil-edebiyat gücüyle, medya gücüyle inşa edilen/eklemlenen malzemeler, benliğimizi nasıl da sarıyor, ayrışmayı, tarafsız düşünmeyi ne kadar güçleştiriyor..
Bu aralar kılım annelere, daha doğrusu "anne" ünvanı verilmişlere.

15 Nisan 2007

Pazar akşamları ne anlama gelir?

Pazar akşamları, ben kendimi bildim bileli, acılı zamanlar demek.. Bitmemiş ödevlerdi eskiden, şimdi bitmemiş raporlar.. Eskiden, ki ben o zamanlar dörtgöz ve tıfıl bir çocuktum, pazar günü bir işkence günü, akşamı da bir işkence akşamıydı: özlemle beklenen hafta sonunun güzel Cuma akşamında yatma saati sınırlaması olmadan televizyon keyfi yapmak, o zaman sobalı olan ve benim hem en güzel hem de ergenlik girişinde en asi zamanlarıma tanık olan evimizde, perşembe pazarından alınmış kestane-kebap keyfi, ve elbette benim için en anlamlı olan dizi: Süper Baba, ardından Cumartesi günü, pembe pikeli ranzamızda geç vakitlere dek uyku, uzun uzun kahvaltı keyifleri, öğleden sonra mutlaka ya balık ya da annemin profesyonel olduğu açma börek seansları, yine geç vakitte yatış ve benim ancak Pazar akşamı aklıma gelen ödevlerim.. Zaten tipik bir Türkiye ailesinde yaşanan Pazar günü sanırım, muhakkak sırayla banyo yapılması, annenin merdaneli makinede çamaşır yıkaması, "ne zaman otomatik çamaşır makinesi alıyosun ömeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeer?" diye dellenmesi:), komşumuz Ülker Teyze'nin, tek başına yaşayan orta yaşlı bir kadın olarak her işini bizim evde görebileceğini düşünmesinin annemde yarattığı gerginlik, "anneniz çok yoruldu bugün, yemeği ben hazırlayayım" diye, evinden patlıcanlı-paçalı bir garip yemekler getirmesi, bizim "ıyy, ben burasını yemem" dememize, "gaganıza.." diye başlayan küfürler üzerine babamın "yav Ülker abla çocukların yanında...?" diyerek biz kıkırdarken Ülker Teyze'yi uyarması, havanın erkenden kararmasıyla beraber, aslında Pazartesi'ye ne çok ödev olduğunun hatırlanması.. Ödevlerin başına bir türlü oturulamaması ve arada yeni türeyen kanallarda tekrar yayınlanan bölümlerinde müziğini duydukça içimin bir hoş olduğu, beni "frustration"dan "frustration"a koşturan, o dönem muhakkak ailecek izlenen "Bizimkiler" dizisi.. Gözlerden uyku akarak ödevlerin tamamlanması, yanında işitilen azarlar cabası.
Her Pazar gecesi yatmadan evvel "ya ama aslında çok daha iyi yapabilirdim ödevi, ben en iyisi bir daha son güne bırakmayayım" dediğimi, kendi kendime söz verdiğimi hatırlıyorum.
Şimdi de her Pazar gecesi, "ya aslında daha erken başlamış olsaydım, çok daha kallavi bir rapor olabilirdi bu" diyor, bir dahakine erken başlama sözü veriyorum kendime..
Pazar akşamları benim için, "kendine verilmiş sözleri tutmamanın yol açtığı acılı zamanlar" demek galiba..

14 Nisan 2007

Babamı yeni uğurlamışken..

Dün gece geç bir vakitte babam geldi.. Bu seferki, sürpriz olarak adlandırdığı ama tetkik-kontrol amaçlı bir baskın değildi neyse ki.. Arada yapıyor hala oyle şeyler. Tipik bir üç kız babası olma sendromu olabilir. Hala büyümüş değiliz onun için, hiç de büyümeyeceğiz sanırım... Dün sabahtan Ayaş'a gelip, büyükbabamın ölümünden sonra yapılan değişikliklere ayak uydurabilmek için gerekli bir takım işleri halletti, bu arada gün içinde süren telefon konuşmalarımızda bana Ayaş'taki evde kalacağını söyleyip, 23.30'da da "dırınırınnn!" diye geldi! Mustafa eniştemin miras paylaşımına ilişkin eski defterleri açıp durmasına dayanamayıp zor atmış kendini halamlardan:) Dün bir şey görüşemedik ama bugün iyice bir baba-kız günü yaşadık. Yurttan kardeşim de teşrif etti. Kendi başımıza yaşamaya çalıştığımız dört yıldır, babamın her gelişinde yaşanan süreç bugün aynen tekrar edildi. Önce, bir güzel dedikodu yapıldı, ardından babamın gelişi öncesi iyice zıvanadan çıkmış ev hallerine el atıldı: Teker teker işlevini yitiren ampuller değiştirildi, çalışmayan gece ve masa lambaları tamir edildi. Bu esnada tavanda iş görebilmek için sandalyenin minderi üzerine iki de divan yastığı atarak terlikleriyle bu yığınağın üstüne çıkmış ancak dengesini sağlayamayan hallerine ve "gümlemek" fiilini kullanarak elektriği kesmeye çalışma durumlarına bir güzel kıkırdandı. Sonuç o kadar muhteşem ki, sarı ışık sevdamın her defasında başarısızlıkla sonuçlanması nedeniyle florasana karar vermemiz neticesinde, geç vakitlere dek rapor yazdığım oda adeta bir pideci gibi, bembeyaz ve ışıl ışıl! Sonrasında da deliler gibi yemek yedik elbette, ardından çay-kek-bir adet töre dizisi keyfi ve babamın koparan espri ve yorumlarıyla, kendisini Ceylan Turizm'le Eskişehir'e yolladık.. Kardeşimle, coşkulu geçmesi gerektiği öğrenilmiş bir Cumartesi akşamı, tam tersi vaziyette, küçükken evden giden her misafirin ardından hissettiğimiz duygu ve söylemlerle kalakaldık..
Vaad ettiğinden erken vakitte evden giden babaları, öyle muzip de baksalar, kınıyoruz!

13 Nisan 2007

Kumun Altında-Sous le Sable

Carpe Diem'de film gösterimleri de olacak artık.. İlkini geçen Salı yaptılar.. Çağay Hocam'ın listeye ısrarla mail atıp, altına da "travma ve yas alanında çalışanlar mutlaka gelsinler" deyişinin peşinden ben de gittim gösterime. Yaklaşık 20 kişi, şarap ve pizza eşliğinde François Ozon'un 2000 yapımı filmi "Sous le Sable" izleyip, sonrasında da bir güzel tartıştık.. 25 yıldır evli bir çiftin, yazlık evlerine gidişleri ve adamın kayboluşu-denizde boğularak ölümüyle başlıyor film ve adeta travmatik kayıp yaşayan kişilerin travma sonrası belirtilerini tüm dinamikleriyle birlikte anlatarak devam ediyor. İnkar denen mekanizma nasıl bir şey, gözler önüne seriyor. Arada ortaya çıkan Portishead-undenied tınıları "biraz daha şarap lütfen" dedirtiyor. Çok etkilendim. "İnsana dair hiç bir şey bana yabancı değildi, değil mi?" diyerek filmi, ölüme-ölmek üzere olanlara-geride kalanlara ilişkin kafa yoranlara tavsiye ederim.

Cezaevi Anılarım..

Geçtiğimiz Salı, bizim mahkemede görülen bir boşanma davasının taraflarından biri cezaevinde yatmakta olduğundan, suçu da uyuşturucu bulundurmak, kullanmak ve satmak olduğundan, hakim de dosyayı "hayde Rabia, koş bak, napicaz velayeti, ziyaret saatlerini" diye bana yolladığından, ben de adamı birebir görüp değerlendirmeden içim rahat etmeyeceğinden, sabahın 9'unda, elimde Cumhuriyet Başsavcı Vekili'nce imzalanmış "hanım kızımız cezaevinde görüşme yapabilir, gereğinin sağlanmasına" yazılı izin kağıdım, tahsis edilen resmi plakalı adliye aracıyla düştüm Sincan'daki L2 tipi cezaevi yollarına.. Daha önce de, sanırım geçen yıldı, Ulucanlar'a gitmiş ve cezaevindeki arama-tarama sürecinden haberdar bir insan olarak, sabah evden çıkmadan özenle hazırlanmıştım. "Stajyer misin kızım?" sorularına maruz kalmamak için, daha ciddi görünmek adına, saçlarımı binbir tel tokayla tutturarak özenle yapılmış topuzum, inekçe yalanmış görünümünün verdiği modernlik adına sürülmüş kallavi miktarda saç jölem, yeni aldığım şık ve ütülü pantolonum, Çıkrıkçılar Yokuşu'ndan edinilmiş, muhtemelen kına gecelerinde vs. kullanılan ama benim rengine bayılarak 50 kuruşa aldığım, boynuma doladığım masmavi fularım ve kararında görünse de allığı fazla kaçmış olabilecek makyajım, x-ray cihazında öttüğü bilinen maddelerden ayrışarak, ve ayrıca topuklu ayakkabılarımla, "allaaam ben bi gün böyle hanfendi bi kişilik olabilecek miydim yalebbim?" sözlerinin verdiği duygusal yoğunlukla gelmiştim adliyeye..
Neyse, şöfer Süleyman ağabeyle düştük yola, 1 saat sonra, Sincan denen, ancak Yenikent'in bile epey ilerisinde olan cezaevi kampüsüne geldik. Yabancı filmlerde, sınır kapısı kontrollerindeki gergin saatleri anımsatacak şekilde kapıdaki cendermeler tarafından bi güzel süzülüp, adliyenin aracı enteresan bir dedektörle yavaş yavaş arandıktan sonra, kampüsten içeri girdik... L2 tipinin önünde durduk, ve ben meğer işkencenin ilk ayağı olacak olan kayıt bölgesinden içeri girdim. Önce, girişteki polise ne için geldiğimi anlattım, beni kayıt için başka bir polise gönderdi. Nüfus cüzdanımdaki bilgiler ve ne amaçla geldiğime dair tüm detaylar kayıt altına alındı. Daha ne kadar sürecek bu aceba diye beklerken, önünde konuşlanmış olduğum, bir delik ve iç tarafından kare içinde yuvarlak bir takım işaretler bulunan cihaza, başımı yaklaştırıp, sol gözümü kapatıp, sağ ile sabit bakarak göz kaydımın alınması reca edildi. Cihaz beni yaklaşık 55 kez çok yaklaştın, biraz gel, dur eccik git, sağ yap, sol yap gibi soğuk ve metalik bir sesle yönlendirip göz kaydımı aldıktan sonra; 5-6 yaşlarında mıydım neydim, Uğurlugiller diye bir dizi vardı, hatırlayan hatırlar, oradaki arap bacıya benzeyen ve beni aramak-taramak için sırıtarak bekleyen izbandut bir kadın polise iletilip, bir odaya sokuldum. Dava dosyasını ve müsvedde kağıtlarımı alıp, çantamı dolaba kilitledim. Adı aranmak, içeriği mıncıklanmak olan bir süreçten geçirilerek, üzerimde sim kart, kesici alet, uyuşturucu vs. var mı diye vücutumun her bir noktasına dokunulmak suretiyle arandım. Neyse, atlattık bitti derken, kayıt binasından çıkıp, mahpushaneye doğru, geriden gelen bir saz sesi eşliğinde, türk filmi tadında ilerleyerek, kapıdaki askerlerce karşılandım. Hala aynı sorular, "abicim demin telefon etmediler mi, kapıdan geleceğim diye?, niye bana işkence ediyosunuz uleeeeeeeeeeeen?" derken, tabii içimden; iç kısma alındım. Efenim, deminkiler meğer işkence değil, adeta bir hoşgeldin partisiymiş. X-ray cihazının öte yanında duran yaklaşık 10 adet izbandut polis ya da gardiyan artık her kimseler, kolları birbirine bağlanmış, alaycı bir duruşla; her geçişimde, ki ilkinde bir güzel öttüğüm için, sırasıyla, ayakkabılarını çıkar, ceketini çıkar, yine ötüyosun diye oflayıp (salak mısın sana noluyo, soyunan dökünen benim demek geliyor içimden ama köprü-dayı meselesi) puflayıp, sabah özenle topuzladığım saçlarımdaki tokalar ötüyor diye tüm tel tokalarımı çıkarttırdılar! Tüm saçımı açtırdılar! Papaza dönmüş halde hala her geçişinde öten bana, "buradan ötmeden geçeceksiniz yoksa geçemezsiniz" diyen bir adet baş görevliye, bir yandan dert anlatıp, diğer yandan da kadın polise şunum bunum ötüyor olabilir mi derken, durum tespit edildi efendim: pantolonunuzun kopçası ötüyor hanımefendi!
E ötüyor işte, demek ki ötecek, hah, bildik ki üzerimde acayip bir şey yok, ben geçeyim o zaman, kopça bu napalım, Allah öyle öter yaratmış?!?
Yok, dediler, yassah! E napicam pantolonumu çıkartamayacağıma göre? Cevap hazır: hanfendi kayıt binasına gidin, orada pantolonu ötenlere verilen bir pantolon var, gidin onu giyin, pantolonunuzu da elinize alın, yandaki bölmede değiştirirsiniz.. Yapmayın, gözünüzü seveyim, ühühühüüüüü! Zorla kayıt binasına geri yollandım, "yav keşke Ayaş'ta yazın püfür püfür giydiğim don lastikli şalvarım olsaydı yanımda, aaah ah" derken, arap bacı beni karşıladı ve inanamayacaksınız ama, artık kaç beden bilmiyorum, lacivert, paçaları sökülmüş, çamaşır suyu lekeli, koskocamaaaan bir erkek pantolonunu elime tutuşturup, bir de çengelli iğne vererek, "iğnele düşmesin" diye sırıtarak, "kapıda bekliyorum, sen giyin" dedi.. En yaratıcı küfürlerim eşliğinde artık kaç kişinin giydiği belirsiz, bitli/pireli pantolonu giyip, psikolocik olarak kaşıntıdan ölür vaziyette, askerlerin polislerin önünden geçip, kayıt binasından çıkıp, mahpushaneye geri girdim, Allahım herkes bana mı bakıp gülüyor? Evet, ortamdaki herkes. Yaklaşık 10 izbandutun hepsi, bu pantolon da ötünce, "eeeeh napiyim, artık?" diye sesim sert çıkmış olacak ki, "tamam ablacım, sakin ol" diye bir yandan kıkırdayarak, yok "şöyle kopçayı tut", yok "avucunda gizle cihaz algılamasın" türünden yardımlarla, en sonunda beni ötmeden cihazdan geçirttiler! Gösterdikleri bölmede kendi pantolonumu giydim, ve yine oradaki tek kadın polisçe aranmak adlı-mıncıklanmak içerikli süreçten tekrar tekrar geçirilerek, suyu çıkmış, saçı-başı dağıtmış, tüketilmiş, gözünün feri sönmüş vaziyette, tutukluyla görüşme yaptım!
Allah kimseyi, hapishaneye düşürmesin kardeş..

09 Nisan 2007

Bir baba-kızın "özlemle beklenen gelecek ay"ları...

Cumartesi sabah erkenden çalar saatin sesiyle irkiliyorum. Tek gözümü zorla açarak saate bakıyorum, aman daha 07.30 diyorum, beş dakika sonraya erteleyip, yorganı kafama çekerek, duvara yapışıp uyumaya devam ediyorum. Sanki aradan 1 saniye bile geçmeden ötmeye başlıyor alarm.. Yeryüzündeki bütün çalar saatlerden nefret ediyorum.. Ama hemen kalkmalı, A. Bey'i bekletmemeli.. Kendimden beklenmeyecek bir hızla, 15 dakikada hazırlanarak yalapşap dışarı çıkıyorum (bkz. yoluk saçlarım).. Taksiyle Kızılay'a, oradan Sincan otobüsüne atlayarak, Sincan İcra Müdürlükleri'nin kapısına geliyorum. İcra memuru Mustafa çoktan gelmiş bile, dış kapı açık.. Üçer beşer merdivenleri çıktıktan sonra, Mustafa'yı tutanağı hazırlarken buluyorum. Mustafa'yla çocuk teslimlerine gitmeyi seviyorum. Şimdiye dek gördüğüm icra memurları arasında en güzel çalışabildiğim, işini en iyi yapan, ailelere en güzel yanıtları veren, müdahale etmek istediğim noktada işbirliğine en açık olan, çocuklarla en iyi anlaşan..
Tutanak bitince hızla aşağı iniyoruz. A. Bey, yolun karşısından koşarak bize doğru geliyor.. Bu kez yine farklı bir arabayla gelmiş.. Arabanın arka koltuğuna iyice yerleşiyorum, radyodan bangır bangır "karagümrük yanıyor" diye çığıran, yanık olmaya çalışan ama beceremeyen feci bir erkek sesi yükseliyor.. A. Bey, aynadan gülümseyerek, "nassınız aplacığım?" dedikten sonra Mustafa'yla muhabbete dalıyorlar, Etimesgut'a doğru yol almaya başlıyoruz..
A. Bey'e karşı derin bir hoşgörü besliyorum. Bütün kabalığına, kıroluğuna, sıklıkla eski karısına ettiği, benim gibi küfür koleksiyoncusu ve meraklısı birine dahi "amaneyy, bu nassı küfür dostum?" dedirtecek yaratıcılıktaki küfürlerine rağmen...
Onu yaklaşık 2 yıldır tanıyoruz. Karısından boşandıktan sonra, kızı S.'yi görmek için her ayın ilk Cumartesi gününden bir gün önce, Cuma, icra müdürlüğüne gelerek 200 YTL'ye yakın bir para yatırıyor.. Çünkü karısı ona çocuğu resmi tutanak olmadan teslim etmiyor. Hakimin, çocuğun velayetini anneye verip, babayla "şahsi ilişki" tesis ederken, "çocuk ve baba, her ayın ilk Cumartesi günü sabah 09.00-Pazar günü akşam 17.00, yaz tatilinde 1-31 Temmuz tarihleri arasında birlikte kalacaklar" demesine karşın, anne A. Hanım, kocasıyla hala işi bitmemiş, ona yönelik öfkesini çocuk üzerinden yaşayan, çocuğunu babasına göstermeyerek koz olarak kullanan ve maalesef yasal boşluklardan yararlanarak, dayanaksız biçimde, "icrayla geleceksin" diye direten ve en kötüsü de bu yaptıklarıyla çocuğunu nasıl üzdüğünün farkında olmayan bir kadın... Boşanma sonrası, eski eşler arasında, velayeti alamayan ebeveynin çocukla görüşmesi konusunda sıkıntı yaşanıyorsa, bu durumda çocuk bir haciz malı olarak değerlendiriliyor, canım ülkemde.. Ziyaret saatlerinde, baba alacaklı, anne de "mal"ı vermesi gereken borçlu ya, bu işe icra müdürlükleri bakıyor, infazın adına da "çocuk teslimi" deniyor. AB'ye uyum sürecinde, insan-çocuk-kadın hakları konusunda aniden kafamızda bir ampul yanıverdiğinden de, çocuk bu süreçte örselenmesin diye, sürece bir psikolog (bkz. ben) eşlik ediyor..
Apartman kapısı önüne geldiğimizde, arabadan inip, dört gözle yolumuzu beklediğinden emin olduğumuz S.'yi almak için yukarı çıkıyoruz. Anne, ardından da biz, tutanağı imzalıyor, S.'yle birlikte patır patır merdivenlerden iniyoruz.
Sonra ise, işin en keyifli kısmına geçiyoruz. Mustafa ve ben, muhtemelen yüzümüzde silemediğimiz aptal bir gülümseme, baba-kızın diyaloglarını dinlemeye başlıyoruz. Bir aydır biriktirdiklerini, ağzı kulaklarında bir şekilde babasına anlatma çabası içindeki S., baştan beri kötü giden matematik dersinden aldığı artıyla başlıyor, neden 23 Nisan etkinliklerine katılamadığıyla devam edip, biz inerken hala, toys"r"us'ta oyuncak saksı çiçeklerinin ucuzluğundan dolayı babasını bir kaç tane birden almaya ikna etmeye uğraşıyor.. Hepsini anlatsın bitirsin, babasını 1 ay görmeyecek, telefonla dahi konuşmasına annesi izin vermeyecek.
Kendimi düşünüyorum da, işyerinde, herhangi bir zamanda, babamı birden özleyiveriyor, arayıp, "babacım seni çok özledim" diyorum, o da şaşırıyor, gülüyoruz, kendimi pek güzel, pek özel hissediyorum..
Böyle zamanlarda kafama iyice dank ediyor: Dünya adil bir yer değil.. Dünya adil bir yer değil.. Dünya adil bir yer değil..

02 Nisan 2007

Muhabbet Efsunu..


Bugün öğleden sonra mahkeme kaleminde, şu aralar en sevdiğim nesnelerim arasında ilk üçte yer alan cadılar ajandamı telefonun yanına yerleştirmiş, yarınki görüşme randevularımı almak üzere masalar, bilgisayarlar ve dosyalarla cebelleşmek suretiyle, baronun avukat telefonlarının yer aldığı albümün peşine düşmüşken, zabıt katibi arkadaşların ajandama el atmaları ve eşlik eden kıkırdaşmalarla, bu haftanın büyüsü olan "muhabbet afsunu"nu öğrenmiş bulunmaktayız efendim: "birbirini sevmeyen karı-kocayı barıştırmak için gülsuyunda halledilmiş safran ve karanfil tozu ile bir kağıda tasum, tasum, aysum, aysum, alum, alum, dayum, dayum, sübhane men bizikrihi tetmainnü-l-kulub ya kalbi fulan bini fulane... yazıp birbirini sevmeyen karı-kocanın yastıkları altına koy.":) Kaynak da, "Süleyman el-Huseyni, Kenzül-havas Keyfiyet-i celbve, Akt. A. İnan."..
Şimdi bu bilgiye eriştikten sonra, raporlarımda hakimlere anlatmak için kastığım "duygusal kopuş" gerçekliğine, boşanma evrelerine, evlilik kurumu aksaklıklarına; eşlerle görüşürken kişilik analizlerine, uzun evlilik öykülerine, komser kolombo tekniklerine ne gerek? Dosdoğru bir aktar yolu tutuyoruz mahkemecek, alıyoruz safranımızı karanfilimizi, reçetemizi de gerekçeli karar dolabına istifleyip, gelene göz ucuyla dolabı işaret ediyoruz.. Diğer mahkemeler cebelleşedursun dosyalarla, biz püfür püfür keyif yapıyoruz..
:)
Saat 17.30'a yaklaşırken güzel hayaller kuruyoruz..

01 Nisan 2007

Sevgili Günlük...

Sanırım 6. sınıfta başladım günlük tutmaya.. Orjinal fikirler yerine akıllı kardeşimce hali hazırda düşünülmüş fikirleri benimsemeyi alışkanlık haline getirmiş ben, günlük tutma fikrini de ondan almış, hatta gözü gibi sakladığı, o sıralarda bir ilaç firmasında çalışan dayımın hediye etmiş olduğu ajandalarına/süslü defterlerine bile göz dikmiştim.. İlkin bir ajanda, sonrasında özellikle bu iş için temin edilmiş kıytırık bir kilide sahip bir hatıra defteri, son ve üçüncü olarak yine bir ajanda.. Üçüncü günlüğümün sayfaları bitmek üzereyken de bu blog işi çıktı ortaya.. Tabii ki blog işi günlük tutmaktan epey farklı olarak, içimdeki teşhirci ruhu nasıl temsil ediyor, ona da psikanalitik açıdan (!) bi ara değinmek gerek.. Dün gece evde leyla halde dolanırken, ne zamandır elime almadığım günlüğüme yazmak geldi içimden.. Ama yazmaya başlamadan önce epey bir kurcaladım da, ergenlik ve ardından gelen üniversiteye yeni başladığım zamanlarda ne kadar ebleh/hayalperest/immatür/civelek olduğuma bir kez daha kanaat getirip, bukalemun kişiliğime bir kez daha hayran kaldım:) (öhöm, hem teşhirci, hem narsist!).. Envai çeşit, abuk Dale Carnegie sözleri, kurumuş çiçekler, en yakın arkadaşlara edilmiş kırmızı noktalı küfürler, kimseyle paylaşılamayacak sırlar, edebiyat parçalayarak oluşturulmuş isyankar sözler içeren şiir denemeleri, altlarına düşülmüş "şu gün, şu saat, annemler uyuyor, geç vakit, yağmur yağmakta" notları, yurt odalarında yazılmış abuk mektuplar, önemli günlere ait saklanmış metro kartlarından sakız fallarına kadar, tam anlamıyla bir "tatar takkesi"ni andıran canım günlüğüm.. Son bir kaç yıldır yüzüne sık bakmasam da, benim için pek özel, pek anlamlı.. Gülerek ya da iç geçirerek "of bu ne yaa?" dediğim bir sürü yazıyla, uzak ve yakın geçmişe bir uzanıp geldim dün gece:
"6 Mayıs, 2000
Sinemadan yeni geldik, Julia Roberts ile Tatlı Bela, böğğğk! Yarın babamın KPDS sınavı var, Engürü'ye geliyor. Anneme hediye aldım. Yahoo'dan mail adresim: r_ozbas@yahoo.com. Birileri kendini bir bok sanıyor! Kartaloz karı! Çok söyleme mi dersin bebeğim, hı?"

:)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...