27 Mart 2008

Saçmalardan Seçmeler

Sabah tek gözü yumuk, son bir kaç saattir beş dakika arayla çalan saatin kaç olduğunu anlamaya çalışırken, bir taraftan da nihai teşhisini koymakla meşguldü: anlı şanlısından bir adet depresyon! İçi kararmış, soba kurumu sıvalı cesedini, yani bedenini zor kazıdı yataktan, bilgisayarı açıp ordan banyoya attı kendini. Flashdisk midir ne halttır ona kopyalayıp raporunu, apar topar taksi çağırıp zor bela saat 9 olmadan adliyeye yetişti, fırtına gibi koştuğu dördüncü kat koridorunun sonunda gürültülü bir frenle kendini duruşma salonuna attı, çıktı alacak, abuk subuk bir uyarı yazısı, raporu açmıyo gavır, kafayı masaya vurmak istiyor, mübaşir ona bakıyor, soğukkanlılığı elden bırakmıyor, ulen keşke maile de gonderseydim raporu diye hayıflanarak, omuzları düşmüş halde, kendini adliye dışına atıyor: bir de taksiye binmişti yetişecem diye, gitti gül gibi 5 YeTeLem! diye hayıflanırken, otobüs duraklarına gidiyor, niye gidiyor, duruşmalar esnasında orada olması lazım, istemiyor, evde-yatağında olmak istiyor, uyusun, uyandığında herkes çıksın hayatından, tüm detaylar, tüm sinek vızıltıları, tüm istenmeyen etkiler, tüm yabancı faktörler, zımbırtı hezeyanları çıksın yaşamından istiyor. İsterken kafasına dolu taneleri yiyor, içine buz gibi dolarlarken montunu iliklemek aklına gelmiyor. Karnında pis bir ağrı, tipi kayık, kafası kıyak eve varıyor. Börek yapmaya başlıyor. Peynirli, yeşil biberli, sosisli, cillop gibi, olsun hayal ediyor. Hayal ettiği böreğe çabucak kavuşuyor. Alüminyum folyoya sarmaladığı gibi tombul börekleri, adliyeye koşturuyor, geciktiğinden taksiye atlıyor, yine gidiyor paracıkları, cebini ısıtan kuzucukları. Nevin hanım'ın doğumgünü ya gün, hatun 43'üne basacak, yıldız'ın elmalı kekindeki mumlar üflenirken eller şaklayacak, filiz'in cevizli tavuğuna dalınırken hediyeler saçılacak, tombul börekleri mideye inerken övgüler yağacak. Öyle de oldu, sonra çıktı oradan, bazen hangisinden daha çok nefret ettiğine karar veremediği iki iş arkadaşıyla, zengin Keçiören mahallelerinden birine yola koyuldu, şato gibi, köşk gibi, malikane gibi apartmanların camlarından sofra örtüsü çırpalayan ev sahibesi kadınlara gülümseyerek baktı. Önce karısının kendisini aldattığını ağlayarak anlatan, ama pek de kötü rol yapan bir adamla görüştü, sonra Vildan Atasever'in kapısını çaldı: yelloz mu yelloz, şirret mi şirret bir Vildan Atasever. Ama bu daha kısası, daha tombulu, bi de çocuğu var feci projeksiyon yapan, çıkarken elinden tutup, "evladım bunlar sana yaramaz" diye ana-babasını işaret edip, alıp eve getirip bakıp büyütmek istediklerinden. Geçen sene de Sibel Can'la görüşmüştü. Kadın dramatik bir şey anlatırken, birazdan "bende selülit yok", "şampiyon benim", "Sulhi'yle evliliğim bomba gibi gidiyor" diyecek diye beklemişti, magazin bilgisi dağarcığının feriştahlığından tiksinerek, oysa kadın alevi-sünni evliliğinin baştan hata olduğundan bahsetmekteydi. Neyse ne işte, Vildan Atasever konuştu, konuştu, anlattı, anlattı, içini tümden döktü, kadına çamur at izi kalsın örneklerinden olan bu anneyi ardında bırakıp da kendilerini almaya gelen kocayı Sıhhiye'ye gelene dek inceden azarlayan, baş ağrısından gözü dönmüş şirret psikolog bozması, evine yürürken, "madde kötüye kulanımı kaynağı bul bana" diye başının etini yiyen ve bunu bir kızla tanışmak için araç addeden Barış'ı aradı, "peki" dedi, "malı getircem istediğin yere, söyle nereye?" Işıl ışıl Ahmetler postanesi buluşma yeri biçildi. Eve uğradı, kapkalın psikopatoloji kitabının 13. çeptırında inci harflerle yazılmış substance abuse vb.'nin işe yarar olacağını düşünüp, kitabını koltuk altına sıkıştırdığı gibi, kendini apartmanın dışına attı: zoobe zoobe zoo diye tınılarken Sophia, eeeh dedi, haftalar öncesinden Umut'tan arakladığı ipod'u kurcaladı, ki o en son walkman'de kalmıştı, napsındı? hah! Libya'dan aşağı doğru yuvarlanırken... o yanı pembe hanım, bu yanı pembe! tın tı tın tın derken kanatlandı, sazlar devreye girince, etrafında döne döne uzandı Tansaş'a doğru, davullara gelince sıra, omuzları titretmeye başladı, yaaar yaaar sinemde yara var amman yar! kimse umrunda değildi, sıkıldı sonra kendinden, Barış'ın suratına fırlattı kitabı, bitirdi.

4 yorum:

Serendipity dedi ki...

Rabia yazının anlattıklarına değinemeyeceğim. Sıkma canını oluyo bölye arada bir falan gibi bildik avuntulara hiç girmeyeceğim. Yazı beni dağıttı. Muhteşem olmuş. Müthiş olmuş. İçin dökülmüş resmen! Bayıldım. Tebrik ediyorum!

KuzeyGüney dedi ki...

Canım ağır bir günmüş sanırım.
Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı güzel olsun diyelim o zaman. Didem'e de katılıyorum, üslupta birincisin:)
Dur ben bi arıyım seni. Aha çalıyo telefon, aç bakiiiim.

r dedi ki...

eheh bi kere de sincan teslimine geç kalmıştın. geç derken teslime 15 dk. vardı ve sen daha yeni uyanmıştın. napıcam ben diye zıp zıp zıplıyodun sürekli acele acele hazırlanmak yerine:) 'ay napıcam ay napıcam züüüüüüü!!' mutfaktan fare çıktığında büyükbabamın karşısında yaptığın gibi=) ben de as usual yeni uyanmış, gözde gözlük yok görme yetisi artsın diye gözler kısılmış bi yandan eyvahlanıp bi yandan gülmekten ölerekten tasana ortak oluyodum. yahu ne ösledim seni rabim, yani anılarım azdı bi atla gel şaban be yav. bak böyle espriyi ne o her gün hürmetler ilettiğin iki iş arkadaşın ne ankaradaki cümle alemin yapabilir. kıymetimi bil, bana da börek yap, karın-depresyon ilişkisinden uzak dur, montu ilikle üşüme (anne mode on), tasayı itele ötele cicim..

Umut DURAK dedi ki...

Eskiler bahar yorgunluğu derler. Dışarda kuşlar, böcükler, ağaçlar, çiçekler ve fakat bünyede kış devam. Kedilere baktıkça insan bir hüzne gark oluyor zannımca. Bana niye bahar gelmiyor diye. Netekim geçer, bekleyiz sultanım, mayısa doğru...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...