30 Ağustos 2007

Assos Günlüğü

17 Ağustos, 2007-Cuma
Bu sabah Assos'a doğru yelken açmak için, erkenden (sabah 06.00!) kalkıp, Gökçeada'dan 07.00 vapuruyla ayrılabilmek adına limana koşturduk. "Yav ne iyi yaptık da erken kalktık" keyiflenmeleri eşliğinde yaylana yaylana yol alırken, durakta dolmuş bekleyen insanları, durmaksızın bizi sollayan araçları görünce, bu işte bir iş olduğunu, tek erken kalkanın biz olmadığını nihayetinde anladık ve önümüzdekilere "kaçıl!" diye bağırmak suretiyle, hızlıca, önce liman zannettiğimiz başka bir yola ve sonra hak yolu bulup doğru tarafa seyirttik. Amanın o da ne? Gökçeada'ya gelirkenki gibi, "acaba alacak mı bizi vapur, sığabilecek miyiz?" sorusunu aynen telaffuz etmekte idik. Bu arada delişmen de bir bilet kuyruğu oluşmuştu ki ben de inip, kuyruğun uzunluğuna baktıktan sonra ön tarafa gidip, "arabalar için de mi kuyruğa girmek gerekiyor?" diye gerizekalıca bir soru sorup, "evet, laynnn!" tadında aksi tonda cevaplar eşliğinde kuyruğun sonuna geçtim. Artık tam mı uyanamadım, yoksa zaten mi gerizekalıyım bilemiyiciim ama, insanlar barut fıçısı misali gişede tek memur olmasından ve yavaş ilerlemeden şikayet ederlerken, ben de diyaloglara karışıp, yüksek sesle, önce "yav 6 vapuru için 4'de mi kalkicaz hayret bişi, cık cık cık" dedim (zati 6 vapuru yok ki, dakkasında dank etti ama lafı ettiydik bi kere, önümdeki adam bi dönüp acıyarak bana baktı), sonra da "herkes biletini almadan vapur kalkmaz herhalde" cümlesinde "vapur" yerine "rapor" dedim! Hahhayt! :) Ne salak görünüyodum kimbilir.. Neyse, hemen başa çıkma mekanizmalarımı harekete geçirip, "millet daha uyuyo, annamamıştır işallah kimse" diye düşünüp kendimi avuttum. Kayık de bari, rapor denilir mi ayol vapura? Neyse, sonra şanslı biz sığdık el kadar vapura da, Çanakkale yoluna düştük. Amma velakin, Gökçeada'dan ayrılmayı hiç canımız çekmedi. Gökçeada'dan Çanakkale'ye dönüş için gerekli yolları aştıktan sonra, ver elini Assos! Yine yılan misali kıvrım kıvrım yolları arşınlayıp diğer adıyla Behramkale'ye geldik. Kadırga Koyu'ndaki Dolphin Pansiyon'a yerleştik. Yunus diye bir varlık olmasaymış dünyada isim bulma, tasarım konusunda filan çok acı çekecekmişiz. Her şeyin adı dolphin mi olur kardeşim? Hele yunuslu yüzükleri hiç sevmem. Neyse, bir öncekiyle hemen hemen aynı formattaki pansiyonun hemen önünde yer alan ve koy boyunca sıralanmış her pansiyonca bir takım atraksiyonlarla parça pincik bölünmüş (yok renkli minder, yok işaretli şemsiyeler) kumsalda ikindi vaktine dek yatışşş. Bu esnada, bir adet yer kapma kavgasına tanık oluş. Bir de Ülker Teyze formatında bir teyzenin, bir kıza, yüksek ve kart sesiyle, kız sormadığı halde Cuma günü olması münasebetiyle ibadetini yapıp da plaja indiğini anlatması, elbisesini çıkarıp, mayosunu düzeltirken, "o iş ayrı bu iş ayrı" diye vıdı vıdı konuşurkenki sevimliliği. Sonra bir adet kendine getirici duş ve iskeleye/antik limana gidiş.. Liman çok renkliydi.


Denize nazır bişiyler içtik oturup, sonra da iskele keşfine yöneldik. Arka taraftaki taş otelleri ve "camping"leri çok beğendik, fiyatları da el yakmayan cinstenmiş, soruşturduk, bir dahaki sefere burada kalalım dedik. Sonra ışıklı ortamlarda abuk subuk birbirimizi fotoğrafladık, "siz mi uydurdunuz bunu?" dediğim dondurmacıdan azar da işitmek suretiyle bir acayip dondurma yedik, ağzı burnu çikolataya buladık.


Hava kararmadan o ip gibi yollardan dönelim diye, çok geç olmadan yola düştük, antik tiyatroya, kale kırıntılarına, harika manzaralara şaştık, kaldık. Akşam yemeği saatini yakalayıp, salata tabağındaki marulları, domatesleri uçuran rüzgar eşliğinde balığımızı tırtıkladık. Bira keyfiyle loş ışıkta kitap okuduk. Uyku vakti gelince, odanın duvarında ne aradığını anlayamadığım ve hiç mi hiç hazzetmediğim elöpen denen sürüngeni öldürmeye kıyamayınca (ya da yakalayamayacağımızı anlayınca mı demeli?) pansiyonun sahibini çağırdık. Minnacık sürüngenden korkup kendisini çağırdığımıza gülen ama başarılı bir hareketle penye bir kumaş içine hayvanı hapsederek iki adım ötedeki otların arasına bırakarak "oldu mu len akıllı bıdık?" dedirten sahip, sonra bize sık sık karşılaştığı yılan ve akreplerden bahsederek ve ardından da elindeki spreyi kapı girişine sıkarak uykumuzu açınca rüzgarda epey daha muhabbet ettik. Öğlen, Assos'a ilk geldiğimiz bir kaç saat içinde, sıklıkla birbirimize bakıp "cık! ay Assos böyle bi yer miymiş" abuklamalarımızı artık dillendirmedik, anlaşılan biz burayı da sevmiş, gönülden benimsemiştik...

18 Ağustos, 2007-Cumartesi
Bu sabah kahvaltıda yine bıkbıklayıp, cıkcıkladık. "Yav Ege burası, domatesin üzerine biraz kekik serpersin, üstüne zeytinyağı gezdirirsin" dedik, bu tür işletmelerde bazı ufak detaylara özenmenin hem fiziksel, hem ruhsal ortamı nasıl değiştirebileceğinden dem vurduk, ahkam kestik, tabii birbirimize.. Sahibe teyze biraz sert hatundu, tokatlar filan:P Saat 15.00'e dek yine deniz-güneş-kum üçlüsü ardından, Kaz Dağları'nın büyüsünü ve civardaki eski Rum köylerini keşfetmek üzere yola koyulduk. Bugün çok güzeldi yav. Hayatımda hiç bu kadar oksijene boğulmuş muyumdur, hiç bu kadar yeşile gark olmuş muyumdur, alabildiğince deniz görüntüsüne hapsolmuş muyumdur, ve tüm bunların neticesinde bünyede acayipleşme yaşayıp bu kadar şımarmış mıyımdır? Zım zım sesiyle yola düşüşümüz ve arka taraftaki kamping alanları ve masmavi deniz boyunca Küçükkuyu'ya varışımızın ardından, Adatepe köyüne çıkmadan önce, ilk olarak Zeus Altarı'nda dolandık. Eski adamlar ağızlarının tadını bilmişler, en kutsal saydıklarını en güzel yerlere kondurmuşlar, törenlerini burada yapmışlar. Edremit Körfezi ayaklarımızın altında.


Tanrı Zeus'un Hera'ya burada aşık olmasında fazlaca bir normallik yok mu zaten? Çok güzeldi ta ki Reha Muhtar tadında rahatsızlık verici bir ses tonu ve heyecanla ziyaretçilerin altarı nasıl mahvettiklerini anlatan bir muhabirin susmayacağını ve bu sesi daha fazla çekemeyeceğimizi anlayana dek, yoksa biraz daha kalabilirdik. Ter dökerek tırmandığımız yoldan bu sefer rahatça geri döndük. Bir kaç dakika sonra Adatepe'ye vardığımızda bu kez bizi başka bir sürpriz bekliyordu: taş evleriyle nefis bir görüntü sergileyen sessiz, huzur dolu bir köy.. Her yer zeytin ağaçlarıyla bezeli...


Önce köy meydanında, çiçekli masa örtüleriyle bezenmiş tahta masalara yayılıp, limonata ile serinledik, ardından uzun uzun çay keyfi yaptık.


Sonra köy keşfine çıktık. Ortalıkta çıt yok. Arada bir köpek havlamaları duyuluyor. Güzel güzel evler.. Hüseyin Meral Zeytinyağı ve Sanat Evi'yle burun buruna geldik. Hüseyin Bey olduğunu tahmin ettiğim kibar bir adam, evin içine girmemizi, eşinin henüz gelmiş kişilere üretimle ilgili bilgi verdiğini söyledi. Girdik, ben tabii Anadolu bozkırlarından kopup gelmiş bir çocuk, zeytinyağından ne anlarım? Umut'a kadehte zeytinyağı ikram edildi. Tattı. Bizden hemen önce gelmiş olan, fazla yapay kokan bir entelektüellikle "oğğğ dets veriyyy nağyyysss" diyen ve istese 50 şişe zeytinyağını ABD'ye gönderip gönderemeyeceklerini soran, akademisyen olduğunu tahmin ettiğimiz ve yandan yemiş Einstein modeli saçlarını sağa sola savurup, elindeki kadehi koklayarak bir yandan da eşinin söylediklerine "salak mısın? pışşşııııkkk!" tadında ters cevaplar veren amcaya daha fazla tahammül edemeyip dışarı çıktık. Hüseyin Bey'in, hoş ve kibar eşi, adamın türkçe-ingilizce karışımı sorularına daha ne kadar maruz kaldı bilmem. Ben tabii kapı hastası. Buna bayıldım işte: Çok yaratıcı!


Köyde bir süre daha turlayıp, eski köy ilkokulunun felsefe, edebiyat, sanat seminerlerine ev sahipliğini yaptığı meşhur Taş Mektep'e kadar çıkıp, manzara seyrinin ardından, diğer oksijen/keyif/huzur/zeytin/eski Rum evleri/sıcaklık dolu köye, Yeşilyurt'a yollandık. Oraya da iki misli bayıldık.


Akşam serinliğinde kapı önlerinde oturan ya da kahvede çayını yudumlayan candan köy halkı, erişte, tarhana, reçel tezgahları kurmuş teyzeler, Adatepe'ye oranla daha bakımlı evler... Her zaman olduğu gibi köy meydanındaki çay bahçesinde oturup, "buralara yerleşmeli, vidi vidi vidi" dedik, masadan masaya sevimli ve yaşlı amcalarla sohbetler ettik. Uzun, ince, kıvrımlı yollardan geri dönerek, Athena Tapınağı'nı görmeden gitmeyelim istedik. Farkında olmadan, görülmesi en münasip saatte gelmiştik sanırım, rüzgara direne direne.. Hakikaten, dünyada güneşin en güzel battığı yer burası olabilir mi acaba?


"Ya of yarın dönüyor muyuz yani?" sızlanmalarıyla pansiyona dönüp, salatamızı haşin rüzgarla paylaşmama telaşesi içinde köftelerimizi yuttuk, biramızı yudumladık. Yarın uzun, yorucu ama güzel olacağını umduğum bir yolculuk bizi bekliyor: Assos'tan çıkıp, Edremit Körfezi boyunca ilerleyerek, Altınoluk, Akçay, Ören'i geçip Ayvalık'ta tostlara yumulup, akşam 9'da Ankara'ya doğru yola koyulacağız. Kendim yazdığım "dı oricinıl" bir cümleyle bu tatile veda etmek isterim: Hey Esteban, tatil finito!

5 yorum:

KuzeyGüney dedi ki...

Rabiscim, cok guzel anlatmissin. Seneye biz de Bozcaada'ya gidelim diyoduk, artik bi de Gokceada'ya gecmek lazim.
Ben de yakinda Gökova yazilariyla karsinizda olacagim.
Mucukkk

Adsız dedi ki...

gercekten guzel anlatmısın helal sana:)

bıldırki dedi ki...

Tatilin çok güzel geçmiş bence.Fotoğraflar harika, eski günleri hatırlattılar bana...

Adsız dedi ki...

berfu diye bi arkadaş size rabis demiş isminiz ne bilmiyorum ama çok içten güzel, doğal vs. vs... yazmışsınız.Daha güzel tatiller ve daha güzel yazılarla bu ortamda buluşmak dileğiyle. Çanakkale benim için çok önemli Tarih okuyorum son sınıfım ve tatilden ayrı olarak o toprakların ayrı bi maneviyatının olduğunu düşünüyorum.

Adsız dedi ki...

Yazar cok tesekkurler...

Selamlar Burcu

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...