30 Haziran 2007

Hizmette sınır yok!

Dün sabah, bizim mahkemede görülen, bir annenin elinden kızının velayetinin alınmasıyla ilgili arapsaçı tadında bir davaya görüş bildirmek amaçlı ev ziyareti için, bizim mahkemenin pedagoğu, shu'su ve esas kızı ben, Altındağ'a gittik. Altındağ'ı herkes bilir bilmesine ama kaçımız o gecekonduların arasında dolaşma şerefine nail olduk, bilemiyorum. Mevcut işim münasebetiyle bu bölgelerde sıkça fink atan bir insan olarak, gecekonduların kurulduğu tepelerin önlerindeki otoyollardan geçerken, gündüz cartlak renklerin her tonuna boyanmış tek katlı yıkık dökük "kulübe"lerin ahengi, geceleyin ışıklandığında bir başka güzelliğe dönüşür, bir başka şaşırtır insanı. Ama beni bu bölgelere dair asıl şaşırtan, kartal yuvasından farksız, yukarı tırmandıkça geride kalan ve gittikçe küçülen evler, içiçe avlular, iki adım genişliğindeki dik ve dar yollar, su birikintilerinde çıplak elleriyle oyun oynayan ve kafasını 180 derece çevirerek ağzı açık bakan, çok güzel ama çok sümüklü çocuklar, evlerin açık cam ve kapılarından gelen sabah programlarında çığıran arabeskçi sesleri.. Benim için Altındağ'a ev ziyaretine gitmenin ayrı bir anlamı vardır. Gördüklerime üzülürüm ama sıcaklığını da severim. Bizi adliyeden almaya gelen anne önde, ayaklarımda kaygan sandaletlerim ve biz arkada, tepeleri tırmandık, eve geldik. Pek sevimli ve pek güzel ama maalesef erkekler konusunda kıt/yarım akıllı olan kadın, kapıya iliştirilmiş asma kiliti açmak için çantasında bir kaç dakika anahtar arayıp bulamayıp "nöööruyo len?" tadında seslerle bahçedeki taşların da tek tek altını kaldırıp baktıktan sonra, "anahtar yok" dedi ve gülmeye başladı. "Yalebbim şükür, bu da geldi ya başımıza" diye düşünürken, kadın bir koşu yan komşusunun bahçeye doğru seyirtti ve "fatma ableeeeaaaaeeeeaaaah!" diye bağırarak, "keser var mı keseeeeeeeeeeeeeeeeer?" dedi. Biz ne olacak diye merakla beklerken, komşusundan kaptığı keserle koşarak geldi ve başörtüsünü arkaya kovboy şapkası şeklinde attıktan sonra, keseri pedagogun eline tutuşturdu, "vur abi vur, khgır!" dedi:) İşte o dakika itibariyle ben başka bir faza geçtim ve "nihahohooooo"dan farksız kıkırdamalar eşliğinde, Bülent'in yaklaşık 10 dakika çotank çotank! sesleriyle kapıya vuruşunu ve nihayetinde kırışını izledim. Kilit de kafam kadar olduğu için fazla direndi, hatta keserin başı iki kez döne döne fırladı. Bülent her defasında fırlayan başı, yerden bulduğu tahta parçalarıyla sıkıştırarak ve azimle kapıya yüklenmek suretiyle kilidi kırdı, tabii kapı da, kilit de, kapının pervazı da tümden allaha emanet hale geldi. Hayatım boyunca unutamayacağım bir sahneydi. Ben ve Sibel Hanım'ın eller belde, kadının kahkahaları kulaklarımızda, kapının kırılmasını dört gözle beklerken, Bülent olanca gücüyle elalemin evinin kapısına yükleniyor.. Eve girince "keşkem açamasaydık da bahçede püfür püfür yapsaydık görüşmeyi" demedik desem yalan olur, tabii içimizden, fısıldaşarak.. Zira görüşmeyi, simsiyah yastıklara yaslanmamaya dikkat ederek ama mecburen oturarak, böyle hijyenin h'si olmayan bazı evlerde direkt parmak uçlarımdan başlayarak saçlarıma doğru yükselen kaşınma hissi ve "bitlenip de ya saçlarımı kestirmek zorunda kalırsam, allaaaam!?!" hezeyanıyla tamamladım, üstüne bir de ayıp olmasın diye kadının bir heves yapıp getirdiği kahveyi içtik. Sıcakta nefes nefese tırmandığımız tepelerden indik, "bizi mikroplardan, hastalıklardan koru yalebbim" diye gülüşerek adliyeye geri döndük.

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...