19 Nisan 2007

Bir acayip "Kızım Olmadan Asla!" hikayesi...

Bir aydan fazla oldu, şu hikayenin içindeyim. Çok yoruldum, çok daraldım, çok bunaldım. Epey de sinirlendim. "Dil" denen, "kalem" denen gücün alabildiğine perçinlediği bir önyargı, nasıl insanların yaşamını karartıyor, bizzat şahit oldum.
Boşanmış bir kadınsınız.. Beş yaşındaki kızınızı da size vermişler: anne bakım ve şefkatine muhtaç yaşta bulunan müşterek çocuğun... ıvır kıvır. "Pis", "cimri", "megaloman" bir eski eş, üstelik en korkuncu:"İranlı"! Yazın çocuğu alıp İran'a götürüveriyor. Üstelik haber vermeden, üstelik İran'da olduğunu telefonda çocuğunuzun "anne buradaki insanların ne konuştuğunu anlamıyorum" demesinden anlıyorsunuz. Halbuki siz onu gözünüzden sakındınız, öz babası ziyaret saatinde kapıya geldi, "resmi tutanaksız vermem" dediniz, kaçırdınız, kızınıza "baban İranlı, kötü, gitme" dediniz. O pis, üstelik de "İranlı" eski eşiniz babası ölmek üzereyken son dileğinin torununu görmek olduğunu söyledi, vermediniz. Şimdi bu adam tutmuş, "anneannem ölmek üzere, son dileği kızımı görmek, izin vermeyeceğini bildiğim için böyle götürüyorum, getireceğim" diyor. Yapılacak tek bir şey kalıyor. Mahkemeye başvurup zaten 2 yıldır her türlü zorluğu çıkarttığınız baba-kız görüşmesini tümden iptal ettirmek..
İşte tam da bu noktada, hakimler, avukatlar, dilekçeler, ara kararlar, psikologlar, sosyal hizmet uzmanları devreye girip, durumu anlamaya, en doğru kararı vermeye çalışırlarken, akıllardan çıkmayacak anlatımıyla Betty Mahmudi'nin "Kızım Olmadan Asla"sı, orjinal adıyla "Not Without My Daughter"ı, zihnin bir köşesine yerleşmiş, süreç içinde devamlı kıpırdayıp, "hey hatırlasana, ben buradayım" diyor, reklam tabelası ışıkları gibi yanıp sönüyor. Adam İranlı, "İran nasıl bir yerdi? Hah tamam hatırladım, ıyy ne kadar iğrenç, insanlar elleriyle yemek yiyorlar, tek bir delikten ibaret tuvaletleri kullanıyorlar, yıkanmıyorlar, pisler, anlayışsızlar, kökten dinciler"..
İlk ergenlik dönemimde muhtemelen bir kaç kez çok etkilenerek okuyup kendimce bir başyapıt olarak değerlendirdiğim bu kitaba şimdi baktığımda; anne ve kızı Mehtap'ın yaşadıklarının doğruluğu-babanın baskıcı tutumları ve çekilen kişisel acılar bir yana; kitabın anlatımı, vurgulamaları, ardından olayları kitap kadar ayrıntılı yansıtmayıp, kitap-film örtüşmezse uykusuz gecelere gark olan ben gibileri hayal kırıklığına uğratan filminin, İranlıları insan değilmiş gibi gösteren, "batı"ya "doğu"yu ve "doğulular"ı uzak durulması gerekli, her biri duygusuz, yobaz, köktendinci insan güruhu gösterme; Amerika'nın ise ne denli kıvamında özgürlükler diyarı, fırsatlar ülkesi olduğuna yönelik anlatımının, hakiminden-uzmanına nasıl bir önyargı oluşturduğunu, objektifliği nasıl tehdit ettiğini birebir görebiliyoruz.
Siyasi rejiminden, sosyal politikalarına dek her şekilde eleştirilip, eğrisi doğrusu ortaya konabilecekken; sevgili "anne" tarafından bunun devamlı bir etiket olarak her konu başlığında hissettirilme çabası, bizleri isyan ettirmiş olacak ki; altını çize çize, "bu çocuk ne kadar "Türk"se, o kadar da "İranlı"" demeye çalıştık, yazıp anlatmaya çabaladık.
Yaşamını Türkiye'de oturtmuş, gayet sağlıklı, entellektüel bir baba olan bu adamın daha çok başını ağrıtacak bu kadının, "ama o İranlııı!" çığlıkları.. Epey mücadele etmek zorunda kalacak; herkesi, hiç birimizin mecbur bırakılmadığımız şekliyle ırkının ve köklerinin aslında kötü olmadığına iknaya çabalayacak gibi görünüyor.
Önyargılarımızın alt yapısının üstüne, dil-edebiyat gücüyle, medya gücüyle inşa edilen/eklemlenen malzemeler, benliğimizi nasıl da sarıyor, ayrışmayı, tarafsız düşünmeyi ne kadar güçleştiriyor..
Bu aralar kılım annelere, daha doğrusu "anne" ünvanı verilmişlere.

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...