*YOT: Yaş Odun Terapisi
27 Aralık 2008
Parlak yıldızlardık o zaman
*YOT: Yaş Odun Terapisi
24 Aralık 2008
02 Aralık 2008
30 Kasım 2008
İyi ki doğdum!
Özgürüm kanatlandım, durmadım ayaklandım
Koşup ilerliyorum
İyi ki doğdum, ne güzel bir kadın oldum
Erkekler hep peşimde ama aklım işimde
Sınırı zorluyorum
Kalamam hayatın köşesinde
O zaman neşesi neresinde
Koysalar önüme bariyer de
Öperim.
Edit: Büyükbabam, 5 yıl doldu bugün. Seni çok özlüyorum.
12 Kasım 2008
Görüp, duyup, bilerek..
Çok acı verici tüm bu sahneler.. O kadar bizden, o kadar tanıdık hayatlar kimi zaman anlık hatalar, kimi zaman "bana bir şey olmaz"lara eşlik eden göz göre göre yapılan ihmallerle sönüveriyor. Dün gece Nuri Bilge'nin Üç Maymun'unu izlemiş de gelmiştim, eve dönüşte bunu buldum inbox'ta. Bütün bir dram, bir trafik kazasıyla başlayabilir.
11 Kasım 2008
Filizeyyyy!
Filizey, Yıldız, ben ve Nevin
dört ağız, dört yürek, dört yeminli fişek
adımız bela diye yazılmıştı dağlara taşlara
el tetikte kulak kirişte
ve sırtımız toprağa emanet
acısıyla ovarak üşüyen ellerimizi
yıldız yorgan altında birbirimize sarılırdık
deniz çok uzaktaydı
ve dokunuyordu yalnızlık
gece uçurum boylarında
uzak çakal sesleri
yüzümüze, ekmeğimize
türkümüze çarpar geçerdi
göğsüne kekik sürerdi filizey
tüterdi buram buram
her bir şeyine karışırdık
kardeştik arkadaştan öte
belki bir nikah salonunda yitirdik filizey'i
ateşböcekleriyle bir oldu kırpışarak tükendi
bir narin kelebek gülüşü bırakıp tam ortamıza
kurşun gibi, mayın gibi tutuşarak uçuverdi
oy filizey vahşi bayırların maralı
filizey saçları fırtınayla taralı
sen de gider miydin böyle yıldızlar ülkesine
oy filizey oy esprisi karalı
filizey serin yayla çiçeği
filizey deli dolu heyecan
göğsümüzde bir anlayış kelebeği
filizey ah filizey
artık yenilmiş ordular kadar
eziktik, sahipsizdik
geçip gittik, topuklu ayakkabı ve kırmızı ruj paramparça
gerisi veda duygusu, gerisi sağır sessizlik
geçip gittik, filizey boşluğu aramızda
filizey'i bir yamaçta harnesinden savurdular
yarıp çıkmışken nice büyük ablukaları
omuzdan kayan askı ipleri gibi usulca
titredi ve iki yana süzüldü bacakları.
uçmak bir ısırgan otu gibi sarmıştı her yanını
devrilmiş bir kanattı ayışığında gölgesi
uzanıp bir damla öpücük ile dokunduk yanaklarına
göğsümüzü çatlatırken "tebrikler"in tükenmiş sesi
sanki bir şakaydı bu, birazdan evlenecekti
birazdan nikah memuruna evet! diyecekti
serdar çoktan sadıktı evet'ine ah
o da filizey gibi, kalbi pırpırdı
ey filizey; katran gecelerin heyulası
ey filizey; kancık pusuların belası
sen de böyle evleniverecek kadın mıydın konuşsana
ey filizey ey apartımanı kartal yuvası
filizey mor dağların kaçağı
filizey kara gözleri şahan
zulamda suskun gece bıçağı
filizey ah filizey
biz dört kişiydik
dört dedikodu çiçeği
Filizey, Yıldız, ben ve Nevin
Hamiş 2: Filizim, karabiber gözlüm.. Bir ömür mutluluk!
03 Kasım 2008
Yengelik makamındayım
Öhöm diyorum ama a dostlar, yengeyim diye başıma gelmedik iş kalmadı ayol Bilecik'te. Balıkesir'de kendi evimde ve kendi ailemle gibiydim, gibisi fazla, öyleydim: rahat ve huzurlu, sakin, dingin.. Bilecik'te ise Alice Harikalar Diyarı'ndan halliceydik. Şaka bir yana, el üstünde tutulduk, pek değerliydik ve herkes çok sıcaktı. Lakin akşam yemekler yenip de, kadınlar ki çoğunlukla da bembeyaz yemenileriyle teyzeler, yan dairede yere çömeliverip hazır hale gelince, oğlan kınasının kadınlarca kutlanması süreci de başlamış oldu. Kız tarafından bir ben bir de Didem, e bi de allaan emri Ezgi, her havaya girip döktüren damat İbrahim paşa, teyzelerin ortasında evrildik, büvrüldük! Resmiyet kazanmamış yengeliğimle, ne damadın cim parmağına kına yakmadığım kaldı, ne laptoptan mezdeke ve yenikentli serhat müziklerine tıklamadığım, ne de "aman güzel olduğu kadar becerikli de" gibi gaza getirici sözlere en şirin halimle gülümseyip "ay teyzeciğim" demediğim! Bu arada hayatım boyunca kıvırtmadığım kadar da döktürdüm, yandan yandan.. Teyzenin biri de tepsi çaldı, hüzünlü bir türkü söyledi, tam olduk. Şoray Uzun Yolda misaliydik.
Kına sonrası, Bileciklilerin bir adeti varmış. Gecenin 2'sinde darbukayı eline alıp köyün tüm kapılarını çalıyorsun, herkesten birer tavuk alıyorsun, onları canlı canlı kaynar su kazanına atıyorsun ve tam pişmeden kanlı kanlı yiyorsun, hehe! Sonra da tüfekle havaya ateş açılıyormuş, kutlama yapılıyormuş. Karşımda bunu sevimli sevimli anlatan İbrahim'in büyük dayısının bir maganda olduğunu elbette düşünmedim ama "len çocukların oynadığı top şaşmaz muhakkak kafama gelr, kesin başımdan yaralanırım len ben" diye tırsmadım desem yalan olur. Velhasılı kelam, satıcı erkekler yüzünden plan yarım kaldı, adet yerini bulamadı, fakat superwoman Maksude teyzem gecenin bir yarısı nerden çıktığını anlamadığım enfes leziz tavuklar koydu önümüze de, yine yeniden yidik, içtik.
Bol düğün, bol oyun, bol kahkaha, bol süs, bol püs derken, hatırdan çıkmayacak, tatlı bir yorgunlukla sona eren müthiş bir ezgibrahim faslını da tamamlamış bulunduk.
Rabiyengeniz siz dans ederken, bol inişli çıkışlı (nam-ı diğer "hayat dolu") bir evlilik diler, yanaklardan parfüm aromalı derin bir sevgiyle öper.
28 Ekim 2008
Adalet dediğin...
Diyecek söz var mı?
Vicdan, ıvır kıvır..
Meslek ahlakı, falan filan..
Adalet hak hukuk, hıngır kengir..
27 Ekim 2008
Blogger'ım amannn!
Şimdi, bir sosyal bilimci olarak, bilgisayar ve internetin çok cüzi bir kısmından anladığımı varsayalım. Var saymasak da öyle gerçi ama neyse hadi, sonuçta çoğu şeyi sağdan soldan duyduğumla idare ediyorum. Şimdi, altına ingilizcesi de kondurulmuş şekliylen pek muhterem peace court blogger'a erişim yasağı koymuş. Yani sayfama kimsenin ulaşamayacağı var sayılıyor değil mi? O zaman, blog yazmaya başladığımdan beri inceden hayalini kurduğum şeyi, en ayısından ve ahlaksızından bi küfür savurma işini grçekleştirebilirim: la amuğa goduğumun tireh pirehhhireettiree...! Şimdilik bu kadar yeter. Oh! Pek rahatladım kız! Böyle kendi kendine boşalmak iyi oluyomuş. Maksat bu değil mi zaten? Benim düşündüğümü X, X'inkini Y, onunkini de Z duymasın ki, hafazanallah Z X ile bağlantı kurar, işler çığırından çıkar. Ya da kendimizi bu kadar önemsemeyelim, kendi blogumda yazdıklarım üzerinden gider isem, ulan kime ne benim adliye maceralarımdan, her yere geç kalışımdan, regl takıntımdan, masal'ımdan, nişanımdan? Gerekçeyi görmek istiyorum. Öylesine bir gerekçe olduğunu öngörmek zor değil, ama kim Atatük'e blogunda hakaret etmiş, veya evrim kuramına değinmiş, ogrenelim bakalım.
İşin ağır gelen tarafı, bir justice insanı, hakimlerle çalışan bir gönül kadını olarak, işin az çok iç yüzünü bilerek, daha umutsuz hissetmek. Mesela bu kararı veren hakim, internet ve internet erişimi hakkında ne bilmekte? Zabıt katiplerine "gel şu mesene'yi bi kur yavvvv!"dan öteye geçebilenlerin ellerini hörmetle öpmek istiyorum. Ulaştırma bakanımız da "mahkemeler bu işi bilmiyor, yasal boşluk var, mahkemeler ihtisas mahkemeleri haline geldikçe işler düzelecek" buyurmuş. Yavrum, kınalı kuzum, adama sormazlar mı sen orda ne mok yemeye oturuyon diye? Yahu bu iktidar ve güç sahiplerinin de olay sanki Madagaskar'da yaşanıyormuş gibi sözler etmeleri yok mu, iyice uyuz oluyorum. Evladım güç senin elinde zati, varsa yasal boşluk, doldur boşlukları, ha bakıyın.
Daha diyeceklerim var ama sizin bloglar açılır da benimki ömrü billah kapalı kalırsa diye korkuyom sevgili okur. Yoksam, küfrün bini bir para bende. Ne biçim ruh sağlığı kişisiyim ben ayol? Ahlaksız mıyım neyim? Neyse, yani 657li bi tıfıl memur statüsünde çalışmakta olan bir arkadaşınız olarak, bu ne cürret mealinden bişiler denirse bana, dualarınızı eksik komayın. Hapise atılırsam temiz çamaşır, çorap, cuğara getirin. İşkenceye maruz kalırsam Yıldırım abime habar verin. Ölürsem de kabrime gelmeyin, istemen.
22 Ekim 2008
Regl
Ama kadınlar vardılar çok ama çok önceleri ve onlar neyi nasıl yapacaklarını erkeklere sormazlardı. Neye tapacaklarını, ne giyeceklerini, kiminle sevişip nasıl yaşlanacaklarını kendileri bilirdi.
Ellerinde onları hep oldukları gibi gösteren aynaları vardı. Kadınlığın başlangıcından olgunluğuna, olmuşluktan yanmışlığına her şeyi olduğu gibi anlatan kadınlık bilgileri vardı. Bir kız çocuğu doğduğunda bu bilgiye doğar ve ölümüne kadar bu bilgi sayesinde düşe kalka ama hiç şaşkına dönmeden yaşardı.
Âşık olunca ne yapılır, memelerin çıkmaya başlayınca yeni gelen bu gövde nasıl karşılanır, bacaklarının arasında kan sızdığında bu neyin habercisidir ve erkekler hayatın neresinde durmalıdır.
Talan edilmiş kadınlar
Gövdemizle aramıza erkeklerin uydurduğu tanrılar; ruhumuzla aramıza o tanrıların uydurduğu erkekler girmemişti henüz. Tamdık. Korkularımız bizden daha küçüktü. Eksik olmadığımızı, kendi derimiz içinde kendi evrenimiz olduğunu biliyorduk.
Sonra onlar geldiler. Çok zaman önceydi, korkuyla büzüşmüş erkeklikleriyle, sevgisizlikle ekşimiş kadınlıklarıyla dünyamızı talana geldiler. Bizi ne zaman görseler korkuları geliyordu akıllarına. ‘Kapanın!’ dediler.
Kapatmak yetmedi, ‘Susun!’ dediler. Susmamız yetmedi, ‘Gözümüzün içine bakmayın’ dediler. Biz insan değil, onların korkularıydık bu yüzden yetmediler ne yapsalar. İşte o zaman son emri verdiler. Uydurdukları tanrılara tekrar ettirdiler:
‘Utanın!’ dediler.
İkiye böldüler bizi
Ve biz o gün erkek-tanrıların emriyle utandık. Oluşumuzdan utandık. Erkek olmayışımızdan utandık. Sonra o kadar utandık ki kadınlar bile birbiriyle konuşmaz oldu. Böldüler bizi ve bizim gücümüzden ancak böyle kurtulabileceklerini anladılar:
Utançla bölerek memelerimizden ikiye kalbimizi. Tam ortasına o eksiklik zannını koyarak.
Sonra zaman geçti. Kadınlar o ‘Utan!’ emrini hiç unutmadı. Kıtalar bölündü ve seller karaları değiştirdi ama Kybele’nin içini sıkan tanrılar değişmedi.
Paris sokaklarında barikatlar kuruldu ve Latin Amerika’da dağlardan insanlar aktı şehirlere ama Amazon’un kestiği memesine bakıp alay eden yılışık adamın cahilliği değişmedi.
Çiçek çocuklar dans etti ve aya adamlar gittiler ama Avalon’un büyücülerini kilitlendikleri yerden çıkarmaya kimse cesaret edemedi. Yörük kadınlarının yürüyüp giden, efelenen, erkeği çamurdan yaratan ellerini kimse çivilendikleri yerden çıkarmadı. Ve bizler bunları unuta unuta sustuk.
Regl olan kız kardeşim
Ankara’da bir aile, kızının kadınlığa geçişini, bu dertli baharın başlangıcını, kadınlığın nisan ayını kutladı. Bu kutlama, kadınlığın yası tutulmamış binlerce yıllık katlinin kurbanlarına mezarlarında bir nefes aldırdı. Ben bir nefes aldım. Siz de bir nefes alın. Aramıza bir küçük kadın daha katıldı.
Benim küçük kız kardeşim, kanaya kanaya kadın olunuyor görüyorsun. Ama sakın unutma, o kan temizdir. Çünkü ölümün değil, hayatın başlangıcının işaretidir. Sen hayatsın artık, sen hayat verebilirsin; kan bunun işaretidir.
O kanın kıymetini bil, sakın utanmaya kalkma çünkü o kan tanrılardan bile daha eskidir.
O herkesin sakladığı, utandığı, hakkında fısıldaştığı kan, sadece bizi eksik bırakan tanrıları uyduran adamları yarattığı için günahkârdır. Şimdi kendinle gurur duy.
Eğer ağrı çekiyorsan bil ki dünya senden çıkacak, insanlar senden doğacak. Eğer istersen, eğer bu dünyaya lütfedersen! Bu ağrı, biraz o yüzdendir. Kanına sahip çık, binlerce yıllık koca anaların kanı yerde kalmasın!
Ece Temelkuran
09 Ekim 2008
Yeniden başlarken..
Yazmaz olmuşum.
Evin buza kestiği dondurucu sonbahar akşamlarında battaniyeye sarılmış, gündüz vassaf''a "vay be!" demek isterken, blogumu aklıma getirmez olmuşum! Vay bana vaylar bana!
Bu sabah gestalt terapinin ilk dersinde, lidya salonunda bir o yana bir bu yana yürüyüp, ayaklarımın sonsuzlukta yere bastığını fark ederken ve "kendim geldim" der iken, aklıma geldin be blog!
kaşlarına gurban blog
gülü solana seni ölene dek seveceğim blog
şoforsun dediler kız vermediler
ya benimsin ya kara toprağın blog.
20 Eylül 2008
Gavur İzmir
Hikaye, benim Balıkesir'e gitmem ve Umut&anne&baba ile yapılan sabah kahvaltısı sonrası İzmir yollarına düşmemizle başladı.
İlk durak Selçuk idi. Sıcaaaaaaaaaaaaaaak diye ciyak ciyak geçen bir seyahat.
Bi miktar dinlenme ve Şirince..
Şirince'ye bayıldım. Bayılmamda, Sevan'ın Müjde'ye ettiği ve aile içi şiddetle haşır neşir bir insan olarak bu konu üzerine yapılan tartışmalarımızın mistik bir etkisi var mıdır, bilemen. Köye girişteki sıcak görüntülerden daha sıcağı, köyün içine dalışımız ve teyzelerle samimi sohbetler edişimiz, köpek havlamalarından tırsışımız (malum, travmam var), tabi ki kiliseyi dolanışımız, bol foto çekişimiz ve köyün öğleden sonraki en mahmur hallerine tanık oluşumuzdu.
Artemis tapınağı, Meryem Ana Evi, müze, Selçuk, Şirince, kabak çiçeği dolması, şimdi aklıma gelmeyen pek çok detay derken... Alaçatı.. Alaçatı'ya da bayıldım.
Bir akşam da Ernur'ların yazlığına gittik ve enfes bir mangal partisinin tam ortasında bulduk kendimizi. Hem yiyecekler, hem içecekler, hem rüzgar ve hem de Ernurların hiper histrionik ve ishal köpekleri Kontes unutulmazdı:)
13 Ağustos 2008
Eskişehir'deyim..
Alışveriş yaptık dediysem, seçtik ve ayırttık. Ve şöyle dedik: babamız yarın gelip ödiycek! Alışverişe bayılıyoruz biz, bizim ailenin hatunları olarak.
Espark'a bizzat Zara Home için uğradık. Orada "babam gelip ödicek" raconu geçerli olmadığından, zati bişiy almadık. Dikiş-nakış eksperi annemle "hmmm bunu şöyle işlemişler", "ay bak şuna şöyle kenar geçmişler" diye, itiraf ediyoruz, model-desen çaldık, kimi şeyleri zihnimize fotokopiledik. Gerçi ben hepisini şu an unutmuş vaziyetteyim ama annem kesin hatırlıyodur.
Dönüşte, çok pek çok yürümüş olduğumuzdan enerji depolamak için almak durumunda kaldığım diet kolamı içe sallaya annemlerin peşinden uyuz uyuz ayaklarımı sürükledim. Ve tabii Hava Hastanesi'ni geçer geçmez Vişnelik'in meşhur Çarşamba pazarına daldık. Annem haftalık alışverişini kavun-karpuz demeden tamamlarken, ayyyyy kimi göreyim? Liseden çok sevgili coğrafya öğretmenim Sema Sayan da pazar arabasını sürükleyerek alışveriş modunda yürüyor olmasın mı? (olmasın, cümleye bak). 98'de mezun oldum EAL'den. 10 yıl olmuş görmeyeli onu. Direkt hatırladı beni, sarıldık, hoşbeşleştik. Pek değerli bir öğrencisiydim. Lise 2'de sınıfın kutsal ineği ve onur kurulu üyesi olarak, girdiğim ilk sbs'den öyle düşük coğrafya neti çıkarmıştım ki, herkes bu konuda dıdı bıdı ederken o net bir sesle "rabia'nin kuramsal açıdan bir eksiği yok, sadece test tekniğ eksik. Onu da tamamlar" diye bana bir ton gaz vermiş ve kalbimin en nadide köşesine yerleşmişti. Cınııımmm!
Sema Hocam, neler yaptığımı sordu. "Psikolog oldum ben!" dedim pür neşe. Mat-fen'deymiş artık. Uygun zamanlarını söyledi. Mutlaka beklediğini, görüşeceğimizi ısrarla yineledi. Görmeye gideceğim onu.
"Ay çok güzel koktu!" diyerek şefşef, maydonoz, üzüm, ekşi elma ne varsa pazar arabasına dolduran annemin peşinden sürükledim yine kendimi eve.. Hif yaz okulundan güzel notlarla geçmiş derslerini, onu öğrendik. Sonra yemek yedik. Şimdi de çay içicez.
Resim: Zü'den bir Odunpazarı çekimi. Kendisini özlediğimizi belirtiyoruz buradan. Bir hüp de onun için çekiyoruz.
30 Temmuz 2008
Saz mevsimi
1. yüksek lisanstan sevgili arkadaşım Çiğdem'in nikah + düğününe,
2. pek sevdiklerim Bilge ve Özge'nin nişanına,
3. e bi zahmet kendi nişanıma,
4. geçen yaz Ayaş'ta nişan törenine de katılmış bulunduğum ikinci dereceden kuzenim Bekriş'in düğününe,
5. Umut'un iş arkadaşı Murat'ın düğününe,
6. Kuzenim Aydan'ın kına gecesine + düğününe, katılmış bulunmaktayım.
Evdeki bir takım tadilat işleri nedeniyle işyerinden arkadaşım Volkan'ın davullu zurnalı düğününe katılamadığım gibi, şehir dışında bulunacağım gerekçesiyle 5. yurttan oda arkadaşım Özgeciğimin düğününe de katılamayacağım. Eskişehir'de olduğumuzdan katılamadığımız, Bilgelerin nikah kutlamasını da sayarsak etti mi sana bir yaz mevsimi içinde 9 adet kutlama! Bu 9 adet kutlama, her biri öncesinde "allaaam ne giysem?" derdi, "yok yok bi fön çektirsem iyi olur" telaşesi, bazılarında "ne takılacak?" konusu, nerde-ne zaman-saat kaçta ayarlamaları ve elbette ki her yere son dakika yetişebildiğimden mütevellit, "heyecanlı saatler" anlamına gelmekte. Bu kutlamaların hepsi, bir yandan telaşe, diğer yandan da sevdiklerimizin mutluluğuna ortak olma anlamına gelirken ve hepsi "ayyyy ne heyecanlı, ne hoş" dedirtirken, diğer taraftan da büyükbabamın, özellikle babaannemin bu durumlardaki aşırı kaygısını gördükçe söylediği inci tanesi sözleri hatırımdan çıkaramıyorum: "Düğün iki kişiye, ne var deli komşuya?"
:)
25 Temmuz 2008
Dantel
Annesinin dizinin dibinde, onun diktiği fırfırlı eteklerle ortalıkta fink atan, ayaklarını onun kucağında ısıtan mini mini kız çocuklarıyken, Eskişehir'de öğrenmiştik sanırım bunu. Örgü-dantel gibi bir el işine başlanacağı zaman, yanlış anımsamıyorsam makarna kesme gibi zorlayıcı işlere başlamadan da yapılmaktaydı bu, işin üstüne kim geldiyse (çoğunlukla hangi komşu olduğu önemli), işin bitiş süresinin kaderini belirleyen, gelen kişinin uyuzluğu veya iş yapmadaki hızıydı. "Her işi şipşak yapan biri mi geldi, allah! tadından yinmez zira o iş şipşak bitecektir. Ammaaaa, yerinden kıpırdamaya mecali olmayan, tembel mi tembel, mıymıy mı mıymıy biri geldiyse aha o zaman yandınız, o iş sürünür de sürünür" anlayışından ortaya çıkmış bir batıl inanç.. Gerekli önlemi almak lazımdır. O yüzden, yeni iş başlanırken, belki daha bir kaç zincir henüz çekilmemişken, mıymıy birinin işin üzerine gelmesine fırsat vermeden, evin en zeki, ahlaklı ve çevik çocuğu (o zamanlar öyleymiştim ki, bana yaptırılırdı çoğu zaman) yaptığı işten kaldırılır, kapıdan annenin yanına kadar fırtına gibi koşturulur. İşin çok çok hızlı bitmesi gerekiyorsa aynı işlem üç kez de tekrarlanabilir. "Kolay gelsin annecim" gibi cümleler olaya ekstra hoşluk katar. Bir türlü bitmeyen işlerin ardından da mutlaka "ay kim geldiydi ki bunun üstüne" diye düşünülür, mızlanılır, sorumluluğu baştan atmanın verdiği rahatlıkla bol bol şikayet edilebilir.
Küçükken az koşmamıştım annemin, Ülker teyzenin ve özellikle de Tuna apartmanındaki komşularımızın işleri üstüne. Ben koşmayalı bu batıl inanç bir miktar evrilmiş, "elim kuş, kıçım taş olsun" sözüyle biraz daha şenlikli hale getirilmiş.
Bakalım annem danteli kaç günde bitirecek? Oradan yapacağım bir hesapla, ben de bundan sonra çevik ve hızlı iş bitiren tanıdıkları, raporlara, ödevlere, önemli işlere başlamadan önce koşturmak niyetindeyim. Hakkaten işe yararsa da, Eskişehir'den Ankara'ya gelişimin 10. yılında, "nasıl oldu da bunu unutmuşum, procrastination'dan procrastination'a koşmuşum" türküsüyle, geçen zamana yanmak derdindeyim.
19 Temmuz 2008
Aman bre deryalar, biz nişanlıyız!
Ben Perşembe akşamı Eskişehir'e geldim, Cuma sabahtan annemin komşuları, arkadaşları toplaşıp sarma sararlarken, ben de salona yayılıp, hakime teslim edilmesi gerektiğini son dakka farkettiğimiz bir raporu 4 saatte zor bela tamamlayabilip, pedagoga e-mailledim. İçeriden gelen kahkahaları da hiç kıskanmadım, işim bitse, kafam kadar sarma sarabildiğimden, cıss ikazıyla, yaprakları ayırmak için tepsinin başına oturtulacağımdan, parmaklarımın buruş buruş olacağından emindim. Zati, ben raporu bitirdiğimde de onların işi bitmişti, ay ne tesadüf, hehe, annem duymaya yakar valla beni:)) Annem çok uzun zamandır denk gelip yiyemediğim, Malatyalı komşu dostlarından öğrendiği, tirit yapmış, kapış kapış yedik hep beraber. O da çok güzeldi. Akşam yatmadan önce de, ben yaparım diye atladığım un kurabiyesi işine daldım. Ve fakat millet, o margarini iyicene bi eritmeden unu koymamak gerektiğini deneye yanıla öğrendiğimden, sabah uyandığımda bileklerim ağrıyordu yeminle. Ne zormuş ayol hamarat olmak!
Cumartesi sabahı, ki o gün börekler açılacak, zeytinyağlı sarmalar sarılacak, pasta-börek işi Pazar telaşesine bırakılmayacaktı, annemle-babamın telaşeli sesleriyle uyandık: fırın bozulmuştu! Hah! dedk, tam sırası! Ancak Polyanna Sebahat ile Ömer ikilisi işi, "ay iyi ki bozuldu fırın, bak günaydın fırın'da pişirtiriz, kivir kivir olur tüm börekler, oh lime lime!" noktasına getirince, şenlik halinde kahvaltımızı yaptık. Kahvaltı sonrasında da ben, gelin kız olarak, Kleopatra misali bir takım bakım işlerine giriştim. Gelin kız olmak da ne süper şeymiş ayol! Hiç bi işe bulaşmıyosun, hep kendinle hep kendinle ilgileniyosun! O esnada mutfak ekibi yine bir araya gelmişti: Kezban teyze, Figen abla ve Zülüş sarmalarla uğraşırken, Dilek abla haşhaşlı-mercimekli böreğe hayat vermekte, annem tezgahta kıymalılarla uğraşmaktaydı. Babam da salonda oturup, tepsiler doldukça, onları fırına taşımaktaydı. İmece usulü.
Saat 3'e gelirken, Damat Umut Paşa gelip beni aldı ve biz otogara kuzucum Arzucuğumu karşılamaya doğru yola çıktık. Baktık daha otobüsün gelmesine vakit var, dereyi görmeden paçaları sıvayalım dedik ve Odunpazarı Belediyesi'nin Nikah Salonu'na bakmaya gittik. Kurşunlu Külliyesi'nin bir parçası olan ve Ortaçağ Dönemi'nden kalmışa benzeyen bu taş bina, ikimizi de büyülemişti, ordaki görevliden bilgi aldık, daha tadil edileceğini öğrendik "umarız mahv-ı perişan etmezler" diyerek ve "ay daha nerde nasıl evleneceğimiz belli değil" diye söylenerek, koşturup otogara gittik. Arzu'yu karşımızda görmek çok güzeldi. Eskişehir'e ilk kez gelme şerefine nail olmuş olan yavrımı kaptığımız gibi aç bilaç eve koştuk. Tam bir şeyler atıştırıyorduk ki, Mehmet ve Naci dayımlar, yengemler ve mini kuzenler teşrif ettiler. İşte o zaman çoktan 10 kişiyi aşmıştık ve evde hareket edecek pek bir yer kalmamıştı: biz ertesi güne beklediğimiz 50 civarı kişiyi kuş kadar evimizde nasıl ağırlayacaktık acep?
Bir miktar hoş beşten sonra, sosyalleşme insanı Umut, yengeme "yengecim", Naci dayıma "dayıcım" gibi hitap ve aşırı sıcak yaklaşımlarıyla, 10 puanları toplamaya başlamıştı, seni gidi seni. Sonra da Ankara'da bir cd'ye "oynıycaz alah oynıycaz" nidalarıyla attığı oyun havalarını benim laptop'a atmak için içeri odaya dalmıştık ki, Naci dayım, kapkara teni, bağrı açık gömleği ve ego dertsiz halleriyle aramıza dalıp, "yenikentli nadir", "peçenekli süleyman", "sincanlı serhat" gibi nadide bir takım isimleri lteratürümüze sokarak, bizi gülmekten heder etti. Hemen e-mule'den bu amcaların "piçipiçipiçieyyyhh"li müzikleri indirildi, "nişan" dısyasının içinde yerlerini aldılar :)
Umut'un yengemden aldığı "Ankara havalarında nasıl ayak hareketi yapılır?" eğitimi sonrasında bu kez Aslıtavığımı almak için otogara koşturduk. Aslıcım, havuç kafasıyla indiği otobüsten sonra, benim epey bir çulumu çırpmasının ardından, eve gitmeden direkt kendimizi Eskişehir'in gece hayatına vurduk. Abartmayayım, bi miktar Doktorlar ve Suboyu yapı, sonra Kirpi'de oturup bişiler içtik.
Gece eve döndüğümüzde, annemler ve misafirler muhabbetin gözüne vurmaktaydılar. Biz de önce bi miktar mercümekli börek, bi miktar sarma mideye indirip, biraz feysbukta ekirdeyip kikirdedikten sonra, "yarın erken kalkılacak, o yüzden şu dakka uyunacak" mottosunu benimseyip, yataklarımıza gömüldük. Ama tabii öncesinde, Zülüş'ün de tüm anlarını kameraya kaydettiği üzere, psikoloji camiasının dedikosunu yaptık: aaaaa, neeeee sesleriyle pek güldük, eğlendik, sanırım 1 gibi anca sızdık.
Ve evet nişan günü, tataaaam 13 Temmuz 2008-Pazar günü; annem tarafından "teyzenler Sivrihisar'ı geçmişler!" uyarısıyla gözleri bölertmeye çalışıyorduk ki, "Mustafa eniştenler de Gordion'u geçmişler!"le zıpladık:) Sonra cümbür cemaat bir kahvaltı, bol kahkaha, bende hafiften başlayan heyecan, oje sürme faslı, bu arada teyzem, anneannem, büyükbabam, eniştem ve kuziciğimin gelişi, ardından eniştemler, aaa karşımda Aysun ablacım, ne sürpriz, ne sürpriz:)
Önceden randevulaştığım kuaföre gitmeden önce, yüzüklere 50 metre kurdele bağlayıp zımbırtı tepsisini hazırladık. Yüzükleri bi evirdik, bi çevirdik, tamam didik: aşağıda "heeee" diyorum sanırım:
Ben gelin kız olarak, süslenmiş, püslenmiş, iltifatları kabul etmekte ve ortalıklarda kırıtmaktaydım ki, meğersem saat 3'e gelir olmuş, oğlan tarafı geldi! Hem de ne geliş! Kocaman bir çiçek, alengirli çikolata, ve bembeyaz dantelli bohçalarla, yani anlı şanlı!:) Misafirlerimizin gelişinden itibaren ilk 5 dakika bence çok komikti. Ortalıkta bir takım boş yerler vardı ve fakat çoğu kişi ayakta kalmıştı, hiç kimsenin de bu duruma ilişkin napılacağına dair bir fikri yoktu. Emrah'ın "Rabia biz nereye geçelim?" sorusu karşısında bön bön bakınmaktaydım ki, Damat Umut Paşa beni çekti, götürdü, salonun orta bi yerine oturduk ve hemencecik sevgili kayınpederim İhsan Amcacım, güzel ve heyecanlı olduğu her halinden belli bir konuşmayla olaya girişti! Süperdi, çünkü kimse bu kez nereye oturacak derdi olmadan, tam tamına 50 kişi (hehe) salonda ayakta, nişan anına tanıklık etti. Sonrasında, zaten herkes evin bir köşesine dağıldı ve bizim ev 52 kişi kapasiteli olabileceğini kanıltamış oldu, koçum benim:)
İhsan Amca süper bir konuşma yaptı, sonra da nazik bir geçişle, sözü Umut'un amcasına ve benim büyükbabama bıraktı. Onlar da yüzüklerimizi taktılar, berber olan kısasaçsever büyükbabacığım baktı ki 50 metrelik bir kurdele söz konusu, iki yüzüğün ucuna bağlanmış kurdeleleri dibinden kesiverdi, pek pratik oldu:)
Sonra da Umut'un, siparişi verdikten 2 dakka sonra koşarak pastaneye dönüp adama "oraya Rabia yazılcak, aman diyim, Rabiya yazarsanız o pastayı tek başıma bana yedirir" diye, otoriteme boyun eğdiği (kehkeh) pastamızı kesip, ağzı-burnu büke büke yemişiz görüldüğü üzere:
Güzel dileklerle ve en kısa zamanda görüşebilme temennileriyle evden ayrılan oğlanevinin, kızevinin erkekleri tarafından dışkapıdan da yolculanması ardından, tabii ki noldu? Kızevinin tüm hatunları, hurrraaaaaaaa! salon masasının başına üşüşüp, bohçalara saldırmasınlar mı? He he, abartmayayım, herkes aceba neler gelmiş merakıyla birer birer bohçaları mıncıkladı. O bohçalardan neler çıktı neler: zaten bohçalar dantelleriyle başlı başına birer el emeği göz nuruydular, ben de çok anlarım ya dantelden. Süper olduklarını evin büyüklerinden duydum, ezber ettim. Efenim, alengirli seccadeler, oyalı yemeniler, rengarenk patikler, namaz örtüleri, havlular.. hangi birini anlatsam:) bana gelen ve en güzel olduğu her halinden beli olan (hehe) bohçacığıma ise benim ulaşmam mümkün olmadı etrafındaki halka nedeniyle:) bu bohça geleneğini boşa koymamışlar valla, insan doğumgünü çocuğu gibi mutlu oluyor, kalbi neşeyle doluyor:P Yükselen vohohohouvvvv seslerinden benimkinin içinden çok cazibeli bişiler çıktığı hemen annaşıldı ve büyükbabamın arkada oturduğu hatırlanarak eski edep ve adaba bürünüldü:) Nişanın sonunda ben aşağıdaki gibiydim: güç yüzüğü parmağında, yorgun ama mağrur ve gururlu genç kadın şöyle der: aman bre deryalar, biz nişanlıyız!
06 Temmuz 2008
İlk 5K koşum..
Odtü'deyken ve bir 5. yurt sakinesi iken, belli dönemler gidip stadyumda fiti fiti koştuğum olmuştu, sonra kendimi nadasa çekmiştim (yoksa besiye mi demeli?, söyleyin ne demeli?). Geçen yıldan beri de zaman zaman Umut'la koşmaktayız okulda. Dün sabah da bir türlü kıçımızı kaldırıp çıkamadığımızdan, tabii ki güneşe kaldık (saat 10'a yaklaşıyordu sanırsam) ve ormanda koşalım dedik. "Ya köpekler?" demiştik ki iki adım öteden bir "hev" sesi geldi. Yok len bu köpek değil, kurbağa olabilir mi gibi bir abuk tahminde bulunmuştuk ki, hörhörhörhör efektini duyunca gerisin geriye nasıl koştuğumuzu hatırlamak bile istemiyorum. Zira o koşuş bir flaşbek şeklinde hayatımda yer edinmiş vaziyette (bkz. Yüzüncüyıl'da bilinmez bir karanlığa doğru koşmak ve imdaaaaat! diye bağırmak) :( Sonra güzel güzel rutin koşumuzu gerçekleştirdik ve tabiri caizse "börttük"! Normal insan evladının koşacağı bir sıcaklık ve saat değildi zira. O nedenle bugün dedik normal insan gibi koşalım. Başladığımızda saat 20.00'yi geçmekteydi. Ay şekerim nasıl söylesem, yüzümüze püfür püfür esen ılık akşam rüzgarı, rüzgarla dans eden yapraklar, yapraklarla dans etmesi muhtemel geberesice keneler ve biz iki tıfıl:P Koştukça koşasım geldi, koştukça coşasım. Engeller mi atlamadık, çağlayan derelerden mi zıplamadık, uçurum kenarlarından mı geçmedik, hangi birini anlatayım? Neyse, uydurmayayım, velhasıl 5 km. koşmuşum. "Muşum" diyorum, çünkü koşularımızın hesap-kitap işlerine bakan sefgilim, ben gık demeden (hele dün sıcaktaki mızlanmalarımdan sonra) bu kadar koşunca, benle duyduğu gururu anlata anlata bitiremedi. Ben de kendimi bişey sandım. Ortaya bu yazı çıktı.
02 Temmuz 2008
Gökten üç elma düşmüş...
-diyalogun hemen ardından esas oğlanın babasının, ellerini kalbinin üzerine koyup "allahın emri peygamberin kavliyle..." diye esas kızı esas oğlana istemesi
-esas annelerin devre dışı kalmış şaşkın ama gülümseyen bakışları
-bişeyleri masaya dizmeye çalışan esas kızla, efendi damat oturuşu pratiğindeki esas oğlanın "nolüyo yavv?" bakışmaları
-esas kızın babasının kızına (yani nam-ı diğer ben oluyorum efem) hiç unutulmayacak bir bakış attıktan sonra, yerim seniiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii diye üstüne atlanılcak bir ses tonuyla "ben de kızımı veriyorum" içerikli cevabı
-esas kızın kardeşinin, fazlasıyla doğaçlama gelişen bu olaya tuvalette yakalanması nedeniyle "ayyyyy çok önemli bişiy kaçırdım galiba" diye salona dalışı (hahhayyytttt!:))
-zırhlı diş birlikleri olan kardeşin, neyse ki etraftan duyulmayan, "yahu daha başlık parası istemedik", "çok ucuza gittin valla" geyikleri, he he:)
-esas kızın kafasından fırtına gibi geçen "yahu adeta bir paket gibi alındım verildim", "bugüne dek babamındım, şimdi müstakbel kocamın mı oldum?", "evet, en nihayetinde ben bir nesneyim" gibi düşünceleri: "yahu gelenek bunlar, gelenek!"
-kız isteme faslının ardından öpüşüp sarılmalar, esas kızla esas oğlan birbirlerini öptü mü hatırlamıyom!
Velhasılı kelam, böyle olmuş. Ardıından, ayakta devam etmiş öpüşme faslı sonrasında oturuş biçimleri birden birbirine yaklaşıvermiş, odanın dört bir yanına dağılmış ebeveynler, sevgi yumağı oluşturuvermiş:P
Sohbete eklenen uzun bir yemek ve sonrasında çay keyfi ardından, esas oğlan ve ailesi güzel dileklerle esas kızın ailesinin evinden ayrılmışlar. Geriye 13 Temmuz'da yapılacak olan nişan etkinliğinin detayları ile, koskocaman ve kalabalık bir ailenin yeni atılmış temelleri kalmış...
İşte masalın tam bu noktasında, gökten üç elma düşüvermiş: Biri, elbette bu masalı anlatan esas kızın başına.. Diğeri, esas kızla esas oğlanın hiç bitmeyecek aşklarının başına. Sonuncusu da, bu masalı en başından beri içtenlikle dinlediklerini hissettiren, kimi ailemizden, kimi arkadaşlarımızdan, kimi az, kimi çok tanıdıklarımızdan, kimi hiç bilmediklerimizden, ama her biri bizimle birlikte heyecan duyan ve ekrana bakıp keyifle gülümseyen dostlarımızın başına..
04 Haziran 2008
Haberler
03 Haziran 2008
Alın bunu...
Önemli ön bilgi: Bana intikal eden dosyalarda, ki bu dosyanın alengirli (kavga-gürültü-çekişme-3. sayfa haberi niteliği) olduğu anlamına gelir, eşlerle görüşmeler yapıyorum. Nasıl tanıştıklarından başlayarak, evlilik öyküsünün ve ardından boşanma sürecinin alınması, bildik bir psikolog-danışan görüşmesi formatından elbette ki çok farklı oluyor. Klinik görüşmede olduğu gibi karşındaki kişi (yani davacı veya davalı), kendini açıkyüreklilikle ifade etmiyor. Niye? Davadan elde edeceği haklar (çocuğun velayetini almak, çocukla daha çok görüşme süresi almak, nafaka, mal paylaşımı, maddi-manevi tazminat gibi) var adamın/kadının. Bizim medeni kanunda, tüm boşanma işi de "kusur oranı" (evliliğin bu aşamaya gelmesindeki kusur kime ait?) üzerinden yapılandırıldığından, mahkemede ve görüşmede iyi izlenim bırakmak çok önemli anlayacağınız. Bu nedenle de karşımızdaki kişi sık sık yalana başvurabiliyor. Ben de dedektifçilik oynuyorum anlayacağınız, yok ayol, şaka şaka, ehe mehe..
Bahsedeceğim iki meseleyi bu minvalde değerlendirin isterim.
1) Aman bekaret, canım bekaret: Dosyayı didik didik incelemişsiniz, görüşmeye başlamışsınız, güzel güzel tüm bilgiyi almışsınız, adam birden pırt sesi çıkartarak, abartmıyorum, gerçekten öyle bir hisle, diyor ki:
-"ya aslında olay ne biliyor musunuz piskolog hanım, eşim evlendiğimizde zaten bakire değildi!"
Böyle bir cümle üzerine söylenebilecek kaç alternatif cümle vardır acep? Kardeşim, diyelim ki sen zamazingo bi adamsın, kültürel öğretileri hiç sorgulamadan almışsın, baş tacı etmişsin, hadi ettin gül yüzlü kardeşim, senin için namus, ahlak, erkeklik gururu, onuru her birinin kriteri bu kızlık zarı olsun, e hadi olsun, öyle birisin, seni kendi bağlamında değerlendirdik, ulen adama demezler mi niye gerdek gecesinin sabahında açmadın bu boşanma davasını diye? Madem bu denli önemli, demezler mi adama şimdiye dek niye bu "bozuk malla" yaşadın ettin, bi de üstelik çocuk yaptın diye sormazlar mı ha, sormazlar mı?
Geçenlerde görüştüğüm bir erkekkkk, gözümün içine bakaaaa, bakaaa diyor ki: "Evet ilk ilişkide kan gelmedi, ha ne? Evet evet ben 30 yaşındaydım ilk cinsel ilişkimi yaşadığımda, ablacım vallahi bilmiyordum kan gelmeyince bunun bakire olmadığı anlamına geldiğini! Ha sonra geldi miydi onu hatırlamıyorum ama bilseydim ah bilseydim! Tesadüfen yıllar sonra bir arkadaşımın hemşire nişanlısı söyledi de bağlantıyı kurdum, haaaa dedim, vay beni kandırdı gahbe!"
Ey köşeye sıkışınca adeta son kozlarını oynayarak, o minik beyniyle benim "vay anasını beah, kadın da az cingöz değilmiş, kendini adamda aklamış, vah kuzuuum gıyaman ben sana" gibi bir yorum yapmamı bekleyen insancık! Senin için diyorum ki, "alın bunu, Erkut abime teslim edin."
2) Bir lütuf olarak erkeğin kadına fiske vurmaması: Görüşmenin sonuna doğru şu soruyu mutlaka eşlere yöneltiyorum: "Sizce bu evlilikte sizin hatalarınız neler olmuş olabilir?" Gayet açık değil mi? Amcam karşımda atıyor, tutuyor, eşim şunu etti, anası buna yetti, şöyle eziyet, böyle dırdır. Her yer karanlık, ama adamcağız pür-i pak mübarek.. Soruyla beraber, orada bir zınk kalıyor önce, bırakın kendisine bu soruyu sormayı, başkası için dahi düşünmemiş belki. Hımılamalar, hümülemeler ve dökülen inciler: "vallahi ben karıma fiske vurmadım", "diyorum ki dövseymişim keşke, o zaman bunları yapmazdı belki", "benim hatam eşime söz hakkı vermek oldu" ıvır kıvır. Koçum civanım Türk erkeği için, eşini dövmemek bir lütuf efendim, lütuf!
Dün öğleden sonra görüşme yapıyoruz adliyede, karşımda koskoca bir emekli yarbay. Ben ömrümde bu kadar kendisiyle ve yaşamıyla temassız, bu kadar yaşamının ve tercihlerinin sorumluluğunu almaktan uzak bir adam görmemişim, soruyorum "sizin hatalarınız neler sizce bu süreçte?", adam pişkin pişkin demez mi, "dövmedim eşimi hiç, üste çıktı, söz sahibi oldu" diye! Sonra nolduysa oldu, sanırsam ben kendimi kaybetmişim. Yaklaşık 5 dakika nefes almadan konuştuğumu hatırlıyorum, elbet yüksek bir ses tonuyla. Her ne kadar pedagog arkadaş benle "Rabia bir ara adama -insan değilsin- dedin" diye dalgasını geçtiyse de herhalde o kadarını demedim. Ama nutkumun sonuna doğru, allah bilir kaç gencecik çocuğa nasıl dayaklar atmış olan anlı şanlı yarbay beyimiz, koltuğunda küçüldü, küçüldü, tam kaybolacak ben kendime geldim. Konuşmamın içinde geçen "len" gibi kelimeleri hayal meyal hatırlıyorum, tabii ki adama len demedim, "adama demezler mi len sen bunu dersen bu şu demektir" gibi cümleler sarf etmiş olabilirim, itiraf ediyorum utanarak. Bu nadide aile babası için "alın bunu, eşşek sudan gelinceye kadar aile içi şiddetin her türlüsüne maruz bırakın, sonra -dövdük de bak adam olabildin- deyin" demek istiyorum, sorunu karşı olduğum şeyle çözdüğümü sanarak.
Bakmayın yukarıdaki satırlara, aslında mülayim hatunun tekiyim. Sadece fark edin istedim, kimilerini adam etmeye çalışırken (misyona gel!), gül gibi arkadaşınız heba oluyor fallayi..
:(
29 Mayıs 2008
Kaf Dağı'nda bir gariban esas oğlan
Kaldığı yerden bakınca esas oğlan, önünde uçsuz bucaksız Kaf Dağı'nı görmüş. Kaf Dağı.. Erişilmez Kaf Dağı, tüm yeryüzü pınarlarının anası, ardındaki gizemli ülkeleri kimse bilmez, dorukları sisli, büyülü bir diyarın kapısı orası. Periler padişahının yaşadığı, prenseslerin masal kahramanlarını zalim aşk sınavlarına tabi tuttuğu, tek gözlü devlerin hazineler beklediği, Zümrüd-ü Anka kuşunun gizlendiği bahçenin ev sahibi Kaf Dağı. Evet işte, ta orası, geçtiği sınav..
Günlerden 26 Nisan 2008 imiş o gün. Esas kızın evinde tatlı ve örtük bir telaşe. Herkes pek rahat görünürde, lakin akıllar başka yerde. Esas oğlanın, esas kızın ailesiyle, daha doğrusu anne-babasıyla tanışacağı gün. Esas kız esas oğlana esas günden 1 gece önce demiş ki: "Yavrım, 16.30'da bizde ol, ne 1 dakika geç, ne 1 dakika erken!" Talimatı alan esas oğlan, o gece nöbetini tutup vatanı olası düşmanlardan korumuş, o esnada emin ellerde olduklarının bilincindeki esas kız ve ailesi de gayet fosur fosur uyumuş.
Sabahki tatlı ve örtük telaşe doğrultusunda, üst baş düzeltilmiş, eve çeki düzen verilmiş, tozlar halının altına süpürülmüş, esas kızın annesi mutfakta döktürmüş. Saat 16'ya doğru hemen her şey tastamam olmak üzereyken, tabii ki maksimum dakiklikteki esas oğlan zırt diye aramış, esas kızla aralarında şöyle bir diyalog geçmiş:
Esas kız: Efenim canım?
Esas oğlan: Yavrım ben hazırım, grand tuvalet giyindim, traşımı oldum, isteğin üzere Beatles modeli saçımı jöleledim, geliyim mi?
Esas kız: Ay gelme daha!
Esas oğlan: Geleyim yahu başka işim yok!
Esas kız: Ya aşkım manyak mısın? Gelme daha biz hazır değiliz.
Esas oğlan: Gelicem allah gelicem!
Esas kız: Ya gelme diyorum!
Esas Oğlan: Yahu niye?
Esas kız: Gelmeeeeeeeeeeeeeeeeeeeee!
Telefon kapanınca olanlar olmuş! Tüm bir haftayı ve o günü "len ben niye heyecanlanmıyorum?", "heyecanlı olmam lazım!", "niye heyecanlı değiliiiiiiim?" diye kendini yiyip bitirerek geçiren esas kız, herhalde esas oğlanın hazır ve nazır beklediği haberini alıp da iş bu kadar somutlaşmış biçimde önünde durunca heyecan hali tavan yapmış. Oturmamış, ayakta gezinip durmuş. Annesiyle babasının maskarası olmuş. Koridorda volta atıp dururken saat de 16.30 olmuş.
Tik tak, tik tak, tik tak..
Sonra saat olmuş 16.31 ve devamı gelmiş: 16.32.. 16.35.. 16.38.. 16.40..
Beklenen zil bir türlü çalmamaktaymış. Sonradan öğrenilmiş ki, park ettiği arabasından inen esas oğlan, inince bakmış kalp aşırı gümbürdemekte, geri arabaya binmiş, oturmuş, beklemiş öyle. Sonra sakinleşip almış eline çiçeğini ve çikolatasını, girmiş apartmana.
Zil çalıp da kapıyı hoplaya zıplaya açmaya giden esas kız ve ardından gelen ailesi, karşılarında 32 diş sırıtan, iki dirhem bir çekirdek, "tanrım bu ne yakışıklılık!" dedirten, genç ve manyak esas oğlanı bulmuşlar! Işıltıdan gözleri kamaştığından mıdır nedir, bir süre, bir elinde zarif bir çiçek, diğer elinde içinde çikolata olduğu tahmin edilen sevimli ama aynı zamanda alengirli bir paket, iki eli dolu durumda bağcıklı ayakkabılarını çıkarmaya çalışan ve ipteki cambaz misali bir o yana bir bu yana bükülen esas oğlanı sadece izlemekle yetinmişler. Sonra akılları başlarına gelmiş, bu sırada esas oğlan ayakkabılarını çıkarabilmiş, esas kızın annesine çiçeği takdim etmiş, tokalaşmalar, öpüşmeler, el öpmeler, hoş geldin ritüeli yaşanmış, salona geçilmiş.
Sonrası, hayal edilemeyecek kadar güzelmiş. İlk 5-10 dakika herkes pek heyecanlı olduğundan, "nöbet nasıldı?", "evi rahat bulabildin mi?", "annen-babanlar nasıllar evladım?" gibi sorular ve karşılığında kısa yanıtlar ve belirgin sessizliklerle geçmiş. Muhabbet aranırken, esas kızın, kız kardeşinin karşıdan ışıl ışıl parlayan diş telleri imdada yetişmiş, lakin münasebetsiz kız kardeş işi dalgaya vurup tüm pişkinliğiyle "ha ha, konuşacak mevzu kalmadı da benim diş tellerime mi kaldınız?" diye kıkırdamaya başlamış. Bu esnada ortam gevşemiş, esas kız annesiyle birlikte sofra hazırlama sürecindeyken, esas oğlan ve müstakbel kayınpeder arasında keyifli bir sohbet başlamış. Ayaş, Sındırgı, davarcılık, üzüm budamasından, fizik, mühendislik, simülasyon, Fortran programlama diline uzanan derin bir muhabbet... Yemeğe geçildiğinde, yayla çorbası, kızarmış tavuk, pilav, karnıyarık, zeytinyağlı sarma, kadayıf gibi esas kızın annesinin döktürdüğü menünün eşlik ettiği bol kahkahalı sohbetler edilmiş. Esas kızın iki kız kardeşi iyi ki varmış. Onların esprileri ve yorumlarıyla ortam iyice gevşemiş.
Yemek sonrasında çay muhabbetine geçmeden, esas kızın annesi ve kızkardeşleri mutfak toparlama halindeyken, esas kızın babası, bizim esaslara şahane bir konuşma yapmış: "Siz birbirinizi tanımışsınız, sevmişsiniz. Kızım bana evlenmek istediğinizi söyledi. Ben de bunu bir aradayken, ikinizden birlikte duymak isterim" demiş. Esas kız ve esas oğlan güzel cümlelerle bu isteğe karşılık vermişler. Sonra baba, esas kızın "ya işte benim babam" diye gurur duyduğu cümleler sarf etmiş: "Umut, sen geldiğinden beri şöyle bir bakıyorum kızıma da, çok mutlu, ağzı kulaklarında, bu seninle ilgili, bundan sonra da kızımı böyle mutlu etmeni isterim" demiş. Tüm konuşmayı, dedesinden masal dinleyen çocuklar gibi, hayranlıkla dinleyen esaslara, kısa ve öz olarak, özverili, özenli, sevgi ve saygının temel olduğu, vatana-millete hayırlı bir evlilik dilediği beklentisini ifade etmiş. Babasına sevgiyle bakan esas kıza, aynı hayran ve bitik bakışlarla esas oğlan eşlik etmiş.
Ailecek çay sefasına geçildiğinde muhabbet daha da derinleşmiş, derinliğe kahkahalar eşlik etmiş, her şey peri masallarındaki gibiymiş, beklenenden daha güzelmiş.
Eve girerken titrek ve çekingen hali dikkatlerden kaçmayan esas oğlan, saat 20'ye yaklaşırken, bir cengaver misali koltuğundan sıçrayarak müsaade istemiş. Kapıya kadar, güzel veda sözcükleriyle uğurlanmış.
Esas oğlanın gidişi sonrası kaçınılmaz bir aile içi değerlendirme yapılmış, "ay şu da çok komik oldu", "ay ben de şurada ne dedim" cümleleri sarf edilmiş, oradan anne-babanın evlendikleri zamanlara ve evlenme süreçlerine uzanılmış. "Esas oğlan, esas kızın ailesi üzerinde hiper olumlu bir izlenim bırakmış" demek, bilmem yeterli olur mu?
Benzer bir değerlendirme, esas oğlandan da gelmiş. Çok özenildiğinin farkında olan esas oğlan, esas kızın annesini çok samimi, tam anne, muzip ve şakacı, babasını ise kendi ve ailesiyle barışık, iletişimi güçlü, zeki ve özenli bulmuş. Kısaca, "esas oğlan müstakbel kayınpederine bitmiş" demek, bilmem ayıp olur mu?
Sırada, iki hafta sonra gerçekleşecek I. Geleneksel Esas Aileler Buluşması varmış. Şimdiden söyleyince, bilmem sürprizi kaçar mı?
25 Mayıs 2008
Aaah Evropa!
25 Nisan 2008
Güzelleme
Rabiakız şipir şipir ağlarkene
Bir yiğit oğlan imdada yetişmiş de gelmiş
Umutman pelerinini sarınmış da üstüne
Demiş, korkma bacım bakıcaz çaresine
Yan gözle süzerek ok kirpikle yay kaşlare
Hepsi burada'ya tıklamış da gelmiş
Elegimsagma der ki işin esası
MSImış tam aradığı zımbırtı
Geleli cihana böylesi kıpırtı
Bizim kız her işini bitirmiş de gelmiş
22 Nisan 2008
Ölüm
Prof.Dr. Selahattin ŞENOL |
|
Sevgili Hocamız |
Prof.Dr. Selahattin ŞENOL’u kaybettik, acımız büyüktür. |
|
22.04.2008 Salı günü 10.30’da |
75. Yıl Konferans Salonunda yapılacak töreni müteakip Kocatepe Camisi’nde öğle namazından sonra Gölbaşı Mezarlığında ebedi istirahatgâhına uğurlayacağız. |
Kederli ailesine, yakınlarına ve tüm Gazi’lilere başsağlığı dileriz. |
|
GAZİ ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ |
DEKANLIĞI |
|
|
|