
Umut'un 15 ay sürecek olan askerlik macerası Ankara'ya çıktı!
*Haberin en hasını aldım, kafamın tasını kimse attıramaz!
*Haberin en hasını aldım, kafamın tasını kimse attıramaz!
Ara sıra yaşadığım depresyon/değişim/özenti rüzgarları çerçevesinde, kısacık kestirmek, kat attırmak, kırmızıya-mora-yeşile boyamak, kıvırcık yapmak, besleme kahkülü kestirmek gibi hezeyanlara salındığım ve elbette cesaret edemediğim zamanlar olduysa da, liseden bu yana hep upuzun saçlarım. Bir nevi modern Rapunzel de diyebilirim kendime, breh breh. Misafirleri içeriye kapıdan almak gibün mesela. Hem evimin pencereleri demirli, nasıl salajeaeamm saçlarımı aşşaya? Pöff, kendimden sıkıldım.
Kıymetli büyükbabacığım,
Anneme de sordum ve hatırladığımız kadarıyla, ilkokula başlarken alınan okul çantam hariç, ilk şahsi çantam bana ilkokul 3 civarında alınmış. Kahverengi uyduruk deriden, çapraz takılan, kapak mahiyetindeki derisi ince ince kesilerek püskül yapılmaya çalışılmış, uçlarına da mavi boncuk iliştirilmiş bir minik kız çocuğu çantası. İçinde muhtemelen tarak, ayna, oyuncak kırıntıları, asla takılmayacak türden kolye ve bozuk para bulundurduğum ve sadece bayramlarda eş-dost-amca-teyze ziyaretleri esnasında yanıma aldığım, burasını net hatırlıyorum, sıkılınca da annemin çantası içine tıkıştırıp, "ay taşimicaksan niye yanına aliyosun çocuum?" azarı işittiğim, ergenliğe girişle "böğyk! bu ne" diye bir kenara fırlattığım ilk çantam. Sonrasında üniversiteye kadar, defterler, test kitapları, soru bankalarının tıkıştırıldığı sırt çantaları. Üniversitede hint işi, aynalı, alaca bulaca rengarenk çantalar ya da asker yeşili, orasından burasından bir şeyler sallanan çantalar.
Bir varmış, bir yokmuş; Allah'ın kulu çokmuş.. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken; ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken; ak sakal, sarı sakal, berber elinden yeni çıkmış, kırkılmış yok sakal; kasap olsam sallayamam satırı, nalbant olsam nallayamam katırı; hamama girsem sorarım natırı; nadan olan bilmez ahbap hatırı; dereden geldim, sandığa girdim; bir de ne göreyim, köşede bir hanım oturuyor; şöyle ettim, böyle ettim, yüzüne baktım, hanım yerinden kalktı; çıktık birlikte yola, ne sağa baktık ne sola, gide gide kaf dağının arkasına geldik ki, ne ileri gidilir ne geri, sana bir masal söyleyeyim gel beri...
Aradan henüz 5 gün geçmişti ki, daha "boktan" bişiy olamaz diyorum hala, bugün bişiy yaşadım. Yaşadım diyemicem, o an yaşamadım çünkü. Neyse, gelelim detaylara: saat 12'de görüşmem var, raporumu tamamlamış olmanın dayanılmaz hafifliğiyle, saat 11.30'a doğru bi güzel süslendim, püslendim, tıkır tıkır ses çıkaran çizmelerimi de ayağıma geçirip, bir elimde kol çantam, diğerinde 5 kiloluk tazminat dosyası, adliyeye gitmek için, dolmuşa bindim. Kolej'deki otoparkın ilerisinde, pazarın hemen yanında indim, Abdi İpekçi Parkı'ndan yürüyüp metronun altından da karşıya geçerek, Sıhhiye Köprüsü altından adliyeye doğru yürüyeceğim. Kısa bir mesafe de, böyle anlatınca amma afilli durdu. Neyse, metronun altından geçerken, arkadan sallanarak lap lap sesleri gelen bir miktar kıro ergen, gülüşüyorlar; merdivenleri çıktım, tam otobüs duraklarının orada, arkamdan kibar bir genç kız sesi, "pardon bakar mısınız?" dedi. Bana değildir diye tahmin edip, ki ortam kalabalık sayılır, yürümeye devam ettim, omzuma bir el dokundu, döndüm gülümseyen bir genç kız: pantolonunuzun arkasında bir leke var da, dedi. Amanın! hıı? ne ola ki? Ve kafamı döndürüp arkaya bakmamla, kalçamdan dizime dek uzanan, ühühüh, yemyeşilli, bembeyazlı, öğğğk, sarkan kocaman bir sümük! Yazarken kuscam şimdi, böhüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüü! "Ayyy, bu ne, ıyyyy" diye bir çığlık, çantadan çıkarılan selpakla, silme ve öğürme çabaları arasında temizleyemeyiş, oradaki kuruyemişçilerden birine dalış, kolonyalı mendil alarak ve öfkeden ağlamaklı çatlak bir ses, küfrediyorum. Sağ olsunlar, adamlar arka tarafa geçmeme izin verdiler, aynadan bakarak bir miktar temizledim, lavaboda ellerimi yıkadım, pantolonumun arkası ıpıslak ve lekeli! "Ne pis milletiz" dedi ordan birisi, bana acıyarak bakıp. Bu sırada habire pedagog arıyor, nerdesin diye. Adliyenin ön tarafına doğru gittim, ağlayacağım makul bir yerde olsam. Velayet davası için gelen adamla tokalaştık "merhaba, ben psikolog, ama sinirleri bozuk bir psikolog!". Sibel Hanım da bir miktar temizledi beni ama, baktık olacak gibi değil, ev ziyaretine gideceğiz, insanların koltuğuna oturacağım. "Rabia, sen bir eve gidip banyo yap, şunları yıka en iyisi" dedi, anne şefkatiyle. Dosya da çok alengirli, ama napiyim, onlar görüşsün diye düşünüp, taksiye atlayıp eve geldim. Obsesif kadınların kocaları gibi, antrede soyundum, direkt banyoya. Bahtsız pantolonum yıkanıyor hala. Hangi insan görünümlü hayvanat bilmiyorum, bunlardan aslında çok görüyorum, ama hep uzaktan görüyordum. Nasıl bir hönkürme kardeşim, insan evladının bir yılda çıkaracağı miktar değil yani! öğk yine, yeniden.
oldu yazmayalı. Bazı zamanlar kendimi kaybediyorum. Aşktan, meşkten, eğlenceden, zevk-ü sefadan değil; daimi bir "procrastination" hali. Yeni bir süreçteyim, iki yıl ara verdikten sonra ders çalışmak zorunda olmak zor bir şeymiş, uyum sağlamaya çalışıyorum, diğer tüm normal insanlar gibi.
Elimde kalın dava dosyası, omuz çökmüş, mide guruldar vaziyette sokağa giriyorum.. Beni enfes akordeon tınıları karşılıyor.. Gevşeyiveriyorum hemen. Nereden geldiğini anlamaya çalışırken, geçenlerde bir sabah yine Küçükesat sokaklarından birinde burun buruna geldiğim genç, beyaz yüzlü çocuk olduğunu görüyorum.. Sokağın başından yaylana yaylana, çalarak geliyor.. Henüz yanmış sokak lambalarının ışığında köprü vaziyeti almış ağaçlar harika gözüküyor.. Açık camlardan çatal bıçak sesleri yükseliyor. İnanılmaz bir mekanizma, 1 ay boyunca herkesi aynı anda yemeğe başlatıyor. Masadan fırlayıp sokağa dökülmüş üç beş çocuk bizim Furkan önderliğinde şut çekme yarışı yaparken, gittikçe yakınlaşan müzikle birlikte elleri havada birleştirmiş, "bale yapıyoruz" diye kikirdeyerek çevrelerinde dönüyor.. Uzun zamandır hissettiğim gibi yine, sokağım gözüme pek sevimli, pek sıcak gözüküyor.. Midesinde kelebekler, sevgi böcüğü Rabia, tatar takkası misali çantası içinde anahtarını bulana dek, sokağı döndüğü anlaşılan müzik kesiliveriyor..
Dün tüm gün okuldaydım. Özlemişim çok, sadece iki yıl aradan sonra hem de.. Elde kalın kitap, ağır çanta son dakka derse yetişmeyi, hiç bilmediğim binalarda derslik aramayı, "ay nereye otursam ki?" derdimi, çaysamayı-kahvesemeyi, ilk defa tanışılan hocalara duyulan heyecanı, ders arası bir koşu çay-kahve arası yapmayı, ders bitimi arkadaşlarla geyiği... İlk kez 2003'teki Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi'nde tanışma fırsatı bulduğum ve son bir aya kadar tekrar uğramadığım Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nin, Alice Harikalar Diyarında tadındaki girişi.. Girişte kocaman beyaz tahta üzerine "şu isimler Öğrenci İşleri'nden şunu görsün" notlarını alan Kenan İmirzalıoğlu kıvamında bir abi.. Onu geçince, x-ray cihazıyla donatılmış giriş kapısında kimlik kontrolü yapan görevliler.. Ve işte sonra, ilerideki merdivenlerden çıkıp da kapıyı geçince rengarenk bir bahçeyle yüzyüze geliş. Rengarenklik bahçe düzeni, ağaç, çiçek vs. değil. Öğrenciler rengarenk.. Başka okullar gibi değil ama burası, hakikaten rengarenk; saçlar, kıyafetler, tarzlar, bakışlar, görüşler, düşünceler rengarenk.. Belki, bu kadar küçük ama bir o kadar da kalabalık olduğu için, renkler çok belirgin geldi bana. Gökçe detay veriyor biz yenilere: Şurası cikslerin köşesi, şurada solcular takılır, şuralar sağcıların.. Belki bu rengarenklik fakültedeki binbir bölümle de alakalı olabilir.. Dil, tiyatro, edebiyat, sosyal bilimler bölümleri.. Ortada minicik bir kantin, tost kokusu.. Topluluk standları.. Merdivenlere, banklara, duvarlara, her yere öğrenciler yayılmış, çene çalmaktalar.. Yılın başı, sarılmalar, kucaklaşmalar.. Hemencecik sevdim..
"Gözünü sevdiğimin teknolojisi.." diye başlamayacağım bu sefer.. Yav başlarsam bitiremiyorum cümlelerimi, artık kısa cümleler kurmak istiyorum. Böyle bir şarkı vardı, deil mi? Hem iş, hem akademik, hem blog yaşamımda hep bu nedenle işleri uzatıyor, zamanımı etkin kullanamıyorum. Ama artık doktoraya başlamış bir insanım ben, bindik bir alamete gidiyos ( ya da adios!) kıyamete.. Zaman çok kıymetli şey azizim.. Bak yine uzadı laf. Neyse, şimdi bu facebook denen alet icat edileli ve ben kendisini keşfedeli, kaç yıllardır görmediğim kimlere ulaştım, inanamazsınız.. Tabii zaten görüştüğüm arkadaşlarımla da haberleşebiliyoruz oradan. Bugün de Sevinç Hollanda'dan, güzel fotoğraflar göndermiş.. Fotoğraflar Bilge ve Alper'in Körfez'deki veda gecesine ait.. Şu fotoğrafa da bayıldım ve sanırsam blogumu takipte sınır tanımayan gençlerin hemen hepsi bu fotoğrafta;) O zaman, koyalım buraya, herkes görsün, nostalji yapılsın, maziye dalınsın...
Asıl hikaye, 2003 yılında Portekiz'de başladı.. Avrupa'nın dört bir yanından, 200'e yakın kendini bilmez :) psikoloji öğrencisi Porto'da toplanmış, Avrupa Psikoloji Öğrencileri Birlikleri Federasyonu (EFPSA)'nun 17., "Duygular" temalı, yarı akademik ama tümden sosyal kongresinde bir haftadır coşmaktaydık. Kongrenin bitiminden bir önceki akşam, programda "fado night" yazan, ancak ne olduğunu bilmediğimden, pek de anlamlandıramadığım ama geleneksel bişiyler diye tahmin ettiğim etkinlik için, üniversitedeki sınıflardan birine yerleşmiş, gösterinin başlamasını bekliyorduk. Herkes yerleşip ışıklar söndürüldükten sonra, aman tanrım! Birden içeriye siyah pelerinlerine sarılmış, ellerinde yine siyah renkli gitarlarıyla, 7-8 tane kara yağız delikanlı daldı. Vohahovvv! tarzı sulu bağırışmaların ardından, o gece bizlere enfes bir fado konseri verdiler.. Ve işte ben o günden sonra tam bir fado hastası insan haline geldim. Nitekim Porto'da son günümüz olan ertesi gün, sanki Lizbon'da ya da dünyanın başka herhangi bir yerinde:P bulamayacakmışız gibi, alelacele bir yerlere dalıp fado cd'si alıp, şehirden öyle ayrılmıştık. Doğuş nedeni midir, ya da benim evvelden bu bir takım latin ezgileri duyunca kendimden geçişim midir hastalığımın sebebi, bilemiyorum.. Velhasıl, fado, Portekizce "kader" demekmiş ve Portekizli kadınların, gidip de geri dönemeyen denizci kocalarının ardından, denize karşı yaktıkları ağıtlarmış.. Çok içli değil mi ama?
Balkonda en sondaki iki koltukta yerimizi aldık ve Portekiz Büyükelçiliği'nin desteğiyle düzenlenen bu enfes konserde, fadista Katia Guerreiro'nun muhteşem sesi, birbirinden değişik ve güzel, geleneksel ve modern fadolar, arkadaki Portekiz, klasik ve akustik gitarlarını coşturan müthiş amcalar, sahnedeki inanılmaz ışık ve renk oyunları ve dinleyici katkısı olarak da alkışlarımızla, nefis bir kaç saat yaşadık. Son fado, kraliçe Amalia Rodrigues'in anısına geldi.. Katia konseri harika bitirdi.. Hastasıyım, yine gelsin, yine gideceğim..
Şu son bir kaç haftayı iç güveysinden ve Küçük Emrah'tan hallice geçirdiğime inanamıyorum yalebbim! Başıma gelenler pişmiş tavık başına gelmiş midir allaaaam? Bunu hak etmek için ne yaptım dostum Almodovar? Evet, neyse ya abartmayayım ve hayatımın ce(he)nneti (!) olan şu dönemi bir özetleyeyim öncelikle: Şimdi bi kere ben kaşındım ve doktora yapmak istedim bu yıl. Yani istiyordum hep aslında ama yüksek lisans biteli iki yıl geçmiş ve ben halen istiyorsam, gerçekten istiyorum demektir. Cümleyi anlayan beri gelsin. Neyse işte, güzel bir tatil yapmış bile olsam adli tatilde, oooh püfür püfür, yine de insanın yok özgeçmiş, yok niyet mektubu, yok "niyet ettim Allah rızası için doktoraya başvurmaya" geyikleri, yok referans mektupları, yok bilim sınavı ve mülakatlarla uğraşması, yorgunluk verici ve hatta bezdirici şeyler. Ama sonuçta ben Ankara Üniversitesi'nde doktoraya başlıyorum. Tabii, naylondernek'te kurduğum "heveslendiği her şey kıçında patlayanlar derneği"ni de burada anarak diyorum ki, süreç biraz acılı ve hatta kanlı oldu. Böyle oldu çünkü ben, ODTÜ'deki psikoloji lisans eğitimimin ardından, psikoterapistlik sevdasıyla, alana uzman yetiştirme amaçlı açılmış Hacettepe'deki "tezsiz klinik psikoloji" yüksek lisansıma, başlamadan önce herkese (yani hocalara) yan etkilerini ve özellikle doktorayı engelleyip engellemediğini sorarak ve örnekleriyle birlikte engellemeyeceği yanıtı alarak başladığımdan, bi güzel donanarak, memnuniyetle oradan çıktığımdan, ikinci yıl dersler devam ederken bir de resmi bir tez olmasa dahi aynı aşamalardan geçip ortaya ampirik bir araştırma koyduğumdan, ama resmi bir tez olmadığından, ıvır kıvır işte.. Tabii, yine de hocalar tezsiz programdan gelen öğrenciler konusunda daha temkinli davranıyorlarmış bizzat deneyimlediğim, hele de Ankara Üniversitesi'nde. Sonuç olarak da, öğrenci işleri konusunda üniversiteler arasında, insan hakları konusunda Türkiye'nin dünyadaki yeri sıralamasına yakın bir işleyişe sahip olan yeni okulcuğuma, tezsiz yüksek lisans yapma gafletinde bulunup alınmayacakken ve fakat bilim sınavındaki üstün:P performansım ve mülakatta hocaları muhteşem:p olumlu etkileyişim nedeniyle, bir nevi şartlı kabul alarak, bu dönem özel öğrenci olarak başlıyorum. Kabulün şartı ise, yine ampirik bir araştırma ortaya koyup, hocalara risörç bilgimi göstermem. Sonra sınavsız mülakatsız direkt kaydım yapılcak, tabi başarılı profil çizersem. Ayh, hakketen uzun bir süreçmiş, yazarken yoruldum ayol.. Neyse, yeni bir dönem başlıyor hayatımda, bakalım neler olacak? derrrken tam, geçen hafta arası, özel numaradan biri aradı beni. Özel numaradan çok aranıyorum işim dolayısıyla, ayrıca birlikte çalıştığım sosyal hizmet uzmanının telefonu da default olarak öyle. Neyse, zart diye çaldı ve ben de zart diye açtım telefonu. Açmaz olaydım. 30-35 yaşlarında, k'leri ghk diye çıkaran, tanımadığım bir erkek sesi, adımı söylemek, sonra adımın önüne bir takım küfürlü sıfatlar koyarak adımı söylemek, adımı bu küfürlerle bağırarak söylemek, işyerimin adını vermek, işyerimin detayını bildiğini belli etmek, ağza alınmayacak küfürlerle, tecavüz ve ölümle tehdit etmek suretiyle, tam manasıyla beni taciz etti ve çotaa! kapadı telefonu. İğrenç bir şeymiş bu. Bunu yapan it herifin teki, bunu biliyorum. Aklıma bir sürü seçenek geldi, kimseye de konduramıyorum bir yandan, muhtemelen mahkemeden (bundan bile emin olamıyorum ya) kuyruk acısıyla çıkmış ve kendisine "naptım lan ben" demeden yaşadıklarının sorumlusunu kolay yoldan buluverme gayreti içine girmiş, ancak tek gücü, gizliden küfür ve tehdit olan, kendisini ancak böyle ortaya koyabilen bir zavallı.. Tabii ki çok tedirgin ediciydi. Travma eğitimlerinde üzerinde çok durduğumuz, "dünyaya güven duyma" denen olgum tabii ki yerinden sarsılsa ve sadece bir tehdit diye geçiştirebilecek olsam bile, verdiği huzursuzluğu tarif edebilmem mümkün değil. Ama, bu herife birinin, her sıkıntısını öyle çözemeyeceğini, magandalık yapamayacağını, sorumluluklarını üstlenmesi gerektiğini ve kafasına estiği gibi davranamayacağını, hele de işini doğru düzgün yapmak için çabalayan bir kamu görevlisine (ki bu ben oluyorum) bunu hiç! yapamayacağını, hukuk diye, adalet diye bir şey olduğunu öğretmesi gerekmekte. Artık, ertesi gün savcıya bulunduğum suç duyurusu ile birlikte, 1 ay içinde kim olduğu tespit edilecek ve yasal süreç başlayacak. Derdi neymiş anlayacağız bakalım. Çok sinirliydim, neyse ki İstanbul'dan dostlarım geldiler hafta sonu ve çok eğlenceli bir hafta sonuna imza attık birlikte.. İyileştim. Yoğun geçecek bu haftanın ilk akşamında, dilimde "bu akşam bütün üniversitelerini dolaştım Ankara'nın" şarkısı, gözlerim faltaşı, ders programının detaylarını inceliyorum..












Dün akşam üzeri, çocuklukta bir süre idolüm olmuş olan, babamın kuzeninin kızı, e benim de bi şekilde kuzenim olan, aile içinde adı, doğumundan kısa süre önce vefat eden Bekir büyükbabamızı anmak üzere "Bekriye" olarak konmuş ama eğitim ve sosyal yaşantısında mantıklı olarak Esra'yı kullanmış, benim için "Bekriş ablam" olan kuzenciğimizin nişanına katılmak için Ayaş'a gittik kardeşimle.. Öf, ne gereksiz detaylarım var. Aslında başta epey direnmiştik gitmemek için. Ama hem annem ve babamın "temsiliyet ısrarları", hem henüz aleme ilan bir nişan töreni görmemiş olmam, hem de içten içe, aman tanrım(!) 30'u bile çoktan doldurmuş olan, e tabe yıllardır evlenmesi beklenen, "avkat isiyin" ve "sevüm"ün ev sahipliği yaptığı, dolayısıyla da kuvvetle muhtemelen ardından epey konuşulacak olan havuz başında yapılacak olan bu nişanı merak edişimiz nedeniyle, çöl sıcaklarıyla düştük yollara. Külüstür ötesi Ayaş otobüslerinde, elbette sıfır klima ve üstelik koltuğun yukarısından hörüldeyen soğutucular (bu mu ki teknik adı?) olmadığından, su bir ara göz kırpıp sonra hemen kaçıp gittiğinden duş da alamayıp çıktığımızdan ve püürepostismenistürüyyalsendıromumuyiyim dolayısıyla zaten afacanlar basmış olduğundan, bi ara tieyyyttt diye bağırasım geldiyse de tuttum kendimi azap 1 saat boyunca. Anneannemin eve tırmandık, hoşbeşleştik, hazırlandık ve dayımlarla birlikte, Ayaşlı ahalinin "nambırvan" düğün mekanı, ilçenin hemen girişindeki belediyeye ait açık havuza gittik. Yaklaştıkça kulağımızda çınlayan dingdararung sesleri eşliğinde açık havada pasparlak, rengarenk balonlarla süslenmiş, ışıklandırılmış mekana girdik ve 55bin el öpmek suratiyle nihayetinde kendimize oturacak bir yer bulduk. Ve efenim, babamın ifadesiyle "cimcalaboz" kardeşim ve benim için seyir başladı: Ortalıkta, yakalarına iğnelenmiş, ucuca eklenmiş, iki metreyi bulan, 100 dolarlarla oynayan güzel mi güzel bir gelin ve bir damat; Seda Sayan misali, kalça-göbek kıvırmadan yürüyemediği anlaşılan ve estirdiği hava ve "len buralar na böööle benim olcek" hallerinden "görümce" olduğu tahmin edilip sağlaması yapılan ve gece boyu oturmayan/oynayan bir hatun; son derece ihtişamlı tıvaaaletler, pasparlak kumaşlardan elbiseler, tavus kuşu modeli saçlar, en moderninden fönler, iki karış yükseklikte topuklar; efenim, henüz gelin ve damat mertebesine ulaşamamış "kız" ve "oğlan" dans ederken tepelerinden saçalanan gül yaprakları, üstlerine sıkılan, sonradan "dans ederken tepeden kar yağdırma konsepti" olduğunu anladığımız spreyler, kocaman pasparlak yanan maytaplar ve gece sonunda havai fişek gösterisi.. Bunlar Ayaş'ta bir nişan için fazla "modern" (!) görünümler. Gelelim "geleneksel" kısma: kuru pasta-gazoz:), orkestra, şarkıcımsı ve takı töreni... Müziğe bakarsak, ben böyle şarkı sözleri ne duydum ne hayal edebildim, bu havuz başı işini en son 98'de ortanca dayım evlenirken görmüş, sonra da bir kaç düğüne gitmiştim ama hızla gelişen Ayaş düğün müziği piyasası ben takip etmeyeli epey coşmuş: ringo ringo şişeleeeeeerrrrr (burada ahali elleri kaldırır ve kendi etrafında döner), piçipiçipiçipiçieeeyhhh, bana gız yolla gız yolla falan filan ama asıl kopuş noktam, enternasyonal tarafından şudur:
Yeni eğlencemiz arka bahçedeki kuyu. Tabii kuyu deyince herkesin aklına böyle dipsiz mipsiz bir şey geliyor ama bizim kuyu biraz postmodern.. İçinde yosunlaşmış büyük taşlar, tenekeler var, dipsiz değil, karanlık hiç değil, ne gizemli ne korkunç, ama adı kuyu. Ve şu aralar bizim buraların en sevileni, su çekildikçe daha da üretiyor, doğurgan, üretken, anaç ve şefkatli. Henüz kimseye zarar vermedi, çocuklar etrafında pır dönse de hiç birini kucağına almadı, habire emziriyor bizi, yorulmuyor, doyuruyor:P Bildiğin anne yani! Biz de kardeşimle, suyumuz bittikçe, alıyoruz minik kovayı ve vileda kovasını (bu mu ki adı?) haydeee gidiyoruz arka bahçemize. Tabii biz yandaki madam lulular gibi, karpuz kollu elbiseler ve geniş şapkalarla değil, kesilmiş kottan şortlarımız, tişörtlerimiz, saç tepeye dolandırılmış, parmak arası terliklerimizle pespaye pespaye, şıpır şıpır gidiyoruz. Allahtan öyle gidiyoruz, çünkü kovayı yukarı çekene dek, gülmekten kopacağız diye sağa sola çarpa çarpa ve yarısını -yannışlıkla tabi- ayaklara döküp zemindeki toprağı çamur şeklinde bacaklara sıvayarak suyu alabiliyoruz. Eve gelince de el-yüz-diş suyumuzu ayakları temizlemek için kullanıyoruz. Tekniği ilerletmek gerek, önce hızla kovayı kuyuya fırlatmak gerek, iyice su alsın diye uzun ağaç parçasıyla kovayı dibe daldırmaya çalışırken kardeşin "ahihihi gözlüğüm düşermiş, hihi" demesini engellemek, çekerken çığlık ve kahkaha atmayı kesmek, ciddiyeti korumak ve de kapıdan çıkarken özenle hazırlanmış "tam tam ta tam ta tam tam, mahsun beni taksime götür nolur gitmem lazım sen götür beni mahsuuuuuuuun" diye avaz avaz bi şarkıyla yola düşmemek lazım...
Off malum su meselesi.. Sular kesik.. Susuz yaz.. Su hayattır.. türevi cümlelerle başlayıp, ailecek, hatta apartmancak ve hatta mahallecek, ve dahası bence Ankaracak gümbür gümbür küfrediyoruz! Neyse ki, bizim apartman tam bir şen dullar apartmanı olduğundan, çalışma odasının yandan yemişi tadındaki odamızın baktığı apartmanın arka tarafındaki kuyu envai çeşit mahalle kavgalarının nedeni ve tanığı olmakta.. Yani, yıldız savaşlarından aşağı kalır yanı olmayan bir "su savaşları" dönemine girmiş bulunmaktayız, aman yalebbim diyerekten.. Dün biz de ilk kez kuyudan su çektik, çünkü tuvalete kullanacak suyumuz kalmadı. Şimdi ben bu yazıyı yazarken, karşı apartmandaki suratsız teyze ve kocası gizli gizli su çekme telaşındalar.. Yönetici fark etse nasıl kaçacaklar bilmem:) Ayrıca aldığımdan beri "off, vur deyince öldürüyorum ben yav" diye çok büyük olmasından yakındığım musluklu bidonu almakla ne kadar iyi yaptığımı anlamış bulunmaktayız, el-yüz yıkama-diş fırçalama suyumuz halen var. Evet efendim, kontrole devam, başka nelerimiz var? Susuz 4. günümüzde, evimizde muhtemelen bolca mikrop, çamaşır sepetinde birikmiş kirli çamaşırlar, lavaboda birikmiş epey bir bulaşık, aklımızda "bu çiş yapar, bunu yemeyelim, şunu içmeyelim" bilgisi ve ruhlarımızda çaresizlik var, ehuhe.. aman ne komik. Ha tabii en önemlisi anasını, bacısını, emmi oğlunu sağa sola yerleştiren, ihaleleri tanıdıklık aracılığıyla halleden, şelale ve kavşak koleksiyonu gibi özel zevklere sahip, "peki su kesintileri sırasında eskimiş borular basınç nedeniyle zarar görmez mi?" diyen gazeteciye "sizin kadar aklımız yok değil mi, biz düşünemiyoruz bunu" diye cevap veren laf cambazı- ve kast etmeye gerek yok, direkt söylüyoruz hep bir ağızdan haydi bir ki üç- ibne melih diye nam salmış bir belediye başkanımız var. Ha pardon yok, yani şu aralar ortalarda yok. Şu aralar, kriz/seçim yenilgisi/su borusu patlaması sonrası evinden günlerce çıkmayan/çıkamayan, sağ eli koltuğuna yapışmış, sol kulağı kendisine ilişkin söylenenlerde olan politik simalarımız var. "Yeni moda bu galiba" diyeceğim ama hep böyle değil miydi? "Yav bi git defol artık" diyeceğiz lakin, susuz yaz gecelerinde en çok ellerinde çekirdek, ortasında şarıl şurul su akan parklarda dolaşmayı seven ve gazetelere de, "yav çok zorlanıyoruz ama 30 yıl önce de burada su yoktu, su geldikçe de yıkanırız artık" diyen, nitekim nicedir haftada bir yıkanan, durumdan pek de şikayetçi gibi gözükmeyen, "melihsever" vatandaşlarımız var. Bakalım nolcek, kulağımız musluklarda perperişan, bekliyoruz efenim.